Ona vermediğimiz, ondan mahrum ettiğimiz nitelikli davranışları göstermesini umuyoruz. Hayata tutunmasını, yaşamdan ümidini kesmemesini bekliyoruz. Sonra da, “Bizim zamanımızda böyle miydi?”, “Saçımı süpürge ettim”, “Yediği önünde yemediği arkasında…
Yazar : Psk.Dan. İdris Bilen
idrisbilen@gmail.com
Ona vermediğimiz, ondan mahrum ettiğimiz nitelikli davranışları göstermesini umuyoruz. Hayata tutunmasını, yaşamdan ümidini kesmemesini bekliyoruz. Sonra da, “Bizim zamanımızda böyle miydi?”, “Saçımı süpürge ettim”, “Yediği önünde yemediği arkasında…”, “Şimdiki gençler adam olmaz!”… diye başlıyoruz veryansınlara. O gençleri adam etmeyi başaramayan adamlar olduğumuzu örtmek ve gizlemek için hep aynı savunma mekanizmalarını kullanıyoruz.
Bir çoban, keçilerini otlatırken bir uçurumun kenarına gelir ve “Buraya düşen asla kurtulamaz!” der, oradan uzaklaşır. Çoban uzaklaşır uzaklaşmasına da keçilerden bir tanesi otlanmak için o uçurumun kenarına doğru gitmektedir. Bunu gören çoban keçiye bağırır, taş atar; ama nafile… Ne yapsa keçinin yönünü değiştiremez. En iyisi der, gidip kendim döndüreyim. Tam keçiyi alırken ayağı kayar ve uçurumdan düşer. Ölümle burun burunayken, hayatının son saniyelerini yaşarken aniden bir ağaç dalına tutunduğunu görür. Şükreder Allah’a, böyle bir anda onu hiç ummadığı bir dal ile kurtardığı için… Sonsuz bir teslimiyetle sığınır ona ve hayatta kalmanın, yaşamanın tadını derinden hisseder.
Fakat yukarı nasıl çıkacaktır, öyle bir yerden? Tekrar yaşama nasıl tutunacaktır? Eskisi gibi keçilerini otlatabilecek midir?
Çoban, bir yandan bunları düşünürken, diğer yandan da, kendi lisanıyla: “Kimse yok mu?” diye de bağırmaktadır. Saatlerce bağırmış, seslenmiş ama kimseye sesini duyuramamıştır. Ses gitmiş, kaslar daha fazla dayanamayacak halde tutunmaktadır ağacın dalına. Ama çoban bir an olsun umudunu yitirmez ve “Ey beni böyle bir yerden, bu ağaç dalıyla kurtaran Allah’ım, sonsuz kudretinle kurtar beni, gönder bir dostunu da devam edeyim hayatıma…” diye dua etmeye başlar. Güneş batar, akşam olur ve sonra da gece çöker. Hiçbir ışık kalmaz ama çoban yine de yitirmez umudunu. Bunun üzerine Allah hâl lisanıyla seslenir çobana: “Ey kulum, onca zamandır tutundun yaşama, kaybetmedin umudunu ve unutmadın asla beni. Şimdi bırak ellerini o daldan ve gel bana, alayım seni yanıma…”
Şimdi bir de, en küçük bir sorun karşısında saatlerce düşünen, ne yapacağını bilemeyen, karamsarlık ve çöküntülü bir ruh haliyle hayata dair tüm ümitlerini bir anda kaybeden insanları düşünün… Nihayetinde şu asırda dirâyetli, sağlam ve kendisiyle bütünleşmiş bir kişiliğe sahip olan, yani kendisini tam anlamıyla tanıyan, güçlü ve zayıf yönlerini bilen ve bu bilgisi dâhilinde yaşamdan ümidini kesmeden hayata tutunabilen insan sayısı her geçen gün hızla azalmaktadır.
Peki neden? Bir birey, ilk olarak kendi aile ortamı içerisinde bir kişiliğe bürünmektedir. Kişilik gelişiminin temeli, çocukluk döneminde atılır. Bundan dolayı, ailenin çocuk üzerindeki ilk etkileri son derece önemlidir. Aile temelleri sağlam olmayan birey elbette zayıf, kendini ispatlayamayan, sosyal korkuları, endişe ve kaygıları olan bir birey olacaktır. Böyle birey hayata nasıl tutunabilir?
Kendi ayakları üzerinde nasıl durabilir? Hele bir de aile baskısı varsa, yani anne ve baba tarafından belirli bir kalıba konulmak isteniyorsa, çocukta ya tamamıyla pasif ya da etkiye tepki sonucunda sürekli şiddetle reddetme eğilimleri ortaya çıkacaktır. En büyük problemimiz de aile içerisindeki kopuk ilişkiler değil midir?
Kopuk İlişkilerde Sığınılan Antidepresanlar
Üç çocuk, anne ve babadan oluşan 5 kişilik bir ailede en az 20 çeşit ilişki görülecektir. Bu, herkesin kendisinden başka 4 kişi ile ilişkiye girdiği anlamına gelir. Bu ilişkiler çift yönlüdür. Gerçekte ise ilişkiler daha karmaşıktır. Yani anne, anne olarak çocukları ile ilişkide, anne ve baba işlevleri gereği çocuklarla ilişkide, kızlar ve erkekler birbirleriyle ilişkide gibi değişik ve karma ilişkiler söz konusudur. Olumlu veya olumsuz, herkes birbiriyle ilişkidedir. O nedenle, aile üyelerinden birinin başarısı veya başarısızlığı herkesi etkiler. Aile içindeki çatışmalar (kardeşler arası, anne-baba, anne-çocuk veya baba-çocuk çatışması) da aile içindeki her bireyi etkiler. Ancak çatışmaları önem sırasına koymak gerekirse, anne-baba çatışması ailenin tüm bireylerini diğerlerine oranla çok daha fazla etkilemektedir. Anne ve babanın kendi sorunları, tartışmaları, çatışmaları, kavgaları, anlaşmazlıkları çocuklara derece derece yansır. Çekişmelerin, küslüklerin, karşılıklı suçlamaların, kavga, dayak ve şiddetin sürekli olduğu bir evde çocuklar ciddi bunalımlara düşerler. Babanın içkisi, kumarı, umursamazlığı, eşini aldatması, işsiz kalması da aile dengesini bozar, çocuklarda derin izler bırakır. Özellikle annenin aşağılandığı, dövülüp sövüldüğü ailelerde, çocuklar ben merkezli duyguları ile problemlerin kendilerinden kaynaklandığını düşünür ve kendilerini suçlarlar. Bunun sonucunda ise evden kaçmalar, intihar girişimleri, çocukluk çağı depresyonları, güvensizlik, sevilmemişlik, ezik ve silik bir kişilik geliştirirler. Bu duygular davranışlarına yansır, arkadaş ilişkilerini bozar, okul başarısını düşürür, değersizlik ve hiçlik duyguları ile hayata tutunamaz olur. Normal bir birey için çok da önemli olmayan bir durum, bu şekilde yetişmiş bir birey için ciddi sarsılmalar ve örselenmelere neden olabilmektedir. Bunu, günlük yaşamındaki sorunlarla baş edemeyen herhangi bir bireyin çözümü antidepresan ilaçlarda araması ve bu ilaçları kullanan kişi sayısının son dört yılda yüzde seksen beş oranında artıyor olmasıyla daha da somut olarak ortaya koyabiliriz.
2003 yılında 14 milyon 138 bin kutu antidepresan tüketilirken, bu rakam 2006 yılı verilerine göre 22 milyon 651 bine, 2007 yılında 26 milyon 246 bine çıkmıştır. Daha ürpertici yanı ise bu rakamların içindeki genç ve çocuk sayıları… Türkiye’de antidepresan kullanımı özellikle 17-24 yaşları arasında yoğunlaşmaktadır. Bu ilaçların bilinçsiz kullanımı ise gençlerde öfke ve şiddet eğilimlerini körüklemekte, gelecekten kaygılı, mutsuz ve umutsuz genç sayısının her geçen gün artmasına neden olmaktadır.
Çocuklara Dayatılan Tek
Seçenek: Başarmak
Aile içerisindeki çatışmalar, gerginlikler, tutarsızlıklar, dışlanmalar, gerilimler bir yana; beklenti düzeylerinin her geçen gün artması da çocukların erken yaşta stres altında kalmalarını beraberinde getirmektedir. Örneğin, çocuklarımız âdeta bir yarış atı gibi koşturulmakta ve bu koşturmaca önceden olduğu gibi lise ve sonrasındaki ÖSS ile kalmamış, ilköğretim sonrası OKS ile iyice aşağıya çekilmiş ve bunlar da yetmeyince SBS ile ilköğretim 1. sınıftan sonra, yani çocuklar okuma-yazmayı öğrendikten sonra, test ve sınav çözme teknikleri oyunlarını öğrenmeye başlamışlardır. Çocuklar bunu bir oyun olarak görmek istese de içinde bulundukları yarışmacı zihniyet onları içine çekmiştir. 2. sınıfa devam eden bir öğrenci, arkadaşları ile test çözme oyunları oynamakta ve bu oyun hiç değişmeyince, üstelik her geçen yıl aynı oyundan beklenen çevresel beklentiler arttıkça ve bu oyunda hata yapma gibi bir lüksün olmadığı da çok sert bir şekilde vurgulanınca geriye tek bir seçenek kalmıştır: BAŞARMAK.
Çocuk sadece başarıya endeksli hale gelmiş, kendi anne-babası, okulu, arkadaşları, öğretmenleri ve yakından uzağa tüm çevresi ondan sadece başarı bekler olmuştur. Ölçünün mutlak başarı ile değerlendirdiği bir ortamda ise başarının dışındaki diğer olgular, değerler ve kazanımlar zayıflamıştır. Dengeler alt üst olmuş, çocuklarımıza katmadığımız, vermediğimiz, eksik bıraktığımız her yaşantının onları güçsüz ve çaresiz bıraktığının gerçek sebeplerini ise hiçbir zaman göremez olmuşuz. Belki de düşünmek istemiyoruz! Daha doğrusu, başta dediğim gibi düşündüğümüz tek şey mutlak başarı olduğu için bunun dışındaki diğer tüm her şeyi bir kenara bırakıyoruz. Sonra da çocuğumuz çok küçük yaşlarda başladığı bu yarıştan sıkılıp başka bir oyun arayışına girdiğinde onu engelliyoruz. “Sen başarmak zorundasın!” diyoruz. Komşumuzun oğlu ve kızı örnekleri ile devam ediyoruz anlatmaya. Kendi çocuğumuzu başka çocuklarla karşılaştırıyor ve o başka çocuklar ile arasına kıskançlık ve kin tohumları serpiştiriyoruz. Kendi arkadaşlarını en büyük rakipleri olarak gösteriyoruz. Çocuğumuzun başarısını kendi başarımız olarak ve başarısızlığını da kendi başarısızlığımız olarak değerlendiriyoruz. Başarılı olduğu kadar seviyor, başarısız olduğu kadar azarlıyor, kızıyor ve sevilmeye değer olmadığını gösteriyoruz. Bu hâlet-i ruhiye ile büyüyen bir çocuktan nitelikli davranışlar bekliyoruz. Ona vermediğimiz, ondan mahrum ettiğimiz nitelikli davranışları göstermesini umuyoruz. Hayata tutunmasını, yaşamdan ümidini kesmemesini bekliyoruz. Sonra da, “Bizim zamanımızda böyle miydi?”, “Saçımı süpürge ettim”, “Yediği önünde yemediği arkasında…”, “Şimdiki gençler adam olmaz!”… diye başlıyoruz veryansınlara. O gençleri adam etmeyi başaramayan adamlar olduğumuzu örtmek ve gizlemek için hep aynı savunma mekanizmalarını kullanıyoruz. Onları anlamayan, anlamak için uğraşmayan, anlamak için hiçbir çaba göstermeyen ve sadece kendi doğrularını kendi çocuklarına uyarlayan, onların çocuk olduğunu unutup bir yetişkin gibi davranmasını bekleyen biz büyükler, yaşanmayan bir çocukluğun çok uzaklarda değil, içinde bulunduğumuz şu asırda kendini antidepresan ilaçlara veren çocuk ve genç sayılarındaki inanılmaz artışlarla karşımıza bir bir çıktığını ah bir anlayabilsek!…