Girişimci Açıkgöz müdür?

0
918

Aç gözünü, açarlar gözünü.

Açıkgöz denilen cinsten bir adam, yelkenli bir tekneyle yolculuk yapıyormuş. İnecekleri sahile varmadan önce, ücretleri toplamakla görevli şahısla aralarında şöyle bir konuşma geçmiş:

-Paralar lütfen!

-Ne parası?

-Yol parası.

-Yel üfürdü, su götürdü. Sen de geldin, ben de. Ne parası?

Bu diyalogun nasıl sonuçlandığını bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var: Olayları, durumları kavrama yeteneği olarak da tanımlanan zekâyı, yerinde ve zamanında kullananlara “akıllı” denilirken bu özelliklerini çıkar amaçlı kullananlar çoğunlukla, “açıkgöz” olarak anılıyor.

Girişimcinin en büyük özelliği zekâsını iyi ve yapıcı bir şekilde kullanmasıdır. Çünkü onun teknesi yelle, suyla gitmiyor. Onun gemisinin yürümesi için emek, azim ve en önemlisi gönül gerekiyor.

Girişimci, emeğini satar. O emekte, yılların birikimi ve maliyeti çok yüksek olan deneyimleri vardır. Maddî ve manevî yatırımları vardır. Göle çaldığı umut mayalarının tutanları, tutmayanları vardır. Nedense herkes görüneni değerlendirir. Ama hiç kimse; o tutmayan mayaların bedelini ödemediği gibi, sormak dahi istemez. Oysa esas maliyet, tutmayan o mayalardan ve önceden verilen emeklerden dolayı oluşmuştur.

Doğruluk derecesinin ne olduğunu tam olarak bilmemekle beraber, ilginç bir konuya değinmek istiyorum. BMW firmasının Rover’i satın alıp bir süre sonra sembolik bir değerden İngiltere’ye geri vermesini başarısızlık olarak yorumlayan bir dostumuza, bu olaydaki esas amacın Jeep ile ilgili bilgileri elde etmek olduğu, sohbette bulunanlardan biri tarafından hatırlatılınca onunla birlikte ben de gerçekten şaşırmıştım.

Günümüzde bütün mayaların adı “ARGE”ye çıkmıştır. O çalışmalar, uzun ince bir yolda umuda yolculuk yaparcasına, bitmez tükenmez araştırmalar demektir. Dolaylı olarak da olsa, toplumun geleceğine dönük güzel arayışlar demektir. Girişimci, yapılan çalışmalardan elbette payını alacaktır. Aksi hâlde zaten yaşayamaz. Önemli olan, emek vermeden elde edilen kazançlara tenezzül etmemektir. Toplumun “asalak dediği “açıkgöz” takımından olmamaktır.

Girişimci; akıllı, dürüst, çalışkan ve angaryayı bile sevebilecek kadar özverilidir.

Kriz Rafı

Her kriz yeni bir başlangıçtır.

Son Irak savaşı çıkmadan az önce, fuar haberleri veren bir televizyon kanalından aradılar. Sanayicilerin, savaş nedeniyle doğabilecek krizle ilgili olarak ne gibi önlemler aldıklarını yerinde görüp belgelemek istemişler.

Az sonra, haber programcısı bir bayan ile bir kameraman birlikte geldiler. Oturduk, konuşmaya başladık. Daha üç-beş kelime konuşmadan konuya girdiler:

-Savaş nedeniyle çıkabilecek krizle ilgili olarak ne gibi önlemler aldınız?

-İlk olarak kriz rafı yapmaya başladık.

-Kriz rafı da ne demek?

-Aslında siz de bilirsiniz ki, krizlerle birlikte satışlar bıçakla kesilir gibi durur. Oysa işletmeler devamlılık üzerine kurulurlar. O düzeni bozmak çok kolaydır. Sadece bir kararınıza bakar. Ama yeniden başlatmak o kadar zordur ki, hiçbir girişimci o riski göze alamaz. Ayrıca; ben işleri durdurdum demek de o kadar kolay değil. Ülkede kanunlar var. Çalışana sağlanmış güvenceler var. O kadar insanın ihbar ve kıdem tazminatlarını vermeye kalksanız, eve gidebilmek için aracınıza benzin almaya bile paranız kalmayabilir. En iyisi elinizdeki son kuruşa kadar harcayıp, gerekirse bazı birikimlerinizi elden çıkarıp üretime devam etmektir. Aksi hâlde, sabit giderlerinizin arasında boğulup gidersiniz. Satmadan üretmek ise stok yapmak anlamına gelir. O kadar mamulü koymaya raflar yetmez.

Bana kalsaydı bu konuşmaları, kurulu bir papağan gibi sürdürecektim ama kızcağızın sabrı yoktu:

-Hemen gidip şu kriz rafını bir görsek

Birlikte aşağıya, mamul deposuna indik. Gerçekten de ekip çalışıyordu. Kaynak bölümünde hazırladıkları parçaları, yerine monte ediyorlardı. Bu sefer yukarıda yaptığımız konuşmaları kamera önünde tekrarladık. O programı seyretmek kısmet olmadı. Sanırım fazla tekrarlamamışlar.

Birkaç gün sonra bir arkadaş geldi. Satışların birden durması nedeniyle hayli tedirgindi. Ancak çok ucuz fiyatlarla satış yapabiliyordu.

-Yüze mal edip seksene satıyorum. Üretimi kısmayı düşünüyorum.

Onu ikna etmek için epey uğraştım. Sabit gider, değişken gider ilişkilerini dilim döndüğünce anlattım. Ona bir yol da gösterdim:

-Kriz dönemlerinde bazı değerler düşer, bazıları sabit kalır, hatta artar. Altın ve döviz bu özelliktedir. Gerekirse eşinin takılarını sat. Kenarda birikmiş dövizin varsa, onları bozdur sermaye yap. Son kuruşuna kadar kullan. Ama ne olur hızını kesme. Çünkü işi yavaşlattığın zaman sabit giderlerin maliyetlere öyle biner ki, kriz geçtikten sonra bile uzun süre belini doğrultamazsın.

İş hayatımız boyunca büyüklü-küçüklü sayısız kriz dönemleri yaşadık. Aslında, yapılan her devalüasyon bir kriz demektir. Çünkü kur patlamasıyla birlikte, özellikle borçlu olanlar büyük borçlar altına girerler. Bunun için döviz cinsinden borçlu olmanız gerekmez. Banka ile imzaladığınız şartnamenin arkasındaki kargacık burgacık yazılar, sizin idam fermanınız olarak yürürlüğe girmek üzere zaten bu günler için hazırlanmıştır.

Büyük denilebilecek ilk krizi ‘77 yılında yaşadık. Fiyatlar öyle hızlı artmaya başladı ki, hesap yapmaya bile yetişemedik. Birinci Körfez Krizi’nde, hepimiz aynı şeyi söylüyorduk: “Birkaç adam çıkardık, işi hâllettik.” İkincisinde durum biraz değişti; işçi ve işveren olarak biraz daha bilinçlendik. Kimsenin işinden olmasına razı değildik; “daha az çalışma, daha az para” dedik.

Sonra “uçayasa krizi” hepsinden şiddetli geldi. İşyerindeki insancıklar bir kazaya uğramamak için merdiven başlarında, kapı önlerinde bizimle karşılaşmamaya özen gösteriyorlardı. Yüce Allah’a şükürler olsun ki, o sıralarda maddî durumumuz iyiydi de, hepsini karşımıza alıp “o yılın sonuna kadar, yani 10 ay boyunca” kriz nedeniyle kimseyi işten çıkarmayacağımız konusunda güvence verdik ve modeli değişmeyecek ürünlerde stok serbest diyerek işin önünü açtık. Çalışanlarımızın teşekkürü ise, “yüzde on beş verim artışıyla” kriz raflarımızı lebaleb doldurmaları oldu.

Bu arada, “uçayasa” konusunu da açıklama gereğini duyuyorum. Benim, şiirlerimin yanında, kritik olayları anında hicvetme anlamında taşlamalarım da var. Uçan anayasa için yazdığım taşlama internette hâla dolaşıyor.

UÇAYASA

Üç beş güzel söze kanıp inandık,

Dürüstlüğü tek şart sanıp aldandık

Seçmesini bilemedik çok yandık

Gülemedik yüreğimiz pek ezik

Yıllar boyu çıkmayacak bu kazık

Vatan için sabretmeyi bilmeyen

Milletine bir an olsun gülmeyen

Dünya batsa orta yere gelmeyen

Kişilere teslim olduk çok yazık

Yıllar boyu çıkmayacak bu kazık

Günler önce bıçak, silah bilendi

Yüce makam kine, küfre bulandı

Kabahatler hep karşıdan bilindi

Töre bozuk, üslûp bozuk, tarz bozuk

Yıllar boyu çıkmayacak bu kazık

Herkes farklı onur, tavır takındı

Uzlaşmanın tüm yolları tıkandı

Trilyonlar dakikada tükendi

Vatandaşta ne iş kaldı ne azık

Yıllar boyu çıkmayacak bu kazık

İstanbul, 21 Mart 2001

Babam derdi ki: “Eski ayları kırkıp yıldız yaparlar.” Bunun kriz rafıyla ne alakası var demeyin. Kriz raflarını daha sonra ne yaptığımızı merak edersiniz diye düşündüm. Durum normale dönünce; o rafları boş gördükçe içimizde yeni ateşler yanmaya başlar. Var gücümüzle işimizi büyütmeye çalışırız. Daha kitabın başında, girişimciyiz demiştik ya…

Nereden Nereye

Sanayicilik bisiklete binmeye benzer; durursanız düşersiniz.

Bu yazıları kaleme alırken, bizim üniversitenin ünlü “ARI YILLIĞI”nı karıştırdım biraz. O günkü reklamlara da baktım. Birkaç banka ve sanayi kuruluşunun verdiği basit ilanlar arasından çok ilginç bir reklamla karşılaştım: Büyük puntolarla yazılmış bir ARÇELİK başlığı altında; “DAİMA EN İYİSİNİ İMAL EDER” yazıyordu. En alt satırda ise üretim konuları tanıtılıyordu. “EV ALETLERİ-BÜRO EŞYASI-METAL DOĞRAMA”

Sizin anlayacağınız; 1963 yılında ARÇELİK henüz buzdolabı filan üretemiyordu. Ama sanırım o konuda üretime başlamak üzereydiler. Koç’un, merhum Lütfü Doruk’a yeni ortak olduğu Arçelik o sıralarda, dosya ve işçi soyunma dolapları, demir doğrama işleri yapıyordu. Çok kısa bir süre sonra soğutucu üretimine geçtiler ve hızla birbirinden farklı çeşitlerin arkası geldi.

O yıllarda, toplu iğneyi üretmeyi yeni başarmıştık. Döküm radyatör üretimimiz övünç kaynağımızdı. “Devrim otomobiliise,“27 Mayıstan daha anlamlı bir devrimdi. Sanayi konularında o kadar aç bir toplumduk ki, her geçen gün yeni bir şeylerin üretildiğini duymaktan mutlu oluyorduk. Ama demokrasimiz ağır-aksak işlediği için, sanayimiz de ona uymak zorunda kalıyordu. Aynen mehter marşı gibi: “İki ileri, bir geri.

Seksenli yılların sonlarına doğru ziyaretçi olarak Hannover Fuarı’ndaydık. İşimize yarayacak makine ve üretilecek konular ararken standın birinde bir kontak kaynak makinesi gördük. Hemen içeriye girip, firma yetkilileriyle görüşmeye başladık. Konuşmaları, uzun süredir orada üniversitede okuduğu için çok mükemmel Almanca konuşabilen Cihan Nurcan isimli bir yakınımız yürütüyordu. Bizi bir masaya davet ettiler. Çay, kahve, bisküvi gibi ikramlarda bulundular. Cihan adamlardan, beğendiğimiz makinenin fiyatını öğrenmek istedi. Onlar da bir fiyat verdiler. Fakat biz export fiyatı istiyorduk. Adamlar şaşırdılar. Cihan o kadar güzel, onların deyimiyle; “Hoch Deutsch” konuşuyordu ki onun yabancı olabileceğine ihtimal bile vermemişler. Türk olduğumuzu söyleyince donup kaldılar. Tam o sırada kahvemi yudumluyordum. İçlerinden biri bana öyle bakıyordu ki durumumuzu öğrenince bize kahve ikram ettiklerine pişman olmuş gibiydi sanki. Ya da ben öyle hissettim diyeceğim ama hayır, adam bir bana, bir elimdeki fincana öyle bakıyordu ki, kahvenin kalan kısmını bitiremedim. Bir fena oldum, anlatamam.

Aslında anlatmak istediğim; fuarlardan çok ülkemiz açısından katlanmak zorunda kaldığımız hakarete varan davranışlar. “Yetmiş sente muhtaç” bırakıldığımız utanç verici durumlar nedeniyle yabancılar tarafından maruz bırakıldığımız acınası durumlar.

Neyse ki arada bir ülke olarak zor durumlara düşsek de, o kötü imajımız silindi. Hatta, özellikle İtalya’daki fuarlarda Türk’üm demek neredeyse çok iyi bir alıcıyım demekle eş anlamlı gibi algılanıyor artık. Aynı şekilde Almanya’da da büyük ilgi görüyoruz. Son birkaç yıldan beri fuara seyirci olarak değil, kendi standımızla katılıyoruz. Bir anlamda görücüye çıkıyoruz. Dünyanın dört bir yanından gelen insanlara ürünlerimizi tanıtıyoruz. Her geçen yıl Türk katılımcıların sayıları hızla artıyor. Bu da bize ayrı bir gurur veriyor.

Olaya yalnızca sanayi açısından bakmamalıyız. Daha önemlisi, “hizmet sektörü”dür. Çünkü onun henüz Çin’i yok. Kültürümüz, tarihimiz ve coğrafyamızla avantajlı olduğumuz bu konuya gereken önemi verme noktasındayız. Hızla çoğalan genç nüfusumuz, artık ürün verme aşamasına geldi.

Haydi gençler el ele; iyiye, doğruya ve güzele!..

Köşe mi Satar, Köse mi?

Sokak içi, sokak başına mahkûm. Dağ başı arkadaş ister.

Yıllar önce sevgili sınıf arkadaşım Uğur Açıncı, bir eczacı hanımla evlenmişti. O sıralarda Bayındırlık bakanlığı’nda çalışıyordu. Eşine Anıtkabir civarında bir eczane açmışlardı. İşleri iyiydi. İki taraflı kazanıyorlardı. Sonra nazara mı geldiler, ne olduysa oldu, işleri birden bozuldu. Sokak başına bir eczane daha açıldı. Onların yeri biraz içeride kaldığı ve sanırım yeni açanlar o semtin insanları olduğu için de bütün müşterilerini bir anda kaybettiler.

Yüce Allah bir kapıyı kapatırken bir başkasını açarmış. Tam o sırada, Uğur’a güzel bir iş teklifi geldi. Bursa’ya yerleştiler. Çok işlek bir cadde üzerine eczane de açtılar. Her şey yolunda gidiyordu ki, bir trafik canavarı bütün güzellikleri birden bitiriverdi. Trafik polisinin dur işaretine uyan sevgili arkadaşım, kurallara uymayan bir kamyon şoförünün çarpması sonucu feci şekilde can verdi.

Bir süre sonra Bursa üzerinden Akhisar’a giderken, çok işlek bir cadde üzerindeki o eczaneye uğradık. İçerisi müşteri kaynıyordu. Sevinç Hanım’ın bizi fark edip ilgilenmesi hayli zaman aldı. O kadar üzgün ve perişan durumdaydı ki tanımakta zorluk çektik. Başsağlığı dileyip yanından ayrılırken o hâlâ ağlıyordu. İkinci geçişimizde ise eczanenin yerinde başka bir dükkân vardı.

Ticaretin de kendine has kuralları var. Bazı doğrular yanlış, bazı yanlışlar doğru sonuçlar verebiliyor. “Hayırdan şer, şerden hayır” doğması gibi bir şey işte. Her şeyi önceden kestirmek mümkün olmuyor bir türlü. Bazen hemen önünüze geçen biri sizin kısmetinize engel olurken, bazen de bunun tam tersi olabiliyor. Dağ başında bir ev alıyorsunuz, yanınıza bir site kuruluyor sizin eviniz ve arsanız bir anda kıymetleniyor. Şehrin göbeğindeki evinizin önüne kurulan bir bina ise, bütün manzaranızı kapatıp size zarar verebiliyor.

Çağımız iletişim çağı. Artık her şey gibi, ticaretin kuralları da değişti. Tüketiciye ulaşmak daha değişik yöntemleri gerektiriyor. Tabiri caizse; her türlü atış serbest. İnsanoğlu öyle yöntemler geliştiriyor ki şaşırıp kalıyorsunuz. Yani, kösenin rolünü inkâr etmek mümkün değil.

Köşenin hükmü de hâlâ geçmiş değil. Öyle olsaydı eğer, bazı mevki yerler için akıl almaz paralar gözden çıkarılır mıydı?

Bize kalırsa; köse ve köşe sorusu iki bilinmeyenli denklem olarak asırlar boyu sürecek gibi görünüyor.

Yazan: GAZANFER SANLITOP

Kaynak: Kuvözde Çocuk Büyütmek – Akis Kitap

 

LEAVE A REPLY

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız