Finansman Konusu Önemlidir!

0
946

Parayı veren düdüğü çalar.

Vergi ödül törenlerinde en hoşumuza giden şey, rahmetli Özal’ı dinlemek olurdu. Onun konuşmalarını dinlerken kendimizden geçerdik. Öyle konulara değinirdi ki her biri başka bir ufuk açardı bizlere. Ona göre ülkemizde yapılamayacak hiçbir şey yoktu. Yeter ki pazarı olsun ve finansman sorunu bulunmasın. Onun gözünde, bilgi ve teknoloji konusu işin olmazsa olmazıydı ama bizim insanımızın o özellikleri kazanması zor değildi. Pazar ve finans şartları oluştuktan sonra üretim yapmak kolaydı.

Finansman konusu çok önemlidir. Özkaynakların az olduğu yerde, tek çare dış kaynaklardan yararlanmaktır. Bunun yolu da kredi almaktan geçer. O zaman da finansman konusu ön plana çıkar. Çünkü, bu nedenle ortaya çıkacak ek maliyetleri uygun şekilde fiyatlarına yansıtmayı beceremeyen veya finans sorununu verimli bir şekilde çözemeyen kuruluşlar küçülmeye, hatta batmaya mahkûmdur.

Finansman denilince yıllar önce tanık olduğum bir olay geldi aklıma: Ben o zaman bir taahhüt firmasında çalışıyordum. Çeşitli şantiyelerde işlerimiz vardı. Bazılarını tek başıma götürürken, bazılarında şirket ortaklarının nezaretinde iş görüyorduk. .O işlerden biri de Kenter Tiyatrosu’ydu.

Bütçeleri gerçekten çok kısıtlıydı. Biraz da o nedenle elimizden geldiğince özen gösteriyor ve her şeyi mühendisçe çözmeye çaba sarf ediyorduk. Yani, “en iyiyi en ucuza” mal etmeye çalışıyorduk. O güne kadar özel tiyatroların böylesine büyük bir projeye giriştikleri pek görülmemişti. Aslına bakılırsa yine de başarmaları çok zor olacaktı ama kimin fikriydi bilmiyorum; çok değişik bir uygulama başlattılar. Tiyatronun koltuklarını sattılar. Hem de, Özal’ın sansasyon yaratan benzer girişiminden çok önce gündeme getirdiler bu çözümü. Koltuk fiyatı 5.000 TL.idi. O zaman benim maaşım da net 2.500 TL. olduğuna göre fena bir rakam olmadığını düşünebilirsiniz. Kısa zamanda salonun bütün koltukları satıldı. Satıldı dediysem, aynen rahmetli Özal döneminde köprülerin satışına benzer bir düşünceydi bu. Bağış olarak 5.000 TL. veren, sanıyorum on yıllık süre için, bir koltuk sahibi oluyor ve o koltuğun arkasına adı yazılıyordu. Sonra her oyunun galasında o koltukta, sahibi kim ise o oturuyordu. Kimler yoktu ki koltuk sahipleri arasında. İstanbul’un kalburüstü tüm şahsiyetleri tiyatronun yapımına büyük katkıda bulundular. Balkon koltukları bu satışın dışında tutulmuştu. Onu da neden yaptıklarını anlamakta zorluk çekmedik. Çünkü özellikle galalarda kendilerine de yer kalması gerekiyordu.

İlk açılışı Hamlet oyunu ile yaptılar. Galaların da galası sayılabilecek ilk oyun için bana da gönderilen, daha önceki dönemlerin tiyatrolarını başlangıçtan itibaren temsil eden motiflerle bezenmiş davetiyelerin üzerinde “Şeref Misafirleri Gecesi” yazıyordu. Eşimle beraber o muhteşem geceye katılmanın heyecanını uzun süre yaşadık. Davetiyelerimizi de uzun süre sakladık. Kimler yoktu ki o gece. Ünlü işadamları, sanatçılar, bürokratlar, tanıdık tanımadık kalburüstü simalar, Zeki Müren bile gelmişti.

Hayatım boyunca çeşitli işler yaptım. Değişik insanlarla tanışma fırsatı buldum. Sayın Yıldız Kenter ve Rahmetli eşi Şükran Güngör gibi olgun insanlara çok az rastladım. Onlar çeşitli rolleri en kolay şekilde oynayabilen yetenekli insanlardı. Ama onları tanıyınca bir şeyi fark ettim; gerçek hayatları için seçtikleri rol, sadece ve sadece iyilik, güzellik ve doğruluk üzerineydi. Ve o rolü bıkmadan, aksatmadan öyle güzel oynuyorlardı ki hayranlık duymamak elde değildi.

Bugünün modern girişimcileri, bir işe başlamadan önce, o konuyla ilgili olarak bütün olasılıkları kapsayan ve adına “fizibilite” ya da “yapılabilirlik araştırması” denilen bir dosya hazırlıyorlar. O dosyanın ilk sayfalarının, öz kaynak ve finansman konuları olduğunu rahatça ifade edebiliriz.

Öfke ve Hırs Girişimcinin Düşmanıdır.

Kızgınlık ateşi önce sahibini yakar.

Girişimci geniş görüşlü bir insandır. Onun öfkeyle, hırsla pek işi yoktur. Hırsını yenemeyenin, bir gün olup hırsına yenileceğini çok iyi bilir. Adımlarını ölçülü atar. Karar vermeden önce çok düşünür. O kararı uygulamaya koyduğu anda ise olabildiğince sakindir. Çünkü o; daha önceden, kendi içinde yapması gereken savaşı yapmıştır. Onun için artık, kesin bir kararlılık vardır. Uğruna savaş verilen bir dava vardır.

İş hayatı, hırsına ve öfkesine yenilen, girişimciliği becerememiş insanlarla doludur. Bunlardan bir tanesi var ki aklıma geldikçe gençlere anlatırım: Bizim öğrencilik yıllarımızda Arçelik ismini bilen yoktu. Firma, Lütfü Doruk tarafından kurulduğunda çelik dolap masa sandalye ve pencere doğraması üretirken; Koç ile ortaklığa girer girmez hızla büyüdü. Konu olarak da, eski üretimlerden kazanılan deneyimlerden yararlanılarak, bildiğimiz beyaz eşyaya yöneldiler. Sonra sermaye artırımları geldi. Sonra ortaklık yapısı değişti. Gebze’ye taşınma öncesinde, Lütfü Doruk ortaklıktan ayrıldı. O hızla ve hırsla, matkap ve ona benzer elektrikli ev aletleri üreten Presiz Firması’nı satın aldı. Bir süre sonra, firmanın ismi Presiz Evsan’a dönüştü. Yani işin açıkçası Lütfü Doruk, bir şekilde elinden kaçırdığı Arçelik’in konularına girme cüretini gösterdi. Sonrası malum. Büyük bir rekabet başladı iki firma arasında. Bu duruma büyük balık ile küçük balığın öyküsü gözüyle de bakılabilir. Olaya Lütfü Doruk yönünden bakılırsa sonuç malûm: İflas, kahır ve ölüm.

“Öfkeyle kalkan zararla oturur” sözü boşuna söylenmemiş diye düşünüyorum. İş adamını bırakın; normal hayattaki bir insanın bile öfkeyle, kızgınlıkla bir yere varamadığı her zaman görülmüştür.

İş hayatında öfkenin ve intikamın yeri yoktur.

Gerçek Girişimci Şımarmaz

Ne oldum deme, ne olacağım de.

Girişimcilik zor bir zanaattır; çünkü o boyundan büyük sorumlulukların altındadır. Yaptığı işin durumuna göre; belirli bir yatırımı, stokları, alacakları, borçları ve en önemlisi çalıştırdığı elemanları vardır. Özellikle eleman konusu, hepsinden daha önemlidir. Çünkü çalışanların sigortaları, vergileri ve en önemlisi ücretleri tümüyle peşin ödenmek zorundadır. Elektrik ücretleri de benzer şekilde ödenmektedir. Ayrıca, KDV’ler de büyük yükler oluşturmaktadır. Dar bir açıdan bakıldığında karşı taraftan alındığı söylenebilir ama işin aslı farklıdır. Çünkü, katma değer vergileri devlete bir ay sonra ödenmekte ama müşterilerden satış vadesine bağlı olarak, aylar sonra tahsil edilmektedir. Oysa alacakların tahsili belirsizdir. Kredi kullanmanın kelime karşılığı ise, bile bile darağacına bağlanmaktır. Sonrası şansınıza kalmıştır. Ülkede ufacık bir kriz çıkmaya görsün; en başta bankalar olmak üzere, bütün alacaklılar sözleşmişçesine bir anda başınıza öyle üşüşürler ki, neye uğradığınızı şaşırırsınız. Savaş hâlleri ise bu işin tuzu biberidir. O zaman panik kuralları geçerlidir. Biliyoruz ki paniğin zararı korkulandan çok daha fazladır.

Ülkenin birinde büyük bir savaş yaşanmış. Zor günler o kadar uzun sürmüş ki bütün dengeler değişmiş ve sonunda, yeni bir düzen oluşmuş. Hatta ufaktan sosyal etkinlikler de başlamış. Böyle etkinliğin yaşandığı bir baloda, ülkenin elit tabakası bir araya geliyor. Şöyle bir söyleşiyi gözünüzün önüne getirin. Bir tarafta savaş öncesinin kalburüstü kişilerinden yaşlı bir adam, üzerindeki smokin oldukça eski ve yer yer eprimiş durumda. Besbelli, savaştan büyük kayıplarla çıkmış. Tam karşısındaki ise, 30-40 yaşlarında, tıknaz, pancar suratlı biri. Üzerinde ilk defa giyildiği kolayca fark edilebilen yepyeni bir kıyafet. Harp sonrası gelen âni zenginliği henüz hazmedemediği her halinden anlaşılıyor. Pervasızca bir soru soruyor gün görmüş yaşlı adama:

-Smokininiz ne kadar da eski modelmiş?

Yaşlı adamın yanıtı oldukça ilginç;

-Bizde, savaştan önce de vardı evlâdım.

Aslında böyle durumlara düşmek çok acı. Kötü durumdan iyiye geçmek kolay da, kötüye alışmak çok zor. Hele eşinizin ve çocuklarınızın yıkılan dünyalarını onarmak, başlı başına bir sorun. Eskiler, “ayağını yorganına göre uzat” derken bilerek söylemişler. Ama onlar da, yorganınıza birilerinin göz dikebileceğini düşünmemişler.

Girişimci, her türlü olasılığı düşünmek zorundadır. Onun sorumlulukları, “büyük başın büyük derdi olur” anlamında; işinin büyüklüğü oranında artar. Onun yaşantısında, “har vurup harman savurmak” yoktur. Çünkü o, akan suların bir gün âniden durabileceğini bilir.

Girişimcinin şımarmaya hakkı yoktur.

Başarı Ekip İşidir.

Bir elin nesi var? İki elin sesi var!

İş hayatında, her başarının ardında bilgili, deneyimli, uyumlu ve özverili bir ekip olduğu hiçbir zaman gözardı edilmemelidir. Her ne kadar temsili olarak ön plana çıkanlar olsa da, gerçek başarı arka plandaki isimsiz kahramanlar tarafından gerçekleştirilmiştir. Eskiler, “alet işler el övünür” derlerdi. Bugün ise, “ekip çalışır, lider övülür” desek daha doğru olacak.

Özellikle kurulu düzenin başına geçip kısa sürede başarılı performans çizen bazı yöneticiler, o havanın rüzgârına kapılıp kerameti sadece kendilerinden biliyorlar. Bunun en açık belirtisi olarak “biz” yerine “ben” demeye başlıyorlar. O şanslı kişiler; maddî yatırımlar yanında, değeri ölçülemez boyuttaki insan kaynakları denilen mirasa konduklarını nedense kabullenmek istemiyorlar. Her başarıyı kendilerinin kazanmış olduklarını düşünüyorlar. Dolayısıyla da çok geçmeden, en büyük payın kendilerine ait olduğu yanlışına düşüyorlar. Yarım asra yakın süregelen iş hayatımızda, kerameti kendinden bilen öyle insanlara rastladık ki kendi başlarına giriştikleri işlerden yedikleri tokatlardan sonra gerçeği görebildiler.

İki-üç yıl önce, Bandırma’ya giden feribotta tanıştığımız biriyle tatili konuşurken, söz döndü dolaştı işleri gençlere devretme konusuna geldi. Adamın o gün; “genç adama koltuk, sekreter ve araba verirsen; rahata alışır söner gider, ya da hırsa kapılır kaçar gider” şeklindeki sözleri hâlâ kulaklarımda. Rahata alışanın sönüp gidebileceği olağandı da, hırsa kapılıp kaçıp gideceğini anlamak için yeni deneyimler gerekiyormuş. Yeni yetmelerin, kurulu düzenin başına geçip, süregelen başarıları kendilerine mal ederek hırsa kapılmaları ve “bütün küçük dağları ben yarattım” demeleri için fazla beklemeniz gerekmiyor. Bütün başarılardan ânında “aslan payı” almak istiyorlar. Bu arzuları hemen yerine gelmeyince de, ya kaçıp gitme olayı kendiliğinden gerçekleşiyor, ya da siz gönderiyorsunuz.

Eskiler; “at binenin, kılıç kuşananın” demişler. Yıllarca yöneticilik yapmış bir aile şirketi yöneticisi olarak, kendimizi küçük görmeye ve bindiğimiz dalı kesmeye elbette niyetimiz yok. Çünkü yöneticilik, gerçekten bambaşka bir sanat. İş dünyası, o sanatın üstün sanatçılarını büyük beğenilerle izliyor. O yöneticilerin, tabiri caizse, yerlerde sürünen şirketlerin başına geçip nasıl harikalar yarattıklarını herkes görüyor.

Ama bilinen bir gerçek daha var ki o harika çocuklar önce ekiplerini düzene sokuyorlar. Gereğince değişiklik yapıyorlar, yeterince eğitim sağlıyorlar. Sonunda, başarıya odaklanmış bir ekip oluşuyor ve serüven başlıyor.

Aslında aynı sistemin devlet yönetiminde de olması gerekir. Tamamen liberal görüşlü bir partinin iktidara geldiğini ve mevcut kadronun farklı görüşte olduğunu düşünün. O yönetimden ne bekleyebilirsiniz? Devlette de aynı görüşün yerleşmesi ve bu anlayışın kanunlarla desteklenmesi gerekiyor. Bize göre, bu kadar geri kalışımızın ardındaki temel neden de bu olsa gerek. Neyse ki özel hayatta bu sıkıntılar yok. Yönetim değişikliği anında ekibe de uygulanabiliyor.

Girişimci Zamanı da Yönetir

Zaman ve sözler dikkatli kullanılmalıdır. Çünkü ikisi de geri alınamaz.

Geçenlerde, sivil toplum kuruluşlarını bir çatı altında toplama amacı güden uluslararası bir toplantıya katıldım. Delegelerden biri kürsüde sözlerine başlamak üzereyken oturum yöneticisi uyarıda bulundu ve konuşmasını yedi dakikada bitirmesini istedi. Bu uyarı üzerine adamın söylediği söz çok ilgimi çekmişti: “Zaman bir kılıçtır, doğru kullanamazsanız sizi keser.”

İş vaktin, idare nakdin güzel kullanılması demekmiş. İşini bilene bir gün, üç gün yerine geçermiş. Harcını bilene ise, tasarrufun gelir yerine geçtiği söyleniyor.

Devir hesap devri. Günümüzde her şey bollaşmış gibi görünmekle beraber, aslında hepsi de daha zor elde edilir oldu. Özellikle de zaman paha biçilemez değerlerde. Çünkü onun bollaşması diye bir şey yok. Takvimden her kopardığımız yaprak, her zaman 24 saate tekabül ediyor. Her saatte ise 3600 saniye var. Bu hesaba göre bir gün 86400 saniyelik değişmez bir zaman dilimi oluşturuyor. Günümüzde her şey zamanla ölçülür oldu. Emekle ilgili bütün sözleşmeler zamanla bağlantılı olarak yapılıyor. Maliyet hesaplarında işçilik ücretlerini, saat ya da dakika cinsinden alıyoruz. Yani zaman çok kıymetli.

Artık bütün işletmelerde zaman etütleri yapılıyor. Maliyetleri düşürebilmenin yolu, zamanı kısaltmaktan geçiyor. Bu amaca dönük olarak otomasyona gidiliyor. Ama daha önemlisi var: gecikmemek. Maliyetler bir anlamda, kârlılığınızı ilgilendiriyor. Oysa, firmanızın geleceği ile ilgili önemli kararları almadaki gecikmeler sizi bir anda çağdışı yapabiliyor. O zaman kârdan değil, işletmenizin kapısına kilit vurmaktan bile söz edilebilir. Günümüzün girişimcisi, zamana karşı yarışan bir sporcudan farksız değil. Aradaki tek fark yarışılan kulvarlarda.

Bize göre; bugünün modern işletmelerinde muhasebe, finans, pazarlama ve benzer isimler yanında “zaman yönetimi” adı altında yeni bir bölüm açmayı da düşünmek gerekiyor. Bildiğimiz kadarıyla, inşaat şantiyelerinde bütün programlar zamanı ve işleri bir arada gösteren tablolar şeklinde yapılıyor. Aslında bütün işletmelerin zamanla ilgili değerlendirmeleri var. Ama bizim anladığımız tarzda, zamanı en ön planda tutan çalışmalar yeterince belirlenmiş değil. Yakın bir gelecekte, “zaman mühendisliği” diye bir meslekten söz edilirse şaşırmayın.

Zamanın yokluğundan yakınanlar, zamanı iyi kullanmayanlardır.

Arz Talep Kanunu Önemlidir

Fiyatları yükselten de, alçaltan da Allah’tır.

Hadis

Ben ekonomist değilim. O konuda fetva vermek elbette hakkım değil. Ama bir mühendis ve sanayici olarak bu konuda bir şeyler söylemekte de sakınca görmüyorum. Ayrıca belirtmem gerekirse; Biz de iktisat dersini ciddi anlamda okuduk. Hocamız, Sayın Prof. Dr. Zeyyat Hatipoğlu’ydu ve “İktisat İlminin Esasları” isimli kitabi o kadar anlaşılır bir dille yazılmıştı ki İktisat Fakültesinde öğrenim gören birçok arkadaşımız sınavlara bizim kitabımızdan hazırlanırdı.

Bize göre; “arz ve talep” iktisat ilminin altın kuralıdır. O öyle bir kuraldır ki ne ülke, ne sınır ne de zaman tanır. O her devirde hüküm süren bir olgu, ilgili-ilgisiz herkesin bilmesi gereken bir ekonomi yasasıdır. Ama üzülerek belirtmeliyim ki ekonomi eğitimi görmüş birçok insanımız bile, o altın kurala yeterince inanmıyor.

Sevgili Peygamberimiz zamanında Medine’de kıtlık ve pahalılık baş göstermiş. Sahabeden bazı ileri gelenler huzura çıkıp istekte bulunmuşlar:

-Ya Resulallah, fiyatlar dayanılmaz şekilde yükseldi. Bir narh koyup kısıtlasanız da rahatlasak.

Hazreti Peygamber’in verdiği yanıt çok ilginç:

“Alan da, veren de, rızıklandıran da, fiyatları sınırlayan da Allah’tır. Ben; ne can, ne de mal bakımından ondan isteği olan biri olarak Allah’a kavuşmak istemiyorum.” Arz ve talebe inanmayanların, bu sözler üzerinde uzun uzun düşünmeleri gerek.

Bir ülke düşünün. Başta hava şartları olmak üzere, ürünü etkileyen her konuda olumlu gelişmeler yaşanması sonucu bol ve kaliteli ürünler elde edilmiş. Satıcıların elinde fazlasıyla stok var. Oysa alıcılar belli. Bu şartlar altında fiyatlar elbette düşecektir.

Bir de tam tersini varsayalım. O ülkede hiç yağmur yağmamış olsun. Ya da, don olayı veya dolu benzeri afetler nedeniyle ürünler tarlalarda kalmış, yeterince hasat yapılamamış olsun. Başka yerden ürün getirme şansı da yoksa, fiyatların yükselmesi kaçınılmazdır. Arada elbette bazı sapmalar olacaktır. Ama unutmayalım ki “istisnalar kaideyi bozmaz.”

Bu arada, ülkeyi yönetenlere de büyük görevler düşmektedir. Piyasaların normal koşullar altında ve serbest rekabet altında yürümesini sağlamak devletin asil görevleri arasındadır. Birtakım fırsatçılara meydanı boş bırakmamak açısından hükümetlere ve medya kuruluşlarına görevler düşmektedir.

Esasen, artık fiyatları belirlemenin mantığı da değişti. “Maliyet artı kâr” mantığı, yerini çoktan “piyasada geçerli fiyat” anlayışına bıraktı. Maliyet hesapları, sadece o şartlara uyabilmenin önlemlerini almak açısından yapılıyor. Eğer maliyetleri düşüremiyorsanız, bırakınız kâr etmeyi, bir miktar zararı bile göze alsanız, rakiplerine nazaran başka üstünlüğü olmayan pahalı malı satmanız çok zor, hatta imkânsız bile sayılabilir.

Piyasaların, “uzun vadeli” olarak da nitelenen normal işlediği durumlarda, birtakım dalgalanmalar olsa da gerçek fiyatlar mutlaka oturur. Önemli olan beklenmeyen paniklere karşı gerekli önlemleri yerinde ve zamanında almaktır. Ayrıca, çok iyi bilinmelidir ki yaşanan afet ya da kuraklık nedeniyle zaten az ürün elde eden üreticinin malına narh koymaya kalkarsanız, onu zarara uğratabileceğiniz gibi, gelecek yıllara dönük üretim yapma heveslerini de kırmış olursunuz.

Yıllar önce; Demokrat Parti döneminde, özellikle de 6-7 eylül olayları sonrası başlayan kıtlık ve karaborsa dönemlerinde ülkeyi yönetenler, piyasa şartlarını geniş çerçeve içinde oluşturmaya çalışmak yerine, “milli korunma kanunu” adı altında fiyatları kısıtlama yoluna gittiler. Sonunda karaborsacılar daha zengin olurken, küçük esnaf büyük zararlar gördü. Stokçular keyifle purolarını tüttürürken, onlar hapsi boyladı. Mala gerçekten ihtiyacı olanlar da, paraları oranında ve piyasa şartlarında satın almalarını sürdürdüler. Aslında bu olay için, Demokrat Parti’nin çöküşünün başlangıcı da denilebilir.

Devletin asıl görevi, belirli öngörüler ışığında ve daha çok, heveslendirme ve yönlendirme mantığıyla çözümler oluşturmaktan ibarettir.

Fiyat Belirlemek Zor İştir

Bir malı beğenen, etiketini kabullenmek zorundadır.

Bir önceki bölüme fiyatlarla ilgili bir hadisle başladıktan sonra, fiyat belirlemekten söz etmek bazılarına abes gibi gelebilir ama unutulmamalıdır ki arz-talebin ışığında da olsa her girişimcinin en önemli işi fiyatları en optimum şekilde belirlemektir.

Fiyatlar düşük olursa, zarar kaçınılmaz olabileceği gibi, çok yüksek belirlenmiş fiyatların satışlara ters etki ederek aynı şekilde zarara yol açabileceği de unutulmamalıdır. Önemli olan piyasa şartlarına göre hareket etmektir. Maliyet artı kâr mantığı önemini kaybetmiş olsa da, zararına mal satmamak açısından maliyet hesapları yapmak kaçınılmazdır.

Fiyatlara etki eden çeşitli faktörler vardır. Bunların başında genel anlamda maliyetler gelmektedir. Eğer bütün üreticilerin maliyeti yüksek ise, fiyatların da yüksek çıkması kaçınılmazdır. Yok eğer, sadece sizin maliyetiniz yüksek çıkıyorsa, bir yerde hata var demektir. O zaman ya maliyeti düşürmenin yolunu bulacaksınız, ya da o işten vazgeçeceksiniz.

Bir ülkede istikrarlı ortam oluşmamışsa fiyatlar yükselmeye mahkûmdur. Durmadan büyüyen enflasyon da aynı etkiyi yapar. Özellikle vadeli satışlarda enflasyonun ve kredi faizlerinin yüksekliği fiyatlara kamçı etkisi yapar. Fiyat listeleri hazırlanırken, kaç aylık vadelerle satış düşünülüyorsa fiyatlar o oranda yüksek tutulur. Mesela; yıllık enflasyon yüzde 30, aylık finansman masrafı aylık enflasyonun 2 katı olarak yüzde 5 ise, 6 aylık vadeli satışlarda bunun fiyata yansıması minimum yüzde 34 civarında olacağından liste fiyatı 100×1.34=134 lira olur. Şimdi bir de enflasyonun hızla düşmeye başladığı bugünkü şartları ele alalım. Diyelim ki bir yıl önce liste çıkarmışız; yeni maliyetler kabaca, az olan yeni enflasyon oranı kadar artacaktır. Bu artışın yüzde 10 olduğunu farz edelim. Önceki listeye baz olan peşin fiyatımız 100 lira ise yenisi 110 lira olacaktır. Bu durumda, aylık finansman masrafı, yine aynı mantıkla yüzde 1.66, bunun. 6 ay vadeli fiyata yansıması ise yüzde 10.4 civarında olacağı için yeni fiyat:110×1.104=121.4 lira olmalıdır. Yani, aslında hâla az da olsa, enflasyon vardır, dolayısıyla ürünün maliyeti artmıştır ama buna rağmen vadeli satış fiyatı takriben yüzde 10 civarında gerileyerek 134 liradan 121.4 liraya düşmüştür. Oysa bizim ülkemiz tezatlar diyarı olduğu için hesapları böyle yapmak birçoğunun işine gelmemektedir. Bu gariplik, özellikle çok uzun vadeli durumlarda şaşırtıcı boyutlara ulaşmakta ve başta dar gelirliler olmak üzere birçok insanı perişan etmektedir.

Bu olay bazı ürünlerde daha da garip durumlara neden olmaktadır. Tereyağı ile peyniri ele alalım. Süt miktarı açısından bakıldığında, 1 kg. tereyağının yapılması için gereken süt miktarı peynirinkinden çok daha fazladır. Ayrıca, tereyağı üretimi peynire nazaran daha çok işçilik gerektirir ama bu ülkede yıllardır peynir fiyatları tereyağının kinden fazladır. Çünkü, tereyağı üretimden hemen sonra satışa sunulabildiği hâlde, peynirin en az 3 ay bekletilmesi gerekmektedir. Genelde bu süre çok daha uzundur. Bu ise peynir fiyatlarını olumsuz etkilemektedir.

Özellikle tarım ürünlerinde karşılaştığımız garip bir durum da, her ürünün değeriyle orantılı fiyatlarının oluşmamasıdır. Küçük taneli ve toplanması zor olan ürünlerde fazla işçilik nedeniyle fiyatlar anormal şekilde yüksek olabilmekte ve bu nedenle satılamamakta ve zaman içinde bu tarz ürünler üreticiler tarafından toplanmayıp dalında kalabilmektedir.

Ayrıca, “turfanda” denilen erken olgunlaşan ürünler, yüksek fiyatla satılma şansı bulabildiği için üreticinin yüzünü güldürmektedir. Seracılığın gelişmesi ile birlikte bazı değişimler olsa da, birtakım ürünler o üstünlüklerini hâla sürdürüyor. Bu arada bazı tezatlar da yaşanmıyor değil. Örneğin, papaz eriği dediğimiz yeşil erik, döneminin en değerli meyvelerinden olduğu hâlde, olgunlaşınca para etmemekte, benzer bir şekilde yaş üzüm kuru üzümden daha fazla gelir getirmektedir. Bazı ürünler ise, bir anlamda tembelliğin ödülünü almakta, geç olgunlaşarak “son turfanda” adı altında iyi fiyatlarla satılabilmektedir.

Bazı ürünlerin fiyatları ile ilgili tutarsızlığı belirtmek açısından, bir arkadaşımın pekmez hikâyesine değinmeden geçemiyeceğim. O, 8 kg. üzüm şırasından, üstelik kaynatmak için saatlerce enerji kullanarak pekmez yapmaya çalışırken, eşinin önerisiyle irkilivermiş: Pekmez yapacağına şarap yap. Hem fire vermez, hem de yakıt ve emek harcanmazsın.

Bir de talep elastikliği vardır ki bazen her şeyin önüne geçer. Kar, fırtına deprem gibi panik dönemlerinde, özellikle ekmek satışları, ertesi gün çöpe atılsa da çılgınca artar. Ekonomik kriz dönemlerinde, insanlar öncelikle zaruri ihtiyaçlarını ön planda tutarlar. Böyle durumlar en çok eski alışkanlıklardan kurtulamamış fırsatçılara yarar. Onlar, gizli veya açık, bir şekilde fiyatları arttırırlar.

Fiyatlarla ülkelerin istikrarı bire bir ilişkilidir

Müşteri Memnuniyeti Çok Önemlidir

Müşteri her zaman haklıdır.

Eskiden, birçok dükkânın duvarında rastladığımız bazı yazılar vardı. Bazıları “veresiyemiz yoktur” diye kestirip atarken, bazıları veresiye satanın düştüğü zor durumu anlatan resimli levhalar asarlardı işyerlerinin duvarlarına. Çocukluğumda, dükkânın birinde gördüğüm tekerleme hâla hatırımda:

Veresiye veremem

Ardın sıra gelemem

Gelsem bile bulamam

Bulsam bile alamam.

O zaman, “müşteri memnuniyeti ile ilgili olarak gördüğüm bir ibare beni çok etkilemişti: Şikâyetinizi bize, memnuniyetinizi dostlarınıza anlatın.”

Günümüzde müşteri memnuniyetine çok önem veriliyor. Çünkü biliniyor ki işleri geliştirmenin, başarıyı yakalamanın başka çaresi yok. Zaten ISO 9000 sisteminin 2000 versiyonunda öne çıkan tema da müşteri memnuniyeti. Konuyla ilgili olarak çok önemli çalışmalar yapılıyor. Bunların başında da anketler geliyor. Ancak; anketlerin akıllıca yapılması gerekiyor. Muhtemel şikâyetler önceden tahmin edilmeden ve karşı tedbirler düşünülmeden hazırlanan sorular, bir anlamda, “yarayı kaşıma” anlamına gelebilir ki faydadan çok zarar getirebilir.

Her girişimci firmasının yumuşak karnını iyi bilir. Dolayısıyla da, sorularda hangi konulardan uzak kalınacağı önceden bellidir. Anketlerin amacı, elbette gerçek durumu ortaya çıkarmaktır ama soru sormanın da bir inceliği vardır. Anket formlarını hazırlarken, karşı tarafın özgürce ve geniş bir bakış açısıyla yanıt vermesini sağlamak amacı güdülmelidir ama firmanın negatif yönlerini ortaya çıkaracağım derken zaaflarını aşikâr etmenin de anlamı yoktur. Eskilerin tabiriyle, “kaş yaparken göz çıkarmak” buna denir.

“Saçın-sakalın ak mı kara mı olduğu berberde belli olur” derler. İyi hazırlanmış bir anket, berberin makası, usturası gibidir. Oradan çıkacak sonuçlar gerçeğin aynasıdır. Gerçek girişimci, o sonuçlardan hareketle yepyeni bakış açıları ve anlamlı dersler çıkarabilir. Alacağı önlemlerle firmasını çok daha yukarılara taşıyabilir.

Her şeyi bizim istediğimiz gibi değil, oldukları biçimde görebilmek önemlidir.

Emek Yoğun İşler

Alet işler el öğünür.

Yıllar önce bir gazetede okumuştum. O sıralarda Portekiz’de hemen hemen her evin altında bir atölye varmış. Bunların çoğu da kalıp atölyesi imiş. Bir bakıma ülkemizde de uzun yıllardan beri, özellikle Denizli ve civarında bulunan yerleşim birimlerindeki evlerin çoğunda, küçük çapta dokuma işleri yapılan atölyelerin varlığı biliniyor.

Ayrıca son zamanlarda, “ev ofis” diye adlandırılan yeni bir çalışma biçimi de giderek yaygınlaşıyor. Emekli yaşına gelmiş deneyimli elemanlardan bir süre daha yararlanmak amacıyla başlatılan bu moda, son zamanlarda ülkemizde de görülüyor. Bu uygulamadaki espri ise, eskilerin “ispat-ı vücut” dedikleri “işyerinde devamlı olarak bulunma” olayının ortadan kalkması anlamını taşıyor.

Her iki hâlde de, serbestlik başta olmak üzere birçok kolaylık yanında, zamandan ve yol masraflarından başka daha pek çok konuda tasarruf sağlanıyor. Ayrıca, Hazine Müsteşarlığı’ndan kaynaklanan bilgilerden öğrendiğimiz kadarıyla, bir işçinin istihdamı için büyük işletmelere gereken yatırım tutarının, kısaca KOBİ denilen “Küçük ve Orta Büyüklükteki İşletmeler”e nazaran üç kat fazla olduğu gerçeğinden hareketle, ev atölyelerinin ne kadar ucuza kurulabileceği de açıkça belli olmaktadır. Bu sayede, çok daha az bir yatırımla çok daha fazla insanımıza iş imkânı sağlanabilecektir.

Gerçi yurdumuzun her yanında kurulan ve kurulmakta olan sanayi siteleri de aynı amaca dönük olarak gösterilebilir ama o siteleri kuranların ağırlıklı olarak küçük sanayici ve esnafımızdan oluştuğu, dolayısıyla gerek acemilikler gerekse kaynak noksanlığı nedeniyle yaşanan gecikmeler yüzünden “astarı yüzünden pahalı” denilebilecek maliyetlerin ortaya çıktığı bilinmektedir. Üstelik bu türden sitelerin ortakları da, özellikle ödeme güçleri açısından eşit düzeyde olamadıkları için, tavşanlarla kaplumbağalar, kaplumbağa hızıyla yarıştırılmakta, inşaatlar ödeme gücü en az olan üyelere göre yürütülebilmektedir.

Ev atölyelerinin organize edilmesi elbette kolay bir iş değildir. Çünkü en azından, kalite ve istikrar açısından göz ardı edilemeyecek zorluklar var. Daha önemlisi; “mevzuat hazretleri” dediğimiz büyük bir engel var ki insanı bırakın iş yaptığına, doğduğuna bile pişman edebiliyor.

Şu anda evlerinde, kahve köşelerinde, sokaklarda, hapishanelerde ve daha pek çok yerde, boşta bekleyen milyonlarca işsiz insanımız var. Hatta kapkaç olayları bile, bir anlamda işsizliğe dayanıyor. Birtakım vergi ve sigorta kavramları bu mantıkla düzenlenir, böyle bir yapılaşmanın önündeki engeller aşılabilirse, en kısa zamanda istihdam konusunda büyük patlamalar yaşanabileceğinden hiç kimse kuşku duymamalıdır. O zaman, yemek ve yol paralarından tutun da, sigorta ve vergi kesintileri ile, dünyada en yüksek oranda hesaplanan kıdem tazminatları gibi çeşitli yükümlülükler yanında, işyeri oluşturulması için gereken yatırım giderleri de ortadan kalkacağı için, orta ve büyük çaptaki birçok firma, hatta küçük boyutlardaki yatırım masraflarını da üstlenerek, emek yoğun işleri fason olarak yaptırmaya yönelecektir.

Devletimiz, eğer bu düşüncelerden yola çıkarak gerekli düzenlemelere gidebilir, sistemi işverenlerce açıklıkla ve çekinmeden kullanılabilir hâle getirebilirse, çok kısa bir zamanda işsizliğin kökü kazınabilecek, az veya çok, herkesin nafakası çıkacaktır.

O zaman, kalite ve istikrar konusu da sorun olmaktan çıkacaktır. Çünkü o görevi, ev atölyelerine iş yaptıran daha gelişmiş firmalar bizzat kendileri üstlenmiş olacaktır. Hatta, o organizasyonlarda kullanılabilecek beyaz yaka dediğimiz eğitimli ve deneyimli insanlar bile, ev-ofis anlayışıyla çalıştırılabileceği için, bir taşla birkaç kuş vurulmuş olacaktır. Bu arada, birtakım gözü kara kuruluşların zaten yapmakta oldukları bu uygulama legal hâle gelecek ve sistemden bütün ülke girişimcileri huzur ve güven içinde yararlanabileceklerdir.Yeniden yapılandırılacak bu sektör için, çalışan aile fertlerini de kapsayan basit bir sigorta ve vergi sistemi geliştirilebilirse, son zamanlarda iyice yaygınlaşmış kaçak yabancı işçi çalıştırılması da çekiciliğini kaybedecek, en azından, o kaynaklardan kendi insanımız yararlanacaktır.

Bu konuda yapılması gereken yenilik, ana firmaya fason üretim yapan ev atölyelerinin KDV ödemelerinden muaf tutulmalarıdır. Buna karşılık, ana firmalar yaptıkları ödemeleri işçilik gibi göstereceklerinden, kesecekleri faturalara katma değer vergisini de ilave edecekler, dolayısıyla bu konuda devletin hiçbir kaybı olmayacaktır. Böylelikle ev-ofislerin ve ev atölyelerinin KDV formalitelerinden kurtulmaları sağlanmış olacaktır.

Konunun üzerine bu mantıkla gidildiğinde, benzer şekilde pek çok pratik çözümler üretilebileceği görülebilecektir. Bu konuda kapsamlı çalışmalar yapılmadan sonuca varılması elbette kolay olmayacaktır. Bize göre bu ev atölyelerinin malzeme ve yardımcı malzeme kullanmayacakları cihetine gidilerek sadelik sağlanacak, aynı şekilde, vergi sigorta konusu da basite indirilebilecektir.

Bu yolla yapılabilecek üretimlerin büyük bir bölümünün sanayi dışı konulara kayacağına da kesin gözüyle bakılabilir. Böylelikle boş kalan potansiyelimizi değerlendirirken, özellikle el sanatları konusunda kültür ve geleneklerimizi de ihraç etmiş olacağız. Bütün dünyaya ismimizi, bu sefer de bu yolla duyurmayı başaracağız.

İhracatımız hızla artıyor. Ama görüyoruz ki ithalatımız daha büyük bir hızla büyüyor. Çünkü asgari ücret son dört yılda üç buçuk kat artarken, aynı değerde kalan dolarla ihracat yapmanın tek yolu, ithal girdiler ve yine ithal yoluyla sağlanan ileri teknoloji ürünü makinelerle olmaktadır. Bir anlamda, “dostlar alışverişte görsün” misali, kendimizi kandırmaktayız. İhracatın artmasına, katma değeri yüksek ürünlerimiz oranında sevinmeliyiz. Bu ise, emek yoğun, kendi geliştirdiğimiz yerli teknoloji ürünü makinelerle üretim yapmakla ve marka olmanın sağladığı yüksek kârlılıkla elde edilebilir. Üzülerek belirtmek gerekirse, bugün için hammaddesini ve makinesini aldığımız “yabancıya” az oranlardaki emeğimizi katarak, adeta “fasoncu” gibi çalışmaktayız. Üstelik bu işleri yaparken, onlara sadece orta seviyedeki emek gücümüzle hizmet vermekteyiz. Bu sistemde vasıfsız işçimize olduğu gibi, yetenekli ve gelişmiş beyin gücümüze de yer yok.

Emek yoğun işlere ağırlık vermek, sanıldığı gibi teknolojik gelişmelere kapalı olmak anlamında düşünülmemelidir. Tam aksine, eski elemanların deneyimleri ile beyin gücünü birleştirerek hiç eleman çıkarmadan, hatta yenilerini de işe alarak artı değerler yaratmak en büyük hedef olmalıdır. Bunun için, bir yerden başlamak gerekirse; “En büyük tehlike, en yakın tehlikedir.” mantığıyla, atıl kapasitemizi bir an önce devreye almanın yolunu bulmalıyız.

Aslında her şey Kristof Kolomb’un yumurtasında olduğu gibi çok kolay, sadece biraz etraflıca düşünmek gerekiyor. Unutmayalım ki her sorun kendi kuralları içinde çözülür.

Marka Olmak Kolay Değil

Dünya markasıyım demekle dünya markası olunmaz

Son yıllarda, özellikle konfeksiyon sektörü ile ilgili söylemde bulunanlar, ağız birliği etmişçesine markalaşma olayını vurguluyorlar. Buna paralel olarak, birçok Türk firması gibi biz de kendi çapımızda o uğurda çaba gösteriyoruz.

Aslında, marka olmak sanıldığı kadar kolay değil. Ben dünya markasıyım demekle marka olunmuyor. Bu sözün arkasında durabilmeniz için kaba tabiriyle, bir fırın ekmek yemeniz gerekiyor. Her şeyden önce zaman önemli. İddialı olduğunuz ürününüz her ne olursa olsun, hiçbir şey şıp diye rayına oturmuyor. Önce ortaya çıkmanız, sonra reklam yapmanız, ardından piyasaya yayılmanız ve en önemlisi zaman konusunda da sabırlı olmanız gerekiyor. Kısacası; insanlar hiçbir şeyi ânında kabullenmeye yanaşmıyor. “Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer” misali, bir şüpheciliktir gidiyor. Elbette onlar da haklı. Devir reklam devri, beyinleri yıkama devri, en önemlisi moda devri. Bazılarımız tutucu davranıp modanın iyice yayılmasını beklerken, birileri çıkıp öncülük etmeyi göze alıyor. İşte burada “marka” en büyük etken olarak karşımıza çıkıyor. Daha önceden bilinen ve herkes tarafından güvenilen firmaların ürünlerinin yayılıp moda olması daha kolay gerçekleşiyor.

İster giyim eşyası olsun, ister başka şeyleri satın alırken, işten anlayanlar için karar vermek çok kolay. Bazı insanlar daha önce denedikleri veya herkes tarafından tanınan marka olmuş ürünleri bir güven unsuru olarak tercih ederken, bazıları da iyiye ve güzele ulaşmanın kolay yönü olarak benimseyip zamanlarını boşa harcamaktan kurtuluyorlar. Kısacası, marka demek aynı zamanda güvence demek.

Ayrıca, işin sükse yapmak gibi bir boyutu da var. Son zamanlarda olay öyle bir boyuta ulaştı ki markalar dışarıya taşmaya başladı. Yakanızda, sırtınızda veya kolayca görülen bir yerinizde giysinizin markası ön plana çıkıp adeta ben buradayım diyor. Bazen bu uygulama çok faydalı da olabiliyor. Ya da en azından, zararsız oluyor.

Gömlek enselerine konulan etiketler, şahsen beni çok rahatsız ediyor. Geçenlerde iyi markalardan sayılabilecek mağazalardan birinden takım elbise satın alırken, allayıp pullayıp yanına bir kravatla iki de gömlek kattılar. Ben azıcık nazlanır gibi yaparak bu rahatsızlığımı dile getirdim. Satış elemanı hayretini gizleyemedi. Söylediği kadarıyla, böyle bir şikâyetle ilk defa karşılaşıyordu. Hemen yanımızda bir kucak dolusu gömlek alıp gitmek üzere olan birisi vardı. Benim sözlerim üzerine uyanmış olacak ki ben daha bitirmeden o da dert yanmaya başladı. Sonunda aldığı, bütün gömlekleri ense etiketleri sökülmek üzere tadilata bıraktı.

Bu olayı eve gelince tekrar düşündüm. Marka olmuş koskoca firmaların bu konularda duyarsız ve öngörüsüz olmalarını bir türlü kabullenemedim. Demek ki; “kör satıcının kör alıcısı olurmuş” misali, “her topluma, kalite anlayışı oranında kalite sunulduğu” kanısına vardım.

Aslında, marka olmak bir anlamda imaj geliştirmek anlamına da geliyor. Her konuda öyle ürünler var ki markası görünmeden de fark ediliyor. Özellikle teknik ürünlerde, bazı firmaların başkaları için kendi markalarında üretim yapmalarına tanık oluyoruz. İşten anlayanlar, bir bakışta gerçek markayı fark ediyorlar. Bazen bunun tersi de oluyor. Tanınmış bir ürünün kötü bir benzeri üretilip üzerine sahte marka basılıyor. Her ne kadar, pazarlarda, işportalarda ihraç fazlası adı altında satmaya çalışılsa da maldan anlayanlar için aldatıcı olmuyor. Bazı kısıtlı bütçeye mahkûm kişiler ise bilerek o tür malları satın alıp kullanıyorlar.Bir anlamda nefislerini köreltiyorlar.

Marka olmak ne kadar zor olsa da, belli bir üne kavuştuktan sonra öyle bir hoşgörü yakalanabilir ki bazı hataların farkına bile varılmaz veya bu hatalar değişik bir tarz olarak bile algılanabilir. Önemli olan, istenmeyen hatalar karşısında bahaneler üretmek yerine ürünün arkasında durmak, müşteri mağduriyetine meydan vermemektir. Yine belirtmek gerekirse; markanın devamı uğruna, onu elde etmek için harcanan emeğin çok daha fazlası gerekir. Çünkü esas arzu edilen, markanın sürekliliğini sağlamaktır. Kuşaktan kuşağa, asırlara meydan okuyan gerçek markalar, o emeklerin gölgesinde yaşamlarını sürdürmektedirler.

Yazan: GAZANFER SANLITOP

Kaynak: Kuvözde Çocuk Büyütmek – Akis Kitap

 

LEAVE A REPLY

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız