Affetmek… Yani, hata yapabilirliğini kabullenmek… Hani kimi zaman derin bir öfke besleriz içimizde birine; güya bizi kızdırdı diye. Affetmeyiz onu, affedemeyiz. “Nasıl olur da böyle bir hata yapabilir?” diye düşünürüz. Bu öfkenin ağırlığının…
Yazar : Ramazan USLU
rmznuslu@gmail.com
Affetmek… Yani, hata yapabilirliğini kabullenmek… Hani kimi zaman derin bir öfke besleriz içimizde birine; güya bizi kızdırdı diye. Affetmeyiz onu, affedemeyiz. “Nasıl olur da böyle bir hata yapabilir?” diye düşünürüz. Bu öfkenin ağırlığının sırtımıza, nasıl da ağır geldiğini bilmeyen yoktur sanırım. Ama muhatabımızı ‘gerçekten’ affettiğimizdeki ruh dinginliğini de biliriz elbette. Affın inanılmaz hafifliğini…
İnsan küçücük, dünyadan habersiz olarak biçare ve zavallı olarak doğar. Oysa bütün kainatı içine alabilecek ve yeryüzünün efendisi olabilme yeteneği ile donatılmış olarak yaratılmıştır. Dünyaya gözünü açmasından itibaren, daha farkına bile varmadığı, aklının göremediği ama kabiliyet gözünün çok iyi gördüğü kemaline, mükemmelliğine doğru ilerlemeye başlar. Hem de ne başlangıç… Her kemale karşı duyulan iştiyakın, arzunun insana layık olan haliyle beliren bir inkişaf, bir ilerleyiş belki bir yüceliş…
Fıtri süreç içinde o küçük çocuk büyümektedir ve büyürken insanlığının gereklerini yerine getirmektedir; farkına varmasa bile. İnsan olmanın bir gereği gibi, önümüzde duran, “hata yapma hürriyetini” kullanır insan büyüdükçe. Oysa mükemmelliğe istidat gözünü dikmiş olan insan, bilerek ya da bilmeyerek yaptığı her ‘hata’da derin yaralar almaktadır. Zaman içinde, benliği kusursuzluk ve kusur-hata ikilemi arasında kalakalır. Sonrası hepimizin yakından bildiği derin iç çekişmeler, bitmeyen iç çatışmalar, huzursuzluk, sıkıntı, helecen-kaygı ve karanlık, karamsar, ümitsiz bir ruh hali… İnsana Yaratıcısı, İmam-ı Gazali’ye göre, Rabbe ait sıfatları da verdiği için, insan benliği gerçek mahiyetini unutup, Rab gibi, kendini kusursuz, hatasız, günahsız görmeye, hissetmeye başladığında, inkar edemediği hataları belirir durur içinde. Çünkü “biz neyin fitneye sebep odlunu, neyin takva olduğunu ilham ettik” buyurur Rab Teala. Ama bir taraftan da insan inanılmaz bir gayretle inkara çalışmakta, yok saymaktadır hatalarını. Bilinç düzeyinde, hayatı boyunca öğrendikleriyle doğru orantılı olarak kabullenmektedir kişi hatalarını ve istiğfarını çekmektedir devamlı diliyle. Oysa bu kabulün bilinç değil, ancak bilinç dışı seviyesinde, yani bütün benliği ve kalbiyle olması, bu dertten kurtarır kişiyi. Bitmeyen iç çatışmaların derdinden…
Oysa yapılacak şey, kendini var olan hatalarıyla birlikte kabullenmektir. Belki bir başka ifadeyle kendi kendini affedebilmektir. Affetmek… Yani, hata yapabilirliğini kabullenmek… Hani kimi zaman derin bir öfke besleriz içimizde birine; güya bizi kızdırdı diye. Affetmeyiz onu, affedemeyiz. “Nasıl olur da böyle bir hata yapabilir?” diye düşünürüz. Bu öfkenin ağırlığının sırtımıza, nasıl da ağır geldiğini bilmeyen yoktur sanırım. Ama muhatabımızı ‘gerçekten’ affettiğimizdeki ruh dinginliğini de biliriz elbette. Affın inanılmaz hafifliğini… Aslında affetmekle, hata yapabilirliğini kabul etmiş oluruz onun.
İşte aynen kişiler arasındaki bu hata-af yaklaşımı ve bu yaklaşımın faydası kişinin kendi içindeki dünyası için de söz konusudur. Derin veya yüzeysel ruhi bunalım yaşayan bir kişi kendini affedebilirse yani hata yapabilirliğini kabul ederse, yani eksik olduğunu ve kusursuz bir tanrı olmadığını kabullenirse, ruhunu ezici gerginlikten sükûnete geçişi yakalayabilir. Yani gerçekten affederse, mükemmelliğine doğru şevkli istekli yolculuğuna devam edebilir. “Gerçek, gerçekten af;” yani kendini hatalarıyla kabullenebilmesi kişinin… Pür kusur olduğunu itiraf ve kusursuzluğun bir Zata ait olduğunu idrak hali… Bir başka ifadeyle kişinin kendini bağışlayabilmesi…
“İnsan olmanın bir gereği gibi, önümüzde duran, “hata yapma hürriyetini” kullanır insan büyüdükçe.”
bu yazılarda ilginizi çekebilir: