Girişimcinin Partisi olmaz.
İnsanın, yaşı, cinsiyeti ve mesleği ne olursa olsun, yaşadığı ülkenin sorunlarından ayrı kalması düşünülemez. Ülke sorunları ile ilgili olarak görüş bildirmesi, tartışmalara katılması da en doğal hakkı ve bir anlamda görevidir. Bir vatandaş olması nedeniyle, girişimciyi de bu ilgiden ayrı düşünemeyiz. Ancak, girişimcinin politika ile iç içe olması, sahip olduğu işin büyüklüğü oranında riskler taşır. En basit yönüyle, iktidarlar birkaç yılda bir değişebildiği hâlde iş hayatı devamlıdır. Dolayısıyla, inancı ve sempatisi ne olursa olsun, akıllı bir girişimci yönünü belli etmemelidir. Bugün fayda gördüğü iktidar, yarın muhalefet olduğunda öyle olumsuz durumlar ortaya çıkabilir ki hiçbir pişmanlık fayda etmez. Ülkemizin iş dünyası, bu konudaki talihsiz örneklerle doludur.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen, gerçek bir yurtsever olarak, hiçbir girişimcinin suya sabuna dokunmadan ot gibi yaşaması da düşünülemez. Çünkü en azından, geleceği ile ilgili planlarını yaparken bile, ülkenin durumunu yakından gözlemek zorundadır. Aksi hâlde karşısına çıkabilecek acı sürprizlere dayanamaz.
Bu mantıkla baktığımızda, girişimciler olarak hepimize düşen görevler var. Ticari geleceğimize zarar verebileceğini göze alarak, zaman zaman biz de bazı çıkışlar yapmak zorunda kaldık.
Ekonomin, ön yargılı ve pratik yoksunu kişilerce yönetildiği dönemlerde, özellikle sanayicileri boğarcasına zorlayarak enflasyonu düşürmeye çalışanların, ülkeyi tam anlamıyla ekonomik kaosa sürükledikleri günlerde bir taşlama yazıp birçok yere fakslamıştık. Olumlu tepkiler alan o şiirimiz günlük bir gazetede, güzel bir karikatür altında yayımlanmıştı:
EKONOMİK PROGRAM
Eşeği obur diye Hoca kafayı takmış
Yemini azaltarak tasarruf yapacakmış!
Pek de kendinden emin, ne parlak fikir ama!
Program yapmış hemen, başlamış uygulama
Her sabah yem verirken birer avuç azaltmış
Ayırdığı fazlayı! biraz daha çoğaltmış
Bizim hoca keyifli, her gün biraz kısıyor
Aynen enflasyon gibi her şey iyi gidiyor!
Lâkin farkında değil sonu nasıl bitecek
Eşek bir deri kemik, üflesen devrilecek
Her parlak fikir gibi bunun da sonu gelmiş
Zavallı karakaçan bir gün açlıktan ölmüş
Hoca üzgün mü üzgün; ağlıyormuş âdeta
Tam da alıştırmıştım; ölüverdi kerata!
İstanbul, 6 Nisan 2001
Bazılarının, “memleketi kurtarma toplantıları” olarak alaya almalarına aldırmadan, bu konuları her fırsatta konuşmamız, tartışmamız gerekiyor. İşte öyle toplantılardan birinde şu görüşü dile getirmiştim:
Türkiye’nin geri kalmışlığında kooperatifler ve sık sık yapılan seçimler büyük rol oynamıştır. Önce seçimleri ele alalım. Genel seçim, ara seçim, belediye seçimleri derken, yılın belli bir bölümü seçimlerle ve seçim atmosferi altında geçiyor. Bir genel seçim demek, aylar öncesinden başlayan seçim ekonomisi demektir. Popülist yatırımlar, hayali temel atma törenleri, devlet parasıyla yapılan geziler, giderayak yapılan atamalar, devlet kesesinden yapılan ikramlar bir yana, özellikle seçimler yaklaştıkça tamamen duran devlet çarkları, telafisi zor kayıplar doğuruyor. Ardından gelen belediye seçimleri ise, iktidarların ellerindeki gücü acımasızca yandaşlarına kullanması sonucu büyük yağmalara neden oluyor. Hele ara seçimler anlatılmaz biçimde işin tuzu biberi oluyor.
Kooperatiflere gelince: İhale yasası nedir, birim fiyat, keşif, tenzilat, eskalasyon nedir, haberi bile olmayan, (kendi işlerinde ne kadar usta olurlarsa olsunlar) acemi yöneticilerin elinde ülke kaynakları har vurulup harman savruluyor
Kooperatiflerin başka bir tarifi de yapılabilr: Kooperatifler, kaplumbağa ile tavşanların kaplumbağa hızıyla yarıştırıldığı arenalardır. Çünkü kooperatif üyeleri çoğunlukla aynı ekonomik düzeyde olamıyorlar. Bu yüzden ödemeler en kısıtlı üyelere göre ayarlandığı için de, işler iyice yavaşlıyor. On-on beş yıl süren çok kooperatifler var etrafımızda. Sonuç olarak, ülkenin her yerinde aynı anda atılan temeller yerine, daha az temel atıp, onları çabuk tamamlama yönüne gidilemediği için, tesislerin devreye girmesi yıllar alıyor.
Bütün bunlara baktığımızda ise, görülen köy kılavuz istemiyor. Politikanın girdiği yerde, plan ve programlar rafa kalkıyor. Popülistlik denilen yanlışlar silsilesi devreye girerek her şeyi alt üst ediyor.
Girişimci kendine, politika tuzaklarına düşmeden, ülke sorunlarına uzak kalmayan bir yol çizmelidir.
Girişimci, Dilini İyi Bilmelidir
İnsanlar konuşa konuşa anlaşır.
Başarılı bir girişimcinin özelliklerini incelemeye kalkışırsanız, onun her şeyden önce dilini iyi bildiğini fark edersiniz. Çünkü ne yapmak istediğinizi karşı tarafa anlatmanın en kestirme yolu, meramınızı en güzel şekilde ifade edebilmekten geçer. Bu ise dilinizi iyi bilmenizle mümkün olur. Üstelik sadece sizin bilmeniz de yeterli değildir. Elemanlarınızın da hatasız bir iletişim kurabilecek seviyede sözcüklere, sözlere hakim olmaları gerekir.
Bu konuda hatırladığım, askerlerle ilgili bir hikâye var: Komutan, posta onbaşısını çağırıp emir veriyor:
-Git, yüzbaşına söyle, Erkân-ı Harbiye’den gelen böyle bir müzekkere yok. Neyse ki askeriyede emir tekrarı var. Çünkü onbaşının algıladığı şey çok farklı
-Erken gelen askere tezkere yokmuş komutanım.
Eski Yunan’da çocuğa üç şey iyi öğretilirmiş: Terbiye, spor ve müzik, dil.
İş hayatı tümüyle iletişim üzerine kurulmuştur. Bilgiler yanlış anlatılır veya yanlış anlaşılırsa, hata kaçınılmazdır. Bu yönüyle ele alındığında, özellikle kilit pozisyonlardaki elemanlara, birçok eğitim konuları yanında “dil eğitimi” verilmesi kaçınılmaz bir gerekliliktir.
Üniversite öğrenciliğimiz sırasında televizyon olmadığı için, gazete sayfalarında okunmadık yer bırakmazdık. Hatta ilanlara bile göz gezdirirdik. En çok da köşe yazarları ilgimizi çekerdi. Onlara erişilemeyen insanlar olarak bakar, bütün görüşlerini benimsemeye çalışırdık. O günlerde moda olan bazı yazarlar vardı. Bunların arasında Çetin Altan gibi Aziz Nesin gibi isimler başta geliyordu. Yine o günlerde yayımlanan Akşam gazetesi, bu iki yazarımıza da aynı anda yer veriyordu sayfalarında. Aziz Nesin, dilde yenileşmeden yanaydı. O, öz Türkçe’yi bile kabul etmezdi, onun düşüncesine göre gerçeğin özü olamayacağı için sadece Türkçe vardı. Bu konuyla ilgili yazılarından birine çok ilginç bir öyküyle başlamıştı:
Adamın biri, sahibinden tellâklarına kadar hırsız olan bir hamama gitmek zorundaymış. Her seferinde bir-iki parça eşyası çalınıyormuş. İlk zamanlar yakınmaları sonucu çalıntıları geri alabiliyormuş. Zamanla şikayetlerine kızar olmuşlar. Daha sonraları azar işitmeye, hatta ısrar edince dayak yemeğe bile katlanmak zorunda kalmış. Bulunduğu kentte başka hamam olmadığı için de, çaresiz aynı hamama gidiyor, kayıplarını da ücretin bir nevi aynî kısmına sayıyormuş. Ama günlerden bir gün olan olmuş. Adamcağız yıkanıp peştamalına sarınarak geldiği soyunma kabininde, eşyalarının yerinde yeller estiğini görmüş. Peştamal da hamama ait olduğu için onu da bırakıp bir elini önüne bir elini arkasına siper ederek hamamcının karşısına çıkmış. Büyük bir çekingenlikle:
-Sizden çok özür diliyorum. İnanın ki aklımdan kötü bir şey geçmiyor. Ama biraz insaf edin. Ben bu hamama böyle mi gelmiştim?
Aziz Nesin, gerçekten usta bir yazardı. Kalemini çok iyi kullanıyordu. Korkunç bir ikna gücü vardı. Olayları yarı mizahi, yarı ciddi bir şekilde öylesine ele alıyordu ki karşı görüşte bile olsanız, ki çoğu kimse öyleydi, ona hak vermek zorunda kalıyordunuz. Bu yazıda da öyle olmuştu. Hamam hikâyesiyle bir giriş yaptıktan sonra, uzun bir liste vermişti. Giysilerimizde kullandığımız bütün malzemeleri alt alta sıralamış, karşılarına da hangi dilden alındıklarını yazmıştı. Listenin en altında iki kelime vardı Türkçe olan: Don ve yelek.Yazının sonunu da şöyle bağlamıştı. El insaf. Atalarımız, Orta Asya’dan Anadolu’ya bir don ve bir yelekle mi geldiler? Üzerlerinde başka giysileri yok muydu? Görüldüğü gibi Aziz Nesin’e bu konuda hak vermemek elde değildi.
O listeyi tam olarak hatırlamadığım için, ben de oturup ansiklopedileri, sözlükleri karıştırdım. Giyim kuşamımızla ilgili sözcükleri ve hangi dilden alındıklarının araştırıp karşılıklarını yazdım. İlginç bir liste çıktı ortaya:
Şapka…….Rusça
Palto……..İngilizce
Gocuk……Bulgarca
Ceket…….Fransızca
Süveter…..İngilizce
Kravat……Fransızca
Jile……….Fransızca
Elbise……Arapça
Entari……Arapça
Pantolon…Fransızca
Şalvar……Farsça
Atlet……..Yunanca
Külot…….Fransızca
Fanila……Yunanca
Mintan……Farsça
Çorap…….Farsça
Potin……..Fransızca
Pabuç…….Farsça
Don………Türkçe
Yelek…….Türkçe
Bu durumu görüp üzülmemek elde değil. Ama bunların yerine, uydurukça olmamak kaydıyla, yenilerini koyamıyorsak yapacak pek de bir şey yok demektir. Biz Türkler olarak, bir tek yoğurdu icat etmişiz. Her dilde kullanılıyor. Hatta, özellikle bütün teknik terimleri kendi dillerine çevirip upuzun sözcükler türeten Almanlar bile, bizim yoğurdumuza ekşi(!) demeyip dillerinde kullanıyorlar.
“Dil” kelimesinin ansiklopedilerdeki karşılığı ise şöyle: Dil; bir insan topluluğuna özgü olan, o topluluktaki bireylerin duygu ve düşüncelerini anlatmak ve birbirleriyle iletişim kurmak için kullandıkları sesli ve kimi zaman yazılı göstergeler dizesi.
Buraya kadar her şey tamam da unutulmaması ve gözden kaçırılmaması gereken bir durum daha var: Zaman boyutu.
Eskiden her şey üç boyutlu olarak bilinir ve öyle algılanırdı. Eni, boyu, yüksekliği. Matematik dilinde:x.y.z eksenleri. Yakın zamana kadar, bu üç boyutun her şeyi ifade ettiği varsayılırdı. Üniversitenin ilk yıllarında, tasarı geometri derslerinde bir cismin üç boyutlu denklemini çıkarmak, ya da resmini çizmek çok ilgilimizi çekmişti. Ama çizdiğimiz şeklin zaman içinde sadece bir hâli gösterdiğini pek düşünmemiştik. Oysa dördüncü bir boyut daha var: Zaman. Aslında bu işin bilimsel tarafına girmeye niyetim yok. Girsem de pek beceremem. Ben daha çok, işin pratik boyutuna değinmek istiyorum. Dilden söz ettiğimize göre de dil ile zaman ilişkisini biraz açmak istiyorum. Dil, asırlarca süren bir oluşum. Biraz önceki tarifte doğrudan değinilmemekle birlikte, sanıyorum zaman boyutu daha işin temelinde varsayılmış olsa gerek. Eğer dili zaman boyutu dışında ele alırsanız, özellikle belli bir zaman dilimi için her türlü sözcüğü uydurabilir, yapay bir dil oluşturabilirsiniz. Belki de insanlar o zaman dilimi içinde çok güzel anlaşabilirler ya da öyle zannedebilirler. Ama olay, bin yıllar öncesinden bin yıllar sonrasına, şeklinde düşünülünce artık işin şakası yoktur. Dil tüm zamanı kapsayıp yaşayan bir bütündür. Ana hatları aynı kalmak kaydıyla bazı rötuşlar dışında değişmez. Ancak gerektikçe eklemeler yapılır. Yapılmalıdır da. Ama hepsi o kadar . Yoksa, eskileri atıp yerine, mantıklı da olsa, yeni sözcükler türetmek hiç anlamlı gelmiyor bana. Aksi hâlde kuşaklar arası anlaşmazlıklar, bütün kültürümüzü öksüz bırakır. Gelenek ve göreneklerimiz kaybolur gider. Tarihimizden ders almamız da tarihe karışır. Romanlarımızla, şiirlerimizle öykülerimizle edebiyatımız; folklorumuz, türkü ve şarkılarımızla müziğimiz, aynen köksüz bir ağaç gibi yok olur gider.
Ben bu konuya başka bir gözle de bakıyorum. Bir sofra düşünelim. Üzerinde ekmek, peynir ve sudan başka bir şey yok. Bir başka sofra daha düşünelim, her türlü yemekler, salatalar ve türlü çeşitli meyveler ve içeceklerle donatılmış. Hangisinden daha çok keyif alırsınız? Hangisi sizi daha mutlu eder? İşte dil de böyledir bana göre. Elimizdekileri kaçırmanın âlemi yok.
Şu anda herkesin dilinde yabancı sözcükler dolaşıyor. Hatta Fransızca, Almanca da değil. Bugünün modası İngilizce. Kelimenin aslı üç dilde aynı da olsa, hep İngilizce imiş gibi telaffuz ediliyor. Siz lisede Fransızca okumuşsanız, bir kelimeyi kazara Fransızlar gibi söyleseniz, alaya alınıyorsunuz. Başka bir örnek vermek gerekirse; kibar geçinen kimseler her zaman, külot kelimesini dona tercih ediyorlar. Anadolu insanı ise daha rahat, don demekten çekinmiyor.
Oysa dil zenginliği güzel bir şey. Bununla ilgili olarak bir şarkımızdan bir bölüm geliyor aklıma. “Ellerin ismini ezberledin de, bir benim adımı öğretemedim.” Düşünün bir kere; iki sözcük de ismini veya adını olarak söylenseydi aynı tadı alabilir miydik? Yine başka bir sözcüğü ele alalım: Tren kelimesi, dilimize Fransızca’dan geçmiş. Onlara göre “sürünen” anlamına geliyor. Almanca’sı Zug; “çeken” anlamına geliyor. Bir an için tren yerine sürünen dediğimizi düşünelim ve bir türkümüzü ona göre seslendirelim:
Kara sürünen gelmez mola
Düdüğünü çalmaz mola
Bu arada komik bir durumdan da söz etmek istiyorum: “www……com.tr.” bir bilgisayar terimi. Hiç dikkat ettiniz mi nasıl söylendiğine? Dabıl yu, dabıl yu, dabıl yu,….kom te re diyorlar. Son iki harfi ti ar diye söyleyene rastladınız mı? Yani kısacası, işin tadı biraz kaçırılmış durumda. Bilinçsizce bir İngilizce modasıdır sürüp gidiyor. Yeni bir süper güç dünyaya hakim olana kadar da süreceğe benziyor.
Sadece iş hayatımız açısından değil, ülkemizin ve insanımızın geleceği açısından da, dilimize tüm içtenliğimizle sahip çıkmalıyız. Unutmamalıyız ki girişimci de bu vatanın evladıdır ve onun görevi sadece para kazanmak değildir. Her girişimcinin, karınca kaderince, dilimize de hizmet etmesi gerekir. Ayrıca değerli bilim adamlarımızın da, yapacakları buluşlar yoluyla başka ülkelere, “yoğurt” dışında, bilimsel alanda ses getirecek sözcükler ihraç etmeleri zamanının çoktan gelmiş olduğunu düşünüyoruz.
Zorlama yoluyla değil, özentilerle asla değil ama zaman dilimi içinde, kendiliğinden olabilecek değişimler elbette kabul edilmelidir. Ancak, birtakım uydurukça sözcüklerle dilimize kötülük yapmaktan da kaçınmalıyız. Kısacası onu kızdırmamalıyız. Sonra ne mi olur?
Dilin, ait olduğu ulusun doğuşundan kayboluşuna kadar süren bir zaman boyutu vardır. Dilimizi unutursak, tarihimizi de unuturuz. Bunun sonucu olarak, atalarımızın önceden yaşadığı olaylardan edindikleri deneyimlerinden yararlanamayız. Edebiyatımız, sanatımız yok olur. Atasözlerimizi ve deyimlerimizi anlayamayız. Kültürümüzün kökünü kuruturuz. Köksüz bir ağaç nasıl kuruyup kaybolur giderse, ulusumuz da eninde sonunda yok olur, biter. Belki kişiler olarak, hem de çoğalarak devam edebiliriz ama, o ulus bizim ulusumuz olmaktan çıkmıştır artık. Zaten öyle olunca, o ulusun zaman dilimi, zaman boyutu da sona ermiş demektir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında, bağımsızlık savaşını kazanmış bir ülke olarak başarılarımızdan ürken Rusya’nın Türk Cumhuriyetleri ile ilgili büyük endişeleri varmış. Ani bir kararla, bütün kardeş ülkeleri Arap alfabesinden Latin alfabesine dönmeye mecbur etmiş. Böylece, aramızdaki ilişkiyi koparmayı hedefliyormuş. Hatta bu yüzden, Atatürk de harf devrimini, sırf bu yüzden, biraz da aceleye getirerek öne almak zorunda kalmış. Biz Latin alfabesine geçince de Rusya, Türk Cumhuriyetlerinde başlattığı uygulamalara son verip, Kiril alfabesine dönüştürmüş. Bizdeki öz Türkçecilik adı altında başlatılan akımın arkasında da Rusya’nın olduğu konuşuluyor. Bu görüş, geçmişle bağımızı koparmak açısından ele alındığında, onların açısından bize de anlamlı geliyor. Celal Bayar’ın bu konudaki tespiti ne güzel:
Sosyalistler, konuşulan her konuda enternasyonal’ı savunurlar ama nedense, özellikle bizde, dil konusunda milliyetçi davranıyorlar!…
Yazan: GAZANFER SANLITOP
Kaynak: Kuvözde Çocuk Büyütmek – Akis Kitap