Hayatın Gerçek Anlamı Nedir?

0
839

KAZANMAK; AMA NASIL?

 

Birkaç yıl önce, Seatle özel olimpiyatlarında, tümü fiziksel ve zihinsel özürlü olan dokuz yarışmacı, 100 metre koşusu için başlama çizğisinde toplandılar. Başlama işareti veilince, hepsi birlikte başladılar, bir hamlede başlamadılar belki, ama yaış bitirmek ve kazanmak için istekliydiler. Yarışa başlar başlamaz içlerinden genç bir delikanlı tökezleyip yere düştü ve ağlamaya başladı. Diğer sekiz kişi oğlanın ağlamasını duydular. Yavaşladılar ve geriye baktılar. Sonra hepsi yönlerini değiştirdiler ve geriye döndüler, oğlanın yanına geldiler. İçlerinden Down sendromlu bir kız eğilip oğlanı öptü ve:

Bu onun daha iyi olmasını sağlar, dedi.

Sonra dokuzu birden kol kola girdiler ve bitiş çizğisine doğru hep birlikte yürüdüler. Stadyumdaki herkes ayağa kalkıp dakikalarca alkışladılar. Orada bulunan insanlar hala bu öyküyü anlatırlar. Neden? Çünkü şu tek gerçeği derinden bilmekteyiz:

Bu hayatta önemli olan şey, kendimiz için kazanmaktan çok daha ötede olan bir şeydir. Bu hayatta önemli olan, yavaşlamak ve rotanızı değiştirmek anlamına gelse bile, diğerlerininde kazanması için yardım etmektir.

 

 

BİLİM ADAMI OLABİLMEK

Bir bilim adamının tıp konusunda yeni ve önemli buluşları olmuştu. Bir gazete muhabiri

röportaj yaparken kendisine, ortalama bir insandan nasıl olup da daha farklı ve yaratıcı bir insan olduğunu sormuş. Kendisini diğerlerinden ayıran özellik neymiş.

Bilim adamı bu soruyu, ‘İki yaşındayken annesiyle yaşadığı bir deneyim nedeniyle’ diye yanıtlamış. Bilim adamı buzdolabından süt şişesini çıkartmaya çalışıren, şişe elinden kayıp yere düşmüş ve ortalık süt gölüne dönmüş.

Annesi mutfağa geldiğinde, ona bağırmak, söylenmek ya da cezalandırmak yerine,

‘Robert, ne kadar güzel bir hata yaptın! Daha önce bu kadar büyük bir süt gölü görmemiştim. Evet, olan olmuş. Şimdi bielikte burayı temizlemeden önce biraz yerdeki sütle oynamak ister misin?’ demiş.

O da eğilip, oynamış yere dökülen sütle. Birkaç dakika sonra annesi, ‘Robert, bu tür bir şey yaptığında, bunu senin temizlemen ve her şeyi eski haline getirmen gerektiğini biliyor musun? Bunu nasıl yapmak istersin? Bir sünger mi kullanalım, Bir havlu ya da bir bez mi? Hangisini istersin?’ demiş. Robert süngeri seçmiş ve birlikte yere dökülen sütü temizlemişler.

Daha sonra annesi, ‘Biliyor musun, burada yaşadığımız olay, senin iki minik elinle bir süt şişesini taşıyamadığın kötü bir deneyimdi. Şimdi arka bahçeye çıkalım ve şişeyi suyla doldurup, senin dolu bir şişeyi düşürmeden taşımanı sağlayalım’ demiş.

Küçük çocuk şişeyi boğazından iki eliyle tutarsa, düşürmeden taşıyabileceğini öğrenmiş.

Ne güzel bir ders!

Bu ünlü bilim adamı daha sonra, o anda bir hata yaptığı zaman bundan korkmaması gerektiğini öğrenmiş. Yapılan hataların yeni bir şeyler öğrenmek için çok güzel fırsatlar olduğunu anlamış.

İşte bilimsel araştırmalardaki deneyler de bu temele dayanır zaten. Bir deney başarısız olsa bile, O deneyden çok değerli bilğiler elde edilir.

 

EĞİTİME YÜRÜYÜŞ

Olanaksızlıklar ve engeller yüzünden başaramayacağınız bazı şeyler olduğu şeklinde bir düşünce taşıyorsanız, Afrikalı geçç bir adamın öyküsüne kulak verin. Öyküsünü iyice bir düşünün.

Annem Amerika’nın nerede olduğunu bilmezdi.

Ona, ‘Anne, üniversiteye devam etmek için Amerika’ya gitmek istiyorum,’ dedim. ‘Bana izin verirmisin?

‘O da ‘Peki’ dedi. ‘Gidebilirsin. Ne zaman yol çıkacaksın?’

Anneme, köyümüzde yaşayan insanlardan amerika’nın ne kadar uzak olduğunu öğrenmesi için zaman vermek istemiyordum; çünkü bunu öğrenirse korkup fikrini değiştirebilirdi.

‘Yarın’ dedim.

‘Peki. Sana yolda yemen i,çin biraz mısır hazırlayım.’

Ertesi gün, 14 Ekim 1958’de, Doğu Afrika, Kuzey Nyasaland, Male’de bulunan köyümdeki evimden ayrıldım. Giysi olarak sadece üzerimdekiler; yani haki renkte bir gömlekle bir şort vardı. Sahip olduğum iki hazineyi de beraberimde taşıyordum. Ayrıca yanımda, Annemin bana verdiği, muz yaprakları arasına sarılmış mısır ile korunmak için de küçük bir balta vardı.

Hedefimle benim aramda bir okyanus ve bir kıta bulunuyordu ama benim hedefime ulaşacağımdan hiçbir kuşkum yoktu.

Kaç yaşımda olduğuma dair hiçbir fikrim yoktu. Bu gibi şeyler zamanın daima aynı kaldığı topraklarda çok az anlam ifade eder. Sanıyorum onaltı yaşındaydım ya da onsekiz.

Babam, ben çok küçükken ölmüştü. İnsanlarıma ve ülkeme yararlı olmak istiyorsam eğitim görmem gerektiğini de öğrenmiştim.

13 kilometre uzakta bulunan Wenya ‘da, misyonerlerin açtığı bir okul vardı. Kendimi okumak için hazır hissettiğim bir gün oraya gitmiştim.

Orada birçok şey öğrendim. Çoğu afrikalının inandığı gibi içinde bulunduğum şartların kurbanı olmadığımı, aksine bu şartların efendisi olduğumu öğrendim.

Daha sonra lisedeyken Amerika’yı öğrendim. Amerika’ya gidecek bir gemi bulacağımı ümit ederek, Kahire’ye gitmeyi taarlıyordum. Kahire, 5000 kilometre uzaktaydı. Bu mesafenin uzunluğunu kavrayamamıştım. Bu mesafeyi yürüyerek dört ya da beş gün içerisinde kat edebileceğim şeklinde aptalca bir düşüncem vardı. Dört ya da beş gün sonra evimden sadece kırk kilometre uzaklaşabilmiştim, yiyeceğim bitmişti, param yoktu ve ne yapacağımı bilmiyordum. Sadece yürümeye devam etmem gerektiğini düşünüyordum.

Bir yıldan daha uzun bir süre, benim yaşam tarzımı oluşturan bir yolculuk şekli geliştirmiştim. Köyler orman yollarında, çoğunlukla biribirinde sekiz ya da dokuz kilometre uzaktaydı. Öğleden sonraları köylerden birine ulaştıktan sonra, yemek, su ve yatacak yer için çalışıp o köyde kalıp sabahleyin kalkıp bir sonraki köy için yola koyuluyordum

Bu her zaman mümkün olmuyordu. Afrika’da kabilelerin kullanığı diller, birkaç kilometrede bir değişir; kendimi, iletişim kuramadığım insanların arasında buluyordum çoğu zaman. Bu durum beni onların karşışında bir yabancı, belki de bir düşman konumuna getiriyordu. Köylerine girmeme izin vermedikleri için de ot ve yabani meyveler yiyerek geceyi ormanda geçirmek zorunda kalıyordum.

Çok geçmeden, yanımda taşıdığım baltamın insanlara dövüşmek ya da hırsızlık yapmak için geldiğim izlenimini verdiğini keşfettim. Bu nedenle de baltamı, gizlice taşıyabileceğim bir bıçakla takas ettim. Korku duyduğum orman hayvanlarına karşı tamamen korumasızdım; ama geceleri onların seslerini işitmeme rağmen, hiç biri bana yaklaşmadı. Buna rağmen sıtmaya yol açan sivrisinekler daimi arkadaşlarımdı ve çoğu zaman da hastaydım. Yine de inancımı kaybetmiyordum.

1959’un sonu itibariyle, Uganda’ya kadar 1600 kilometre yol kat etmiştim. Burada bir aile beni yanına aldı ve ben de hükümet binaları için tuğla yapma işine girdim. Orada altı ay kaldım. Kazandığım paraların çoğunu anneme yolluyordum.

Ne kadar sıkıntı çekersem çekeyim vazgeçmemeye kararlıydım.

Bir öğlen vakti kampala’daki USIS kütüphanesinde, beklenmedik bir şekilde Amerikan üniversiteleri rehberine rastladım. Rastgele bir sayfa açarak, Mount Vermon, Washinton’da bulunan Skagit Valley Üniversitesi’nin ismini gördüm. Amerikan üniversitelerinin, hak eden Afrikalılara kimi zaman burs verdiğini duymuştum. Böylece Dean George Hodson’a mektup yazdım ve burs için başvuruda bulundum. Geri çevrilebileceğimi biliyordum, ama yinde cesaretim kırılmadı. Rehberde bulunan bütün üniversitelerle yazışacaktım; ta ki aralarından biri bana yardım edene kadar.

‘Üç hafta sonra Dean Hodson cevabını yolladı. Bursu kazanmıştım ve okulum bir iş bulmama yardımcı olucaktı. Büyük bir sevinç içerisinde Ameriken sefaretine gittim. Bana verilen cevap, kazandığım bursun Amerika’ya gitmem içim yeterli olmadığı yönündeydi. Bir pasoporta ve vize almak için gerekli olan gidiş dönüş bileti parasına sahip olmam gerekiyordu.

‘Böylece pasoport almak için Nsayland hükümetine mektup yazdım, ama reddelildim; çünkü onlara ne zaman doğduğumu bildirememiştim. Daha sonra beni çocukluğumda eğiten misyonerlere mektup yazdım ve onların çabaları sonucuda pasoport almayı başardım. Ama yine de Kampala’da vize alamıyordum; çünkü param yoktu.

‘Kararlılığımı koruyarak Kampala’dan ayrıldım ve yolculluğuma kaldığım yerden, Kuzeye doğru devam ettim. İnancım o kadar güçlüydü ki son paramı da sahip olduğum ilk ayakabı için harcadım. Skagit Valley Üniversitesi’ne çıplak ayakla giremeyeceğimi çok iyi biliyordum. Ayakkabılarım eskimesin diye onları elimde taşıyodum.

‘Uganda’yı geçerek Sudan’a vardım. Sudan’da köyler bir ibrlerinde çok daha uzaktaydılar ve insanlarda bana karşı arkadaşça davranmıyordu. Kimi zaman yatmak inin ya da yiyeceğimi kazanacağım bir iş bulmak için 40 ya da 50 kilometre yürümek zorunda kalıyordum. Sonunda Hartum’a ulaştım ve burada bir Amerikan konsolosluğu bulunduğunu öğrendikten sonra da şanşımı denemek için oraya gittim.

‘Ülkeye girmek için gerekli olan şartları birkez de yardımcı konsolos Emmett Coxson’dan dinledim, ama Bay Coxon içinde bulunduğum kötü durumu üniversiteye bildirdi. Daha sonra da tekgrafla bir cevap aldım.

Beni ve yaşadığım sorunları duyan öğrenciler, yardım geceleri düzenleyerek 1700 dolar toplamışlardı. ‘Heyecanlanmıştım ve son derece minnettardım.’

‘İki yıldan uzun bir sürede 4000 kilometre yürüdüğüme dair haberler Hartum’da yayılıyordu. Komünüstler yanıma geldi ve yol harcamalarımla geçineceğim para da dahil olmak üzere bütün giderlerimi karşılayacaklarını söyleyerek beni Yugoslavya’da bir okula göndermeyi teklif ettiler. Ama kabul etmedim.

Aralık 1960’da elimde iki kitabımı taşıyarak ve hayatımda ilk defa takım elbise giyerek, Skatgit Valley Üniversitesi’ne ulaştım.

Öğrenci topluluğuna yaptığım teşekkür konuşmasında, ülkemin başbakanı veya cumhurbaşkanı olmak için duydugum arzuyu anlattım ve bu sırada insanların bu isteğime güldüklerini fark ettim. Acaba aptalca şeyler mi söylemiştim; merak ediyordum. Ben hiç de öyle düşünmüyordum.

Tanrı kalbinize olanaksız görülen bir hayal yerleştirmişse, O bu hayali gerçekleştirmenize yardım etmek istiyordur. Afrikalı bir köylü olarak, bir Amerikan üniversitesi mezunu olma zorunluluğu hissettiğim zaman, bunun gerçekleşeceğine inanıyordum. Washington Üniversitesi’ni bitirerek bunu gerçekleştirdim de. Eğer tanrı bana, Nyasaland cumhurbaşkanı olma hayalini vermişse, bu hayalimi de bir gün gerçekleştirebilirim.

 

 

HAVUÇ, YUMURTA VE KAHVE

 

Bir baba ile kızı dertleşiyorlarmış. Kızı, hayatında birçok sıkıntı yaşadığını ve bunlarla nasıl baş edeceğini bilemediğini söylemiş babasına. Sorunlar ardı arkasına devam ediyormuş hayatında. Babası kızını dinlemiş, dinlemiş ve ‘Gel, sana bir şey göstereceğim,’ diye kızını mutfağa götürmüş. Baba, ünlü bir aşçıymış. Ocağa üç tane eşit büyüklükte kap koymuş, üçüne de eşit su koymuş ve üçününde altını eşit miktarda yakmış. Ve birinci kaba bir havuç, diğerine bir adet yumurta, öbürüne ise bir avuç çekilmemiş kahve çekirdeği koymuş. Ve her üçünü de tam yirmi dakika pişirmiş. Daha sonra ateşi kesmiş. Masaya iki tane tabak ve bir tane boş bardak koymuş ve ilk önce haşlanmış havucu alıp bir tabağa koymuş. Daha sı-onra artık epey pişmiş olan yumurtayı alıp bir tabağa koymuş. En sonunda da artık suya iyice sinmiş ve tam kıvamında kahve görüntüsü olan kahve’yi de alıp bir bardağa boşaltmış.

Kızına şu soruyu sormuş: ‘Kızım ne görüyorsun?’

Kızı demiş ki: ‘Havuç, yumurta ve kahve .’ Babası kızını elinden tutup masaya yaklaştırıp daha yakından bakmasını ve hissetmesini istemiş. Kızı demiş ki: ‘Ne görüyorum. Haşlanmış yumuşak bir havuç (Bunu yapaken çatalı havuca batırmışve yumuşaklığını hissetmiş), artık pişmekten içi katılaşmış bir yumurta (Yumurtayı eline almış, hatta bir tarafından masaya vurup, çatlatmış ve içini görmüş) ve bir bardak kahve. (Biraz içmiş) Hatta tadı oldukça iyi. ‘Baba, bunu niçin bana gösteriyorsun?’ diye sormuş. ‘Bak demiş, hepsi aynı şekil kapta, aynı sıcaklıkta, aynı dakika pişti. Fakat hepsi bu etkiye farklı tepki verdiler. Havuç, ilk başta sertti, güçlü idi. Ama kaynatılınca yumuşadı hatta güçsüzleşti. Yumurta, çok kırılgandı, hafifçe dokunsan çatlayabilirdi, ama kaynatılınca içi sertleşti, hatta katılaştı. Bir avuç çekilmemiş kahve ise yine sertti, hepsi birbirine benziyordu, ama ısıtılınca ne oldu, bu kahve çekirdekleri, ısındılar, gevşediler ve içinde oldukları suya yayıldılar. Koku yaydılar, tad yaydılar ve suyu eşsiz tadda bir kahve’ye çevirdiler.’ Kızım, sen hanğisisin? Diye sormuş adam. ‘Zorluklarla karşlaştığın zaman nasıl tepki kösteriyorsun? Sen, havuç musun, yumurta mısın, yoksa kahve misin?’

Siz hanğisisiniz? Havuç gibi sert bir kişi misiniz, ama sorunlar yaşayınca, yumuşuyor ve güçsüzleşiyor musunuz? Yumurta gibi, içi yumuşak, her an kırılabilir bir kişi misiniz? Sorunlar karşısında, güçleniyor ve sertleşiyormusunuz? Yoksa bir kahve çekirdeği gibi misiniz? Kahve sıcak suyu değiştirir, hatta suyun sıcaklığı en üstdereceye çıktığında, en lezzetli kahve ortamı hazır olur. Eğer siz bu kahve çekirdeği gibi iseniz, çevrenizde ne kadar sorun olursa olsun, bunları olumluya çevirebilirsiniz. Çevrenize güzel tatlar, duyğular katarsınız. Kendinizi ve çevrenizi daha iyi yapmak için çalışırsınız.

 

Siz hangisisiniz?

LEAVE A REPLY

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız