Girişimcinin Aşkı Kendi İşidir

0
926

Gerçek Girişimci Sabırlıdır.

Hüseyin rahmi Gürpınar’ın, bizim lise yıllarımızda hayli gündemde olan bir romanı vardı: Şıpsevdi. Konu olarak; o zamanın deyişiyle alafranga meraklısı bir adamın çabuk zengin olma adına kurduğu planları, özellikle evlilik yoluyla uygulamaya koyuşunu anlatan, popüler türden bir romandı.

Şıpsevdi sözcük olarak; “görür görmez gönül veren” anlamına geliyor ki hemen belirtmek gerekirse girişimcilik asla böyle değildir. Girişimcilik de bir sevdadır ama her gördüğüne kapılmak değildir. Uzun vadeli bir düşünce ve planlama, bir anlamda; “sabırla koruktan helva yapma” sanatıdır.

Üniversite yıllarımı hatırlıyorum. Ülkemiz tümüyle bir tarım ülkesi olarak anılıyordu ve hâla karasaban devri hüküm sürüyordu. Traktöre geçişimiz ise Demokrat parti ile başlayan birkaç yıllık bir geçmişe dayanıyordu. Kurtuluş Savaşı sonrasında, Atatürk tarafından tekstil, şeker ve madencilik konularında kurulan birkaç fabrika dışında sanayiden söz etmek mümkün değildi. Tam anlamıyla emekleme dönemindeydik.

Bizler, makine mühendisleri olmanın verdiği heyecanla, elbette bir şeyler üretmek, sanayici olmak arzusuyla yanıp tutuşuyorduk. Ayrıca birkaç kuşak öncesinden beri üretim ve ticaret işleriyle haşır-neşir olmuş bir aileden geliyordum. Ama o devirde gerek sermaye, gerekse teknik birikimlerimiz öylesine yetersiz hâldeydi ki “sanayi” sözcüğünü firma isimlerinde kullanmak bile abartı gibi algılanıyordu.

Bütün bunlara rağmen, esas arzum er veya geç, sanayici olmaktı. Yani ana hedef belliydi. Bütün mesele başlangıç şartlarını sağlamaktı. Bunun için de öncelikle mastır konusu olarak üretimle ilgili bir bölüm seçmem gerekiyordu. Ama ben öyle yapmadım. Gittim, en az ilgili bir konuda karar kıldım: Isı opsiyonu. Yani; sıhhi tesisat, ısıtma-havalandırma, klima konularında ağırlıklı olarak eğitim ve pratik sağlayan bölümü seçtim. Çünkü o gün için girişimci olmanın en kestirme yolu tesisatçılıktan geçiyordu.

Ülkemiz sanayi ülkesi değildi. O yüzden özel girişimcilik gelişmemişti. Üniversiteyi bitirmek demek, devlete kapağı atmakla eş anlamlıydı. Ve ben, bunu istemiyordum. Ama mastır tezini aldığım saygıdeğer hocam Merhum Serbülent Bingöl’ün önerileri doğrultusunda, bir süreliğine de olsa, Bayındırlık Bakanlığı’ndaki görevime başladım.

Devlet memuriyetim topu topu 10 ay sürdü. Hemen ardından özel sektöre geçip şantiyeciliğe soyundum. İlk işim Ankara’da inşaatı süren ve otel olarak kullanılacak bir gökdelenin klima konusundaki şantiye şefi yardımcılığıydı. Ardından askerlik geldi. Sonra aynı firmanın İstanbul’daki merkezine girdim. O gün için çok keyif verici işler yapıyorduk. Tiyatrolar, düğün salonları, tekstil fabrikaları, süt fabrikaları derken 1 Ocak 1969 tarihinde kendi işimi kurdum. Mezuniyetten askerlik dahil, sadece 6 yıl sonra kendi işimizi kurmak hayallerimizi aşan güzellikteydi. Gece-gündüz demeden, deliler gibi çalışıyordum. Bitmeyen işleri eve getiriyordum. Ben hesapları yaparken, eşim de çizim işlerine yardım ediyordu. Uzun vadeli bir plan yapmıştım ve başarıya ulaşmıştım.

Aslında, kendiliğinden gelen bir şey yoktu. Hedefe ulaşmanın dayanılmaz çarpıcılığı altında, gönül dolusu heveslerle, bitmek bilmeyen enerji ile çalışmak, durmaksızın koşmak vardı.

Hayatta hiçbir zaman her şey birden kazanılmıyor. Ne kadar çalışırsanız çalışın, her istediğiniz, her arzuladığınız ânında yerine gelmiyor. Bir anlamda ayak-yorgan meselesi. Yorganınız kısaysa, ayağınızı kısmak zorunda kalıyorsunuz. Özellikle ilk yıllarda, her hareketinizi ölçülü yapmak hayat tarzınız oluyor. Bu ise şu anlama geliyor: Gençliğinizi doyasıya yaşamanız mümkün olmuyor. İşin hazin tarafı; daha sonraları, işleriniz ilerleyince de aynı şeyleri yapıyorsunuz.

Adanmış bir hayat oluyor sizinki. Aileye, eşe ve çocuklara. Sizin bu davranışınızdan, insanınız da ülkeniz de yararlanıyor. Ama siz tadına varamadığınız ya da en azından, başkalarının öyle algıladığı bir hayata razı oluyorsunuz. Bütün heveslerinizi uzak bir tepenin ardında imiş gibi kabullenerek koşuyor, koşuyorsunuz. “dur” yüce emrine kadar…

Önce İş

İşi olmayanın aşı da olmaz.

Temel Fadime’sini kaybetmiş. Herkes mezarlıkta. Son topraklar atılıyor. Tam o esnada; çalıştığı fabrikanın işbaşı düdüğünü duyan Temel, elindeki küreği bırakıp yürümeye başlıyor. Arkasından birkaç kişi, hepsi bir ağızdan bağırıyor:

-Ula Temel, cenazeyi bırakıp nereye cideysun?

-Önce iş, sonra keyif da…

Aslında, cenazede değil de başka zaman olsa Temel’in söylediği söz çok doğru: Önce iş, sonra keyif.

Düşünün bir kere: İşiniz olmasa, bırakın para kazanmayı, can sıkıntısından patlarsınız. Kaldı ki para da önemli. Ne kadar kötülesek, ne kadar “parayla saadet olmaz desek, biliyoruz ki bütün kapılar o anahtarla açılıyor. Olayı sadece karın doyurmak; iyi bir ev, güzel bir araba ya da istenilen her şeye sahip olmak gibi algılamamalı bence. Çünkü para, eğer yerinde ve zamanında kullanırsanız, başka kapıları da açabiliyor. Hayatta; eşinize, dostunuza, yakınlarınıza, özellikle de sizden yardım bekleyen çaresizlere dost elini uzatmaktan, onları mutlu görmekten daha keyif verici ne olabilir? Kaldı ki olay sadece bunlarla da bitmiyor. Özellikle, “muasır medeniyet seviyelerine” bir türlü ulaşamamış, olan güzel ülkemizde; kimin ne oranda güvencesi var ki. Bir de bakmışsınız ilgisizliğiniz yüzünden, bütün çarklar tersine dönmeye başlamış. Oysa, kaybedileni tekrar kazanmak uğruna harcanacak emeğin, eldekini korumak için gerekenden çok daha fazla olduğu artık herkesçe biliniyor.

Girişimci açısından ele alındığında, daha farklı bir durum çıkıyor ortaya. İşyeri onun çocuğu gibidir. “Çocuğun var, derdin var” misali, işiniz büyüdükçe daha fazla ilgi ister sizden. Madem o yolu seçtiniz, her türlü zorluğa katlanacaksınız. Yarı yoldan dönmek olmaz. Adanmış bir ömür sizinki. Her şeye rağmen; “eşinizle yatıp, işinizle uyanmak” zorundasınız. Bırakın tatlı bir rekabet de olsun ikisi arasında. Rekabetin inanılmaz yararlarını gözardı etmeyin. Hiç olmazsa onun keyfini yaşayın.

Girişimcinin çalışması da bir çeşit ibadettir.

Eleman Çalıştırmak Zordur.

Girişimcilik, eleman çalıştırma sanatıdır.

Babamdan duymuştum; zamanın milli eğitim bakanı, “okullar olmasaydı ben bu maarifi gül gibi yönetirdim” demiş. İşçiler olmasaydı, onların bitmez tükenmez sorunları olmasaydı, işyerleri de çok güzel yönetilirdi ama, o zaman da iş olmazdı. Girişimcilik denilen olay, işte burada başlar.

İşyeri varsa, işçi de olacaktır. Belki bir gün gelecek, insanların yerini robotlar alacak. O zaman, insanların nelerle uğraşacaklarını, kendilerini mutlu ya da mutsuz edecek ne gibi konulara eğilebileceklerini bugünden kestirmek oldukça zor. Ama yine de görünen köyün kılavuz istemediği gerçeğinden hareketle, sonucun pek de iyi olmayacağı kesin gibi. Çünkü biliyoruz ki, “can sıkıntısı bu âleme işsizlikle beraber gelmiştir.” Yine biliyoruz ki; işsizlik ve aşırılık, sağlığın birinci düşmanıdır.

Eleman seçmek, işverenin en zor işlerinden biridir. Aranan nitelikler öylesine değişti ve gelişti ki, eleman seçmek başlı başına bir uzmanlığı gerektirir hâle geldi. Özellikle, ülkemizin abonesi olduğu kriz dönemlerinde, gazetelere verdiğiniz ilanlara o kadar çok başvurular oluyor ki, günlerce uğraşsanız içinden çıkamıyorsunuz. Başvuruda bulunan adaylar kavun değiller ki koklayasınız, müneccim değilsiniz ki fotoğraflarından karakterlerini okuyasınız. Elinizde birtakım belgeler var ama, çoğu beyana dayanıyor. Yabancı dille eğitim veren yüksek okuldan mezun olmuş mütevazı biri, söz gelişi; “İngilizce bilgim iyi sayılır” derken, iki kelimeyi bir araya getiremeyenler çok iyi demek cüretini gösterebiliyorlar. O kadar insanı sınav yaparak değerlendirmek de kolay olmadığına göre, işiniz şansa kalıyor. Neyse ki artık birçok işyerinde insan kaynakları bölümleri var da bu işler bir ölçüde kolaylaşıyor.

Şans dedim de aklıma geldi. Bizim bir sınıf arkadaşımız var: Temel Atay. Kendisi, en alt kademelerden başlayarak, Koç Holding’in CEO’luğuna kadar, hem de bileğinin hakkıyla yükseldi. Arkadaşlarla bir araya geldiğimizde onu kutlarken, yeni görevinde başarı ve şans dilemiştik kendisine. Konu şanstan açılınca, arkadaşlardan biri, eleman seçme ile ilgili bir hikâye anlatmıştı:

Amerika’da kurulu büyük bir şirket için, genel müdür aranıyormuş. Gazeteler ve internet yoluyla yapılan ilanlara gelen bütün başvurular, en ince detaylarına kadar değerlendirilmiş. Aday sayıları, önce 100 kişiye, sonra 10 kişiye kadar indirilmiş. Fakat ne yaptılarsa daha aşağılara inememişler. Adaylar öylesine güçlüymüş ki, ne sorulsa hepsini mükemmel şekilde yanıtlıyorlarmış. Sonunda, seçimi yapan yetkili, adaylardan, ceplerinden “gümüş 1 dolar” çıkarmalarını istemiş. Tesadüf bu ya, sadece bir kişide varmış o paradan. Ve mutlu sona ulaşan, o gümüş paranın sahibi olmuş. Diğer adaylar itiraz etmişler bu seçime. Aldıkları yanıt çok ilginçmiş: “Bir işte başarılı olabilmek için, bilgi ve yeteneğin yanında, şans faktörü de çok önemlidir. Firmamızın başına şanslı birinin geçmesini tercih ettik.”

Gerçekten, her yerde olduğu gibi, iş hayatında da şans çok önemli. Bazen, hiç ümidiniz olmadığı bir anda şansınız “Hızır” gibi yetişiyor ve sizi en zor durumlardan kurtarıp, başarıya ulaştırıyor. Eğer şansınız yoksa, en küçük engelleri aşmakta bile zorlanıyorsunuz.

Eleman seçmek, işin sadece bir bölümü. Ondan sonra, o elemanı deneme süresi var ki, çok daha önemli. Eğer o zamanı iyi bir şekilde değerlendiremezseniz, özellikle yeni kanunlara göre, işiniz bir hayli zorlaşacaktır. İşten çıkaracağınız elemanın kusurunu bildirmeniz, onun da savunma yapması gerekir ki, uzun ince bir yola girersiniz. Ayrıca, önemli bir konu daha var. Geçen süre zarfında, o elemanı sevmeye başlayabiliyorsunuz. O zaman duygular devreye giriyor ve davayı baştan kaybediyorsunuz.

Ayrıca, işiniz bu kadarla da bitmiyor. O elemanı, en verimli olduğu ve mümkünse kendisinin de sevebileceği bir bölümde çalıştırmanız gerekiyor. Yani, onun sağlığını da düşünmeniz gerekiyor. Çünkü artık çok iyi biliniyor ki, sevmedikleri işte çalışmak zorunda kalanlar sağlıklarını da kaybedebiliyorlar.

Fethiye yakınlarındaki Xantos Harabeleri’nde yapılan kazılarla ortaya çıkarılan bir mabedin duvarına, binlerce yıl önce yazılan yazıda şöyle bir ifade varmış:

“Seveceğin bir iş seçersen, hayatın boyunca bir an bile çalışmış olmazsın. İşini öyle sev ki, başarıların bedenini ve yüreğini güçlendirirken, verdiklerinle de yepyeni hayatlar başlatmış olacaksın. Yalnız planlarının değil, başarılarının da tadını çıkarmaya çalış. İşin ne kadar küçük olursa olsun, onunla ilgilen. Hayattaki dayanağın odur.”

Zam Ayı, Gam Ayı

Herkes kendine göre haklıdır.

Yıllar önce, henüz ufak bir atölye düzeyinde üretim yaparken, yılbaşı dolayısıyla işçi ücretlerine yaptığımız zamlar nedeniyle bazı sorunlar yaşamıştık. Aslında bu tarz sorunlar, her zam döneminde ortaya çıktığı için normal sayılabilirdi ama, bu seferki mesele biraz farklıydı.

O dönemlerde, imkânlarımız ve miktarlarımız sınırlı olduğu için, makinelerimiz de ilkel sayılırdı. Özellikle plastik baskısı yaptığımız el presleri, kol gücü ile çalıştırılırdı. Plastik bölümümüzde iki kişi çalışıyordu. Elemanlardan biri eskiydi, o günkü parayla ayda 700 lira alıyordu. Diğer eleman ise 3 ay önce, 500 lira ücretle işe başlamıştı. Onların ücretlerini ayarlamakta zorlanıyorduk. Çünkü yeni eleman daha güçlü kuvvetliydi ve daha fazla parça basıyordu. Öteki arkadaş ise daha yavaş ama kıdemliydi. Ürettiği parçalardaki hata oranı daha düşüktü. Sonunda karar verdik ve maaşları 900 ve 800 lira olarak belirledik. Ertesi gün işe geldiğimizde, ikisinin de işbaşı yapmadığını hayretle gördük. Bir kenarda, ellerini bağlamış hâlde ve küskün küskün oturuyorlardı.

Biraz bekleyip düşündükten sonra, ikisiyle ayrı ayrı görüşmeye karar verdik. Eski eleman; sadece 200 lira zam aldığını, daha dün işe giren adama 300 lira zam yaptığımızı, dolayısıyla da kendisine karşı adil davranmadığımızı söylüyordu. Yeni elemanı dinlediğimizde ise onun yorumu daha farklıydı. Kendisi, eski arkadaştan daha fazla mal bastığı hâlde, 100 lira eksik maaş alıyordu. İşin içinden çıkmak da bize düşüyordu. Her ikisini ikna etmek için, ne kadar dil döktüğümüzü tahmin edersiniz.

Gerçekten, girişimcinin en zorlandığı konuların başında, ücret ve fiyat ayarlamaları gelir. Çünkü, bir tarafın gözü yukarıya bakarken, öteki taraf, “iyi fakat ucuz”un peşindedir. Oysa bu iş, bir hesap ve denge işidir. Terazinin bir kefesine ücretler, malzeme ve genel giderlerle birlikte bir miktar kâr konulurken, diğer tarafa satış fiyatı yerleştirilerek bir denge tutturulur. Üstelik, kâr dediğiniz de piyasa şartlarına bağlıdır. Bu günün anlayışında, maliyet artı kâr mantığı bitmiş, fiyatlar üzerinde rekabet gerçeği egemen olmuştur. Bir malın fiyatı, satılabileceği değer ne ise, odur. Sizin maliyet hesabı yapmanız, nerede kısıntı yaparsam, neyi kolaylaştırırsam maliyeti düşürürüm de kâra geçebilirim diyebilmek içindir. Yoksa maliyet artı kâr düşüncesiyle belirleyeceğiniz fiyatlar, satışların azalmasına yol açarak, üretimi kısmanız sonucunu doğurabilir ki, tam anlamıyla bir kısır döngü içine girersiniz. Oradan çıkabilmek için iflas masasına oturmanız bile gerekebilir.

Eleman ücretleri belirlenirken yapılan hataları, ânında geri dönüp düzeltemezsiniz. Çünkü o zaman bütün çalışanlarınız, birtakım isteklerle başınıza üşüşür, büsbütün işin içinden çıkamaz duruma düşersiniz. Enflasyonun yüksek olduğu dönemlerde, o tür düzeltmeler, bir sonraki zammı diğerlerine nazaran daha az tutarak kolayca yapılabiliyordu. Düşük enflasyonla birlikte alışmaya başladığımız yeni dönemde zam oranları, bu artışlara paralel olarak o kadar azaldı ki, artık o işi zamana yayarak yapılabilmek bile zorlaştı.

Çalışanlar, her türlü başarılarının paraya dönüşmesi konusunda oldukça sabırsız davranırlar. Oysa o başarılar devamlı olmayabilir. İşveren olarak verdiğinizle kalırsınız. Üstelik, dengeleri de bozmuş olursunuz. Ayrıca, bilinmelidir ki her verilen değer, çalışanın gözünde kalıcı bir hak olarak algılanır. Hatta vaatler bile aynı mantığa tabidir. Kısacası; zam dönemleri, her zaman bazı zorlukları da beraberinde getirir.

Girişimci, bütün bu olasılıkları göz önünde bulundurmak zorundadır. Aksi takdirde içine düşeceği kısır döngü, uzaydaki kara delikleri bile aratmayabilir.

Devletle Özel Sektör Farklıdır

Aslında, bütün mallar zaten devletindir.

Mezuniyetimden hemen sonra işe başladığım bayındırlık Bakanlığı Yağı İşleri Reisliği Tesisat Dairesi’nde çalışırken, özel bir şirketten iş teklifi aldım. Meclis binasına çok yakın bir yerde inşa edilmekte olan Büyük Ankara Oteli’nin klima işlerini yapan şirketin yetkilileri benimle yüz yüze görüşmek istiyorlardı. Verdikleri randevu mesai saatlerine denk geldiği için izin almam gerekiyordu. Her zaman yaptığımız gibi “bir mazeretim nedeniyle” açıklaması yeni atanan müdürümüz tarafından kabul görmedi. Mazeretimin ne olduğunu yazmam gerekiyormuş. İlk önce başka bir şey yazmayı düşündüm ama beceremedim. İş görüşmesi için yazınca da kendimi müdürün odasında buldum.

Meğer bizim müdür ne de özel teşebbüs düşmanıymış. Gitme diyordu da, başka şey söylemiyordu: Özel şirket dediğin üç kuruş fazla verir ama seni sömürür. Gittiğine pişman olursun. Bak, burada huzur var. Buradaki ağabeylerin sana her zaman yardım ederler. Ne biliyorlarsa sana öğretirler. Özel şirkette kimseden yardım göremezsin. Patronlarına yaranmak için devamlı kuyunu kazarlar. Durup dururken huzurunu kaçırma.

Bizim müdür konuştukça gitmek için daha da sabırsızlanıyordum. Sonunda kestirip attım. Şimdi izin vermezse, ertesi gün işe gelmeyeceğimi anlayınca, çaresiz razı oldu. Sadece on dakika sonra şirketin Kızılay’daki Ankara bürosundaydım. Sözüm ona basit bir mülakattı ama klima ve havalandırma konusunda bir güzel imtihan edilmiştim. Bürodan ayrılırken, sınavı başarıyla vermiş bir ilkokul öğrencisi gibi sevinçli ve keyifliydim.

Bir süre sonra bizim müdürün söylediklerini tekrar düşündüm. İşlerin devlet dairesine nazaran çok daha ağır olduğu doğruydu ama severek yapılan iş insana ağır gelmiyordu. Öğrenme konusunda ise, bizim Müdür Bey kesinlikle yanılıyordu. O bir yıla yakın süre içinde öğrendiklerim ve kazandığım deneyimler, bir üniversite daha bitirmiş gibi heyecanlandırıyordu beni. Ayrıca, tanınmış bir firmada çalıştığım için olacak, her şey dürüstçe yapılıyordu. Ama itiraf etmeliyim ki bazı arkadaşlarımdan duyduğum kadarıyla, her yerde aynı güzellikler yoktu. Gözünü hırs bürümüş bazı insanlar üç kuruş için çok yanlış şeyler yapabiliyordu. Bu konuda, tanık olduğum bir olay geldi aklıma:

Çocukluğumdan beri tanıdığım, aynı zamanda meslektaşım olan bir büyüğüm var. Eğitim hayatı boyunca, en başarılı öğrenciler arasındaydı. Uzun yıllar devlet dairelerinde başarılı hizmetler verdi. Sonra, özel sektöre heveslendi. Kendi adına yaptığı işlerde başarılı olamayınca, maaşlı olarak bazı özel şirketlerde çalıştı. Günün birinde onunla karşılaştığımda, oldukça kızgın ve sinirliydi. Son işi olan hazır beton şantiyesindeki yöneticilik görevinden, tabiri caizse, yaka-paça atılmış olmayı bir türlü içine sindiremiyordu. O anlattı, ben dinledim.

Ona göre; satın almadakiler rüşvet karşılığı, yüksek fiyatla çakıl ve mıcır alıyorlarmış. Patronları birkaç kez uyardığı hâlde, hayret edilecek şekilde, gülüp geçmişler. Ayrıca, giriş-çıkışı kontrol edenlerin tamamı hırsızmış. Bir yere on kamyon beton gitse, sadece beşine fiş kesip, kalan yarısını çalıyorlarmış! Onlara suçüstü yapmaları konusunda patronları uyarmak istemiş. Hiçbir tepki göstermedikleri bir yana, sanki hırsız kendisiymiş gibi, kaba kuvvet kullanıp, onu dışarı atmışlar.

O anlattıkça ben gülümsüyordum. Bu sefer bana da kızmaya başladığını fark edince, durumu açıkladım: Bana göre, mesele çok basitti: Çakılın pahalı alınması diye bir şey yoktu. Olay, sadece maliyeti yüksek göstermek için yapılan bir uygulamaydı ve durumu patron kesinlikle biliyordu. Giden malların sadece yarısına fiş kesilmesi ise; alan tarafın son kullanıcı olması nedeniyle ödemek zorunda olduğu KDV’den kurtulması, patronun da vergi yükünün azalması anlamına geliyordu. Yani, her iki konuyu da patron biliyordu. Bizim değerli ağabeyimiz ise farkına varmadan, dönmekte olan çarka çomak sokmuş oluyordu.

Bizim devlet memuriyetimiz, askerliği saymazsak, sadece 10 aydan ibaret. Bu itibarla memur havasına pek giremedik. Ama bildiğim kadarıyla, memur çocukları bile bazı farklılıkların farkındalar. Özel sektörde çalışmanın daha bir başka olduğunu onlar da biliyorlar. Yedek subay okulunda tanıdığım bir arkadaşım vardı. Genç yaşta büyük bir firmanın genel müdürü olmuştu. Başarısından söz ettiğimizde gayet mütevazı davranırken, bir taraftan da memur çocuğu olarak buralara gelebilmenin farklılığını vurguluyordu.

Esnaf çocukları bulundukları ortam gereği olarak, halkla ilişkilere küçük yaşlardan itibaren başlıyorlar. Dolayısıyla da, ticaret hayatının önlenemez iniş-çıkışlarına daha o yaşlarda alışıyorlar. Daha sonra iyi eğitim görerek yönetme şansı bulanlar, başarıyı daha kolay yakalıyorlar. Bu yönüyle ele alındığında, iş hayatına atılma aşamasında, esnaf çocukları, memur çocuklarına göre 1-0 önde başlıyorlar.

Ah Şu Vergiler

Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır.

“Vergiler azalınca iktisadi faaliyetler canlılık ve hız kazanır. Ekonomi canlanınca vergi alınan taban genişler. Neticede, az vergi alınan devletin geliri çoğalır. Kaybeden ve az kazanan çok kazanmış olur. Diğer taraftan yüksek vergi oranları, devletin gelirini düşürür. Çünkü vatandaşı ezer, vergi mükelleflerinin teşkil ettiği taban daralır. Sonunda çok kazanan kaybeder.”

Bu satırları ben yazmadım. Günümüzde yayımlanan bir makaleden veya bir kitaptan da aktarmadım. Bu satırlardaki fikirler, bundan tam altı asır önce yaşamış Tunus’lu bilim ve siyaset adamı İbni Haldun’a ait. Yani vergi konusu, insanların toplu yaşamaya başladı çağlardan beri güncelliğini koruyarak devam ediyor.

Devrin padişahı yeni vergiler çıkarmış.Halkın tepkilerini anlamak için de baş vezirini görevlendirmiş. Her yeni vergiden sonra, vezirden gelen izlenim hep aynı oluyormuş: “Hünkârım halk çok endişeli.” Ama bir gün farklı bir şey olmuş. Bu sefer vezir; “Hünkârım halk sokaklara döküldü. Kendi aralarında çalıp oynuyorlar” deyince padişah durumun ciddiyetini anlayıp son vergiyi durdurmuş.

Nedense, başı sıkışan her hükümet ilk önlem olarak yeni vergiler çıkarma yolunu seçiyor. Vergileri tabana yaymak varken, işin kolayına kaçılıyor. Ya da dolaylı vergilere yükleniyorlar. Oysa modern anlayışta, kazançlar arttıkça oranların da paralel olarak artması esası benimsenmiştir. Bu mantık, fakirden ve zenginden aynı oranda vergi alınmasını kabul etmez.

“Vergilendirilmiş kazanç kutsaldır.” sözü elbette doğru ama bir kelimesi eksik. Bize göre; “Adaletle vergilendirilmiş kazanç kutsaldır.” Adil olmayan vergiler, insanların haksızlık duygusuna kapılmalarına neden oluyor. Bunun sonucu olarak, denetimin giremediği veya sektörün uygun olduğu durumlarda insanlar vicdanlarıyla baş başa kalıyorlar. Her vicdanın mazeret senaryoları farklı olduğu için de kutsal kazançlar törpüleniyor. Sonunda bu kutsal görev, dürüstlere ve mecbur kalanlara düşüyor.

Tutulan kısrak harmanı döver.

Vergiler ve Özal

Vermesini bilmeyenin almaya hakkı yoktur.

Rahmetli Özal’la başlayan ve ödüllerle heveslendirilen bir vergi atağı vardı. Ülkeye bir anda altmış milyon gönüllü vergi kontrolörü kazandıran katma değer vergisi aynı dönemde hayata geçirildi. Sayın Ecevit’i, lafıyla bile iktidardan eden, “her işletmenin vergi levhasını görülen bir yere asması” zorunluluğu da Özal zamanında gerçekleşti

O dönemlerde, küçük bir aile şirketi olmamıza rağmen, her yıl ardı ardına, birçok dev kuruluşu geride bırakarak, bronz madalya ile de olsa ödülsüz kalmadığımızı, büyük bir gururla belirtmek istiyorum. Ödül törenleri ve akşamına çoğu saraylarda verilen yemekler, vergi vermeyi özendirecek nitelikteydi. Hele Özal’ın kendine has üslubuyla yaptığı konuşmalar her şeyden daha değerliydi. Zaman içinde vergi gelirleri hızla artarken, sonraki yönetimlerin kalın çomakları, sistemi işlemez hâle getirmeseydi, belki de bu durumlara düşmeyecek, Avrupa kapılarını böylesine aşındırmayacaktık.

Eskiden bir firma kurmak için, Yüksekkaldırım’da kazıtılacak bir mühür ve kırtasiyeciden alınacak bir fatura koçanı yetiyordu. Bir ay boyunca kesilen “naylon faturalar” sektörün vergi dengelerini(!) düzenlerken, bazı açıkgözlere servet kazandırıyordu. Bu arada, firma kurmaktan otuz gün içinde vazgeçilirse(!), herkesin yaptığı yanına kâr kalıyordu. Bu garipliğe de yine Özal döneminde son verildi.

Aslında herkes için geçerli olan, girişimci için de geçerlidir. Bunun adı dürüstlüktür. Ama özellikle bazı sektörlerde, yolsuzlukların böylesine büyümesindeki esas suç devleti yönetenlerdedir. Ekonomi dediğiniz, tabiat kurallarına benzer tarzda çalışır. Eğer siz bazı kapıları kapatıp, bazılarını açık bırakırsanız, o açık kapılardan akla hayale gelmedik şeyler geçer. İnşaat ve otomotiv, ülke ekonomisini sürükleyen en büyük iki sektör olmasına rağmen, o konulara vergi iadesi olmayışı, kontrolsüz kalan kapıları bütünüyle açıyor. Vergi iadesi uygulanmayan her konuda, halkın denetimi devreden çıktığı için vergi kayıpları artıyor. Maalesef bu açık alanlar yıllardır kapatılamadı.

Çok önemli bir konu da kayıt dışı ile ilgili: Sanayi malı üreten kuruluşların bütün satışları faturalı yapılırken, eve hitap eden mallarda, özellikle vergi iadesi alanı dışında kalan konularda, alıcı ile satıcının arasına kara kedi gibi giren KDV, her şeyi zorlaştırıyor. Özellikle lokantalarda ve gıda maddesi satılan yerlerde, devlete ödenmesi gereken KDV’ler satıcıda kalırken, diğer birçok ürünün katma değer vergisi, alıcı ile satıcı arasında paylaşılıyor. Vergi oranlarının yüksek oluşu ise, kolay ikna olan vicdanlara, önemli senaryolar oluşturma mazereti sağlıyor. Sonunda; milyonlarca ülke insanı işsiz kalırken, kaçak işçi kullanımı artarak devam ettiği gibi, vergi verenin kendisini aptal gibi gördüğü bir durum ortaya çıkıyor.

Kayıt dışı önlenmiş olsaydı, faturasız satışlar olmayacaktı. Kaçak işçi çalıştıranlar, masraf gösteremedikleri için öyle büyük vergiler ödemek zorunda kalacaklardı ki, ilk işleri, “dünyanın, ücretlerinden en yüksek oranlarda kesinti yapılan insanları da olsalar, yerli elemanları tekrar işe almak olacaktı.

Ayrıca bir konu daha var ki, çoğu insanın gözünden kaçmış olabileceğini düşünüyorum: Katma değer vergisi; katılan değerden alınıyor. Bunun için yapılan hesap çok basit. Aylık cironuzun yüzde on sekizini hesaplayıp, o ay içinde ödemiş olduğunuz KDV’leri düşüyorsunuz. Ödemek zorunda olduğunuz vergi çıkıyor ortaya. Bu hesaba göre; yaptığınız kâr ile birlikte ödediğiniz işçi ücretleri de, bir anlamda, tekrar vergilenmiş oluyor. Oysa, ücretlerden alınan bu vergi kimsenin aklına takılmıyor. Özellikle emekyoğun işlerde, esas yekûnu işçi ücretleri oluşturuyor. Bir işçinin işverene maliyeti zaten net ücretin iki katı civarında olduğundan, hesaplanan ve kaynağında alınan KDV de bir anlamda, yüzde oyuz altıyı buluyor. Bu yükü ise, çoğunlukla emek gücü ile iş yapan küçük işletmelerin fedakâr sahipleri çekiyor. Bize göre bu duruma devlet tarafından bir çözüm, bir kolaylık bulunmalı, altın yumurtlayan tavuğa yazık edilmemelidir.

Akıllı bir girişimci bu hesapları bilmeli ve işini ona göre kurmalıdır diye düşünüyorum.

Yazan: GAZANFER SANLITOP

Kaynak: Kuvözde Çocuk Büyütmek – Akis Kitap

LEAVE A REPLY

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız