Bir pazar günü, alışılmadık bir şey yapıp, iş yerime gittim. Daha doğrusu gitmek zorunda kaldım. Çünkü onüç yaşındaki çocuğun annesi oğlunun bazı sorunlarıyla ilgili bir an önce görüşmek konusunda ısrarcı olunca ben de pazar gününün erken saatleri için kendisine söz vermiştim.
Saat 9.00’ı gösterirken hemen hazırlanıp, genellikle yaptığım gibi kahvaltı etmeksizin evden çıktım. Büroma gider gitmez kendime bir fincan kahve yapmaya koyuldum ki; sanki daha yudumlamadan kokusu bana bütün haftanın yorgunluğunu unutturmaya yetti. Sonra balkondan tatil sabahında uyuyan şehri seyrettim; köşedeki bakkal büyük bir gayretle gazeteleri raflarına yerleştirirken karşı kaldırımda duran simitçi âdeta şehri rahatsız etmemek adına olduğu yerde sessiz sessiz müşterisini bekliyordu. Sanırım bakkal, simit satan genç ve ben mahallede güne ilk merhaba diyenlerdendik. Ne kadar olduğunu bilmiyorum ama uzunca bir süre – rüzgâr bedenimi üşütünceye dek – sabahın serinliğine ve yeni günün nasıl başladığına balkondan tanıklık ettim.
İçeriye girdiğimdeyse sözleştiğimiz gibi anne ve oğul birlikte tam vaktinde çıkageldi. Şehrin merkezinde yaşadıkları halde kıyafetlerinden mütevazi bir yaşam standardına sahip oldukları anlaşılıyordu.
Annesi, ellerinde tuttuğu kâğıtları göstererek, derslerindeki başarısızlığı nedeniyle oğluna geçen yıl yapılan psikolojik testler sonucunda kendisinde “Geç anlama ile unutkanlık” sorunlarının tespit edildiğini ve buna ilişkin bir ilacın kullanımının önerildiğini belirtti. Karşılıklı konunun ayrıntılarını konuşmaya başlamadan önce çocuğun bizi dinlemesine engel olmak için ona isterse bilgisayar ve kitaplığın olduğu yan odada bekleyebileceğini söyledim.
Genellikle anne, babaların çocukları yanlarında oldukları halde onlarla ilgili olumsuzlukları rahatlıkla anlatabildiğine ve çocukların da:
“Ailem böyle düşündüğüne göre demek ki; ben buyum.” şeklinde bir karara vardığına tanıklık ediyordum. Özellikle şu cümlelere çok sık rastlıyordum;
· “Aslında zeki ama tembel…”
· “Çalışıyor ama çok stresli ve heyecanlı olduğundan sınava girince her şeyi unutuveriyor…”
· “Dağınık ve düzensiz, küçüklüğünden beri…”
· “Çok sakar eline ne geçerse hemen kırıveriyor…”
· “Kardeşi gibi uslu değil, hiç laf dinlemiyor…”
· “Yerinde duramıyor, hiperaktif olmalı…”
Bir veya birkaç deneyimden sonra bilinçsizce yapılan böyle etiketlemelerin sürekli zikredilmesiyle varsayılan doğruların da gerçeğe dönüşmesi kaçınılmaz hale geliyordu. Bir süre sonra sonucun kendiliğinden farklı olmasını beklemekse elma ağacı dikip, portakal vermesini ümit etmeye benziyordu.
Bazen de masumca söylenen sözler nedeniyle sevgi bazı şartlara bağlanarak küçük beyinlerde farklı yankılara neden oluyordu;
· Yatağını toplamazsan üzülürüm.
↓
Yatağımı toplamadığım zaman annemin üzülmesine sebep olurum.
· Yemeğini bitirirsen seni severim.
↓
Yemeğimi bitiremezsem sevilmeyi hak etmem.
· Akıllı çocuklar söz dinler.
↓
Dinlemediğim zaman akıllı değilimdir.
· Ablan nasıl başarılı olduysa sen de olmalısın.
↓
Ablam kadar başarılı olamazsam sonuç iyi olmaz.
· Senin ihtiyaçların ve okuman için elimizden gelen harcamayı yapıyoruz ki; senin istikbalin aydınlık olabilsin…
↓
Demek ki; fedakârlık karşılıklı bir şeydir. Ben de gerekli çabayı göstermeliyim ki; istikbalim karanlık olmasın…
· Biz çok istediysek de okuyamadık ama sen mutlaka okumalısın.
↓
Annemin ve babamın yapamadığını ben yerine getirmeliyim.
· Bu evliliğe sırf sen varsın diye katlanıyoruz.
↓
Demek ki; annemle babam arasındaki sorunların kaynağı benim. (Zaten hiçbir şey söylenmese de özellikle 0-10 yaş arasındaki çocuklar etrafındaki bütün problemlerden kendilerini sorumlu hissetme eğilimindedirler.)
İşte bütün bu nedenlerden ötürü benzer söylemlerin çocukların yanında tekrarlanmamasına dikkat ediyor ve onların bana olan güvenlerini sarsmamak için her paylaştığımızı aileye aktarmamaya da özen gösteriyordum.
Yedinci sınıf öğrencisi, üç kardeşten ortanca olanı ve neredeyse bütün dersleri bir olan çocukla başbaşa kaldığımızda ilk soruyu o sormuştu:
“Ben dikkatsiz ve unutkanım. Acaba bu düzeltilebilir mi?”
Ona dikkatsiz ve unutkan olduğunu kimin söylediğini sorduğumdaysa ağlamaklı bir ses tonuyla cevap verdi:
“Sınıf öğretmenim ve bana bazı testler yapan ağabey.”
Dikkatini yoğunlaştırabildiği ve kolay anlayabildiği zamanlar üzerinde düşünmesini isteyince önce “yok” anlamında kaşlarını kaldırdı sonra başını kaşıyarak bir süre düşündü:
“4. ve 5. sınıfta karnem çok iyiydi. 4. sınıfta takdir, 5.’de teşekkür getirmiştim. “diye cevapladı.
Çocuğun gerek yüz ifadesinde gerekse konuşmalarında zekâ geriliği veya ifade güçlüğüne dair en ufak bir belirti görünmüyordu. Dersleri kısa bir süre öncesine dek bahsettiği kadar iyi olduğuna göre ve bu zaman zarfında herhangi bir kaza veya hastalık geçirmediğini kaydettiğine göre geçen yıl yediği bir yemek mi zekâsına dokunuvermişti de bir anda anlama problemi çekmeye başlamıştı?
Ancak dikkatsiz olduğuna öyle inanmış ve bu durumu öyle kabullenmişti ki; önceki başarılarını hatırlamakta bir hayli zorlandı. Buna rağmen kısa bir süre sonra sanki ağlar gibi konuşan o çocuk gitti, yerine başkası geldi. Ses tonu değişti, oturuşu dikleşti, dişleri görünecek şekilde gülümseyerek konuşur oldu.
Bazen zihnimiz bize bunu yapar. Biz olumsuz durumlara yoğunlaşınca, o da bir eliyle olumlu anların üstünü kapatarak, bütünü görmemizi engeller. Hatta kendimizle ilgili her konuya ve etrafımızdaki herkese yansıtma yaparak meselenin büyümesine neden olur. Böyle iken her şey gözümüze âdeta sisli ve karanlık görünür ki; biz de bu halin hiç bitmeyeceğini sanır, hayıflanırız:
· Her şey yetmiyormuş gibi bugün hava da çok bunaltıcıdır…
· Zaten bu otobüs de bir türlü gelmek bilmez…
· Aksi gibi zaman da bir türlü geçmez…
· Yine akşam oluvermiştir… Yine sabah oluvermiştir…
Masum, güzel yüzlü çocukla gelecekteki hayalleri üzerinde konuşmaya başladığımızdaysa gözlerinde parlaklık, yüzünün renginde bir açılma oldu. Ne olmayı arzuladığını merak ettiğimde dedi:
“Elektronik mühendisi olmak istiyorum.” Ve biraz durakladıktan sonra hayret dolu bir ifadeyle ekledi:
“Kimse bana bugüne kadar hayalimi sormamıştı…”
Aslında bir insanın ne konuştuğuna dikkat etmesek dahi nasıl hissettiğini beden dilinden anlayabilmemiz mümkündür. Çünkü beden dilini kullanmada otokontrol olmadığı gibi ona yalan söyletme imkânı da yoktur. Üstelik bugün iletişimde kullandığımız sözcüklerin sadece % 7, beden dili ve ses tonunun ise % 93 oranında etkili olduğunu yapılan araştırma sonuçlarından bilmekteyiz.
· Nefes alma, konuşma hızı ve ses tonu; genellikle göğüs nefesi alanlar tez canlı olup, hızlı konuşurlarken, diyafram nefesi alanlar daha ağır ve ritimli konuşurlar. Kişinin ses tonundaki değişimlerse onun değişen duygusal durumuyla ilgilidir.
· Duruş şekli; dik duruş dikkatle dinlemeyi, yana yaslanarak dinleme ilgisizliği, çoğunlukla titreme sıkıntıyı, baş eğik duruş şekliyse karamsarlığı ifade eder.
· El kol hareketleri; el, kol hareketlerinin yoğunluğu özgürlük ve güvenle ilgili iken kolları kenetleme direnç ve savunma hissini yansıtır.
· Deri rengi, dudak hareketleri; haz ve mutlulukta deri rengi ve dudakların açıldığı, hüzünlü halde iken kararıp, kapandığı görülür.
· Gözbebeği hareketleri; Sağ elini kullananlar için sağa bakışlar gelecekle ilgili tasarımları, sola bakışlar geçmişteki anıların hatırlanması anlamına gelir. (Sol elini kullananlar içinse sistem tersine işler.)
Sonuçta, kendimizi daha iyi ifade etmek adına beden dilimizi etkili kullanmayı öğrenmek, karşımızdakini daha iyi anlamak adına sözleri kadar onun beden dilinin de ne dediğini algılayabilmek ve onunla olan uyumu bu düzeyde de gerçekleştirerek değişimi oluşturabilmek bize iletişimde büyük kolaylık ve avantajlar sağlayabilmektedir.
Çekimserliğini gittikçe üzerinden atan küçük delikanlının ses tonundan ve oturuşundan rahatlığı gözlemlenebiliyor ve böylece aramızdaki uyum daha da artıyordu.
Onun oturduğu gibi dik, başım hafif sağa yaslanmış şekilde kollarımı sandalyenin kollarına dayadım. Onun gibi alçak sesle bazen sol, bazen sağ aşağıya bakarak onu dikkatsiz olmaya iten nedenleri anlayabilmek için bu kez de kendisinden olumsuz bir şey düşünmesini istedim. O da ilk olarak gözlerinin önüne evde annesiyle yalnız oturduğu bir ânın görüntüsünün geldiğini söyledi. Diyaloğa başladık:
“Nasıl olsa daha iyi olurdu?”
“Babam olsa daha iyi olurdu.”
“Peki, o nerede?”
“O hep bizden uzakta…”
“Yakınınızda olsaydı bu senin için ne anlama gelirdi?”
“O zaman belki benimle daha önceden olduğu gibi ilgilenir, beni sevebilirdi.”
Sonra annesinden öğrendiğim üzere babası uzun zamandan beri son iki yıldır da sıklıkla alkol alıyordu. Bu nedenle çoğu kez geceleri ya çok geç geliyor ya da hiç gelmiyordu. Çocuğun konuşmalarında da özellikle tekrarladığı ders çalışmaktan çok sıkıldığı idi. Aslında evden sıkılması ders çalışmak istemeyişine neden oluyor ve ısrarla oyun oynamayı bırakmayarak sokaktan eve bir türlü gelmek bilmiyordu.
Annesine niyetimin çocuğun güvensiz hissedişinde suçlu aramak olmadığını bilhassa böyle ilgilenen bir annesi olduğu için çocuğunun çok şanslı olduğunu belirttim. Kendisine anlayabileceği basitlikte ailenin özellikle de babanın sevgi göstermesinin, dokunmasının çocukların duygusal gelişimine olan rolünden söz ettim. Eşiyle konuşmayı önererek gerek çocuğun durumuyla ilgili gerekse alkol tedavisinin çözümü hakkında isterse kendisiyle özel olarak görüşebileceğimi kaydettim.
İki eliyle elimi sıkarak, samimi bir ses tonuyla teşekkür ederken genç annenin söylediklerimi bütünüyle anladığını görebiliyordum. Çünkü önemli olan bizim neyi, nasıl anlattığımızdan çok karşımızdakinin ne anladığı idi.
Daha sonraki paylaşımlarımızda onüç yaşındaki delikanlının zihninin adeta sildiği babası ile olan geçmişteki sevgi dolu özel anları, evde neşeyle ders çalışıp başarılı olduğu zamanları daha ayrıntılı bir şekilde hatırlattıkça kendisine olan güveni de hızla artmaya başladı. Gelecekteki hayalleri için adım adım neler yapması gerektiğiniyse birlikte ders çalışma programları yaparak netleştirdik.
Babası görüşmeye gelmemekle birlikte yaşam şeklini ve tercihlerini değiştirmemiş olmasına rağmen dikkatsiz denilen çocuğun bir ay içinde derslerindeki başarısının öğretmenleri tarafından fark edilir şekilde yükselmesi beni hiç şaşırtmamış ama çok mutlu etmişti.
Zira yeryüzündeki bir insana kendi gerçeklerini keşfettirmekten daha değerli ve daha keyif verici ne olabilirdi ki?
“Sen kendini basit bir şey sanırsın, ey insan
Oysa bütün kâinat sende gizlidir.
İlaç da sensin, şifa da sen…”
Hz. Ali
Kalbiyle Akledebilmek
Başarıyı belgelerde,
Huzuru sokaklarda,
İsmini kimlik kartlarında arayan insan
Sırtındaki endişe çantası kimlere ait?
Neden düşlerin geceden karanlık,
Korkuların umutlarından büyük?
Keşke kalbinle akledebilseydin,
Ayrıntıların perdelediği hakikati…
Sahte korkulardan birer birer kurtularak,
Bütün cevapları yeniden sorabilseydin…
Ağaçların gölgelediği,
Gökyüzünün kucakladığı,
Meleklerin önünde eğildiği kimdi?
Zamanın durduramadığı, ölümün bile öldüremediği
Sonsuzluk yolcusu kimdi?
Kimdi, kâinatın tek halifesi?
ASLI HATİCE ARUSAN
Psiko-zihin Uzmanı