PAYLAŞTIRMAYI NEREDEN ÖĞRENDİN?
Aslan, kurt ve tilki arkadaş olup avlanmaya çıkarlar. Günün sonunda, bir geyik, bir keçi ve bir de tavşan avlarlar. Aslan, kurda dönerek; “Hadi bakalım! Şu hayvanları paylaştır da karnımızı doyuralım.”
Kurt ezile büzüle; “Ey büyük sultanım! Şu geyiği siz buyurun, keçiyle ben idare ederim, bu tavşanla da tilki idare eder.” Aslan kurda tamam mı, bitti mi? der. Kurt evet deyince, aslan kızarak pençesini öyle bir vurur ki, kurt param parça olur.
Sonra aslan tilkiye, “Bir de sen paylaştır, ben kurdun paylaştırmasını sevmedim.” der. Tilki titreyerek bir kurda bakar, bir yiyeceklere bakar ve der ki; “Efendim, siz çok yoruldunuz ilk önce sabah kahvaltısı olarak geyiği yiyin. İstirahat ettikten sonra da öğlen yemeğinde keçiyi yersiniz. Akşama doğru da tavşanı yersiniz.”
Aslan bu paylaştırmadan çok hoşlanır ve tilkiye, “Bu kadar adil bir paylaştırmayı nereden öğrendin?” diye sorar.
Tilki de; “Haşmetli Sultanım! Şu haddini bilmez, akılsız kurttan öğrendim.”
AMR’IN SUÇU
Şam’da ismi Davud olan bir vali Arapça öğrenmek ister ve hoca tutar. Hocalar da fiil cümlesi olarak “DARABA ZEYDÜN AMRAN” (Zeyd, Amr’ı dövdü.)’ı söylerler. Vali, Amr’ın suçu ne ola ki sürekli dövdürüyorsunuz deyince, hocalar cevap veremezler ve vali hepsini hapse attırır. Kendisine yeni bir hoca tutan vali, aynı soruyu yeni tuttuğu hocaya da sorar. Uyanık hoca, valiye önce bazı ön bilgiler verir; “Efendim, Amr ve Ömer aynı yazılır. Fark edilsin diye, Amr’da bir vav fazla var, Ömer’den. Ayrıca Davud çift vav yazılması gerekirken tek vav ile yazılıyor.” dedikten sonra ismi Davud olan valiye efendim, “Amr’ın suçu sizin mübarek ism-i şeriflerinizdeki vav harfini çalmış, suçu bu. Ondan dolayı dövdürüyoruz Amr’ı ”der ve uyanık hoca hapse atılmaktan kurtulur.
BENİM BABAM, SENİN BABANI GEÇER
Üç çocuk babalarından hangisinin daha mükemmel olduğunu tartışırlar. Birinci çocuk, “Benim babam okçudur. Önce oku atar ve ok hedefe varmadan koşarak kendisi hedefe yetişir.”deyince,
İkinci çocuk: “O da bir şey mi? Benim babam avcıdır. Silahını ateşler ve mermi hedefine varmadan koşarak kendisi hedefe varır”
Üçüncü çocuk: “Bunlarda bir şey mi, ikinizin de babası benimkini geçemez. Benim babam memurdur. Mesaisi saat beşte biter, ama babam saat üç buçukta evdedir.
BİR DEFA KARIŞTIM…
Velî bir zât denizde yolculuk yapmaktadır. Yolculuk sırasında denizden fırtına çıkar. Dev dalgalar gemiyi sağa sola savurmaktadır. Gemide velî zât hariç herkes dua etmekten başka çarenin olmadığını görüp korkuyla Cenâb-ı Allah’a dua ederler.
Velî zâtın o sıkıntılı anda dua etmemesi gemidekileri kızdırır. Yolculardan birisi velî zâta da dua etmesini söyler. Velî zât, “Ben karışmam” der. Yolcu, “Allah’a inanmadığın için mi dua etmiyorsun” deyince, Velî zât; “İnanıyorum, fakat ben karışmam” der. Fırtına geçtikten sonra deniz sakinleşir. Yolcular kurtuldukları için sevinç çığlıkları atarlar. Velî zât da herhangi bir sevinç emaresi yoktur. Aynı yolcu Velî zâtın sevinmediğini de görünce daha bir sinirlenerek, “Sıkıntılı zamanda dua etmiyordun, şimdi neden sevinmiyorsun?” deyince, Velî zât yine “Ben karışmam” der. Yolcu, velî zâta neden sürekli Bben karışmam” dediğini izah etmesini söyleyince, velî zât, “Ben bir zaman hayvan tersleri üstünde dolaşan böcekleri görünce ‘Hey Allah’ım! Her şey tamam da, bu böcekleri niye yarattın?’diye düşünmüştüm. Bir zaman sonra bir hastalığa tutuldum. Doktorlara gitmeme rağmen çare bulunamadı. Derdime derman bulamadım. Yaşlı bir nine ‘Hayvan tezekleri üstünde dolaşan böceği havanda döverek yersen derdine derman bulursun’ dedi. Ben de çaresiz olarak söyleneni yaptım, iyileştim. Böylece hayvan tezekleri üstünde dolaşan böceklerin niye yaratıldıklarını öğrenmiş oldum. Ben Allah’ın işine bir kez karıştım, bana hayvan tezekleri üzerinde dolaşan böceği yedirdi. Tövbe, bir daha da Allah’ın hiçbir işine karışmayacağıma kendi kendime söz verdim” der.
BÖYLE HOCAYA ÖYLE CEMAAT!
Mehmed Akif anlatıyor: “Ramazan mollasının biri köylüye geceleri teravih kıldırırmış, gündüzleri de Mızraklı, Kırk Sual, Kara Davud gibi yaşını başını çoktan almış eserlerden vaaz etmiş.
Lakin bayram gelince heybesini işlemeli çamaşırlarla, kesesini fitrelerle, zekâtlarla doldurmak şöyle dursun, cemaatin fukara-i sâbirin(sabreden fakirler) kısmı yalnız adamcağızın selametine dua, ağniya-i şakirin(şükreden zenginler) zümresi ise sadece kendilerini duadan unutmamasını ricada bulunmuş. Belanın büyüklüğüne bakın ki; Biçare molla o aralık heybesini de kaybetmiş.
Şu bir ay süren geceli gündüzlü ibadetlerin Allah katında birikmiş ecrini alabilmek için kıyameti beklemeye değil, gelecek üç ayların vüruduna kadar pineklemeye bile tahammülü olmayan mollacağız bu saygı yoksulu cemaatten öfkesini almak istemiş;
“Ey köylü dayılar! Beni bütün ramazan çalıştırdınız; bu gün on para vermedikten sonra heybemi de çaldınız. Lakin ettiğiniz yanınıza kaldı zannetmeyiniz. Ben, Kadir Gecesi teravih kıldırırken size ayeti mahsus yanlış okudum” demiş.
Köylüler hep bir ağızdan; Hoca düşündüğün şeye bak! Sen bize ayeti yanlış okudunsa, biz de zaten namaza abdestsiz durmuştuk”
BU KADAR FARK İÇİN…
İki tavuk aralarında konuşuyorlar. Tavuklardan birisi, arkadaşına “Ben senden daha önemliyim, senden daha cinsim. Benim yumurtalarım senin yumurtalarından daha büyük”der.
Diğer tavuk, “Söylediğin şeylerin ne önemi var ki” deyince, cins tavuk, “Benim yumurtalarımın tanesi 98 YTL’den satılırken, senin yumurtaların 94 YTL’den satılıyor!”
Diğer tavuk “Arkadaşım! Bu kadar fark için zorlamaya değmez!”der.
BABANIN GÜNAHLARI…
Baba ile oğul sahil kenarında dolaşırlarken;
Çocuk, “Babacığım! Şu yerlerdeki şeyler nedir? diye babasına soru sorar.
Baba, “Çakıl taşları yavrum” diye cevap verir.
Çocuk başını sağa çevirerek, “Babacığım bunlar ne?”
Baba, “Onlar da çakıl taşları çocuğum.”
Çocuk başını sola çevirerek, “Peki babacığım, bunlar?”
Baba, “Yavrum, sahilde gördüğün bu şeylerin hepsi de çakıl taşlarıdır.”
Çocuk, “Babacığım! Dünyada çakıl taşlarından daha çok ne var?”
Baba, “Babanın günahları çocuğum”
Çocuk, “Babacığım! Senin günahlarından daha büyük bir şey var mı?”
Baba, “Var evladım”
Çocuk, “O nedir babacığım?”
Baba, “Allah(c.c.)’ın Rahmeti evladım.”
HER ZAMAN YAZILMAZ
Hattat Hafız Osman, Haliçten karşıya geçmek için bir kayığa biner. Karşıya geçince elini cebine atar, ama parayı evde unutmuştur. Kayıkçıya, “Kayıkçı efendi, yanımda sana verecek param yok, ben sana ‘vav’ harfi yazayım”der. Kayıkçı ‘vav’ harfinin ne işe yaradığını sorar. Hafız Osman “Sahaflara götürürsen karşılığını alırsın”der.
Bir gün kayıkçının yolu sahaflara düşer. Hattat Hafız Osman’ın kendisine yazdığı ‘vav’ harfi aklına gelir ve sahaflara gösterir. Sahaflar Hafız Osman’ın yazdığı ‘vav’ harfine bir kese altın verirler. Kayıkçı sevinerek oradan ayrılır.
Bir gün yine Hattat Hafız Osman karşıya geçmek için aynı kayıkçı ile karşılaşır. Karşıya geçince Hattat Hafız Osman kayıkçıya yol ücreti olarak kâğıt para uzatır. Kayıkçı “Efendim, para vermenize gerek yok, bir ‘vav’ yazıverin”der. Hattat Hafız Osman “ o ‘vav’ her zaman yazılmaz”der.
RÜYAM NEYE İŞARET EDİYOR?
Çok konuşmalarıyla herkesin rahatsız olduğu bir adam, bir gün rüya görür. Âlim bir zâtın yanına giderek; “Efendim, rüyamda Hızır(a.s.)’ın ağzıma tükürdüğünü gördüm, Bu rüyam neye işaret ediyor?
Âlim zât bu kişinin çok konuşmasıyla insanları rahatsız ettiğini bilmektedir. Rüyasını şöyle yorumlar; “Neye işaret ettiğini bilmiyorum, ama muhtemelen suratına tükürecekti, ama ağzın her zaman ki gibi açık olduğu için ağzına isabet etmiştir.”
BÜYÜYÜNCE NE OLACAK?
Geniş bir aileydi. Aile fertleri bir akşam çocuklarının büyüyünce ne olmak istediğini anlamak için toplandılar. Bir masanın üzerine kitap, cüzdan, kaset ve top koydular. Çocuk kitabı alırsa yazar, cüzdan alırsa esnaf, kaseti alırsa şarkıcı ve topu alırsa sporcu olacaktı. Aile aralarında anlaştıktan sonra çocuklarını çağırdılar. Çocuk masanın üzerinde bulunanlara baktıktan sonra hepsini poşete doldurup, götürür. Aile fertleri böyle bir sonuçla karşılaşacaklarını hesap edememişlerdi. Hep bir ağızdan, “Bizim çocuk büyüyünce politikacı olacak!” demekten kendilerini alamazlar.
BANA DUÂ EDER MİSİNİZ?
Sahabelerden biri, Hz. Ebubekir(r.a.)’e “Çok günahlarım var, bana dua eder misiniz? Deyince, Hz. Ebubekir(r.a.) “Ya Rabbi! Bir günahkâr, diğer bir günahkârdan dua istiyor. İkisini de affeyle.”
FARECE TOPLANTI
Bir gün fareler başlarına musallat olan kediden kurtulmak için toplantı yaparlar. Toplantıda kediden kurtulma ile ilgili pek çok fikirler söylenir. Fareler kendi aralarında epey tartışırlar. Toplantıdan çözüm ile ilgili bir fikir çıkmaz. Genç bir fare, kedinin boynuna çan asarsak bu kedinin şerrinden kurtuluruz, der. Kedinin boynundaki çan ses çıkaracağı için fareler kurtulacaklardır. Genç farenin bu teklifi fareler tarafından güzel karşılanır. Köşede oturan yaşlı bir fare ‘çan asma’ fikrinin çok güzel olduğunu, başarıya ulaşacağından da endişesi olmadığını belirttikten sonra, kafasını bir sorunun kurcaladığını söyler. “Kedinin boynuna çanı kim asacak?”
AĞZIM KOKUYOR MU?
Yaşlı bir aslan, bazı hayvanları yanına çağırarak nefesinin kokup kokmadığını soracaktır. İlk önce koyunu çağırır ve koyuna nefesim kokuyor mu? diye sorar. Koyun ‘kokuyor’deyince, aslan koyuna bir pençe atarak, parçalar. Aslan, kurda sorar. Kurt korkudan ‘kokmaz’der, ancak aslan inandırıcı bulmadığı için kurdu da parçalar. Sıra tilkiye gelmiştir. Aslan, tilkiye nefesim kokuyor mu? dediğinde, tilki, “Efendim, bu sorunuza cevap verememenin üzgünlüğü var üzerimde. Üşütmüşüm, o yüzden burnum koku almıyor.”
EN ÇOK KİMİ SEVİYORSUNUZ?
Bir bilgeye, “Dünyada en çok kimi seviyorsunuz?” diye sorarlar. Bilge, “Terzimi severim” der. Dünyada o kadar çok sevecek insan varken neden terzi? dediklerinde, bilge; “İnsanlar benim hakkımda bir kez karar verirler , beni hep o kararla değerlendirirler. Terzim ise her gittiğimde ölçümü yeniden alır.”
NASİP MESELESİ…
Zalimliği ile ünlü bir kral, kölelerine yeni aldığı bağa üzüm kütüklerini bir an önce dikmelerini ister. Kölelerin dinlenmelerine bile müsaade etmez. Kölelerden birisi çalışmaktan bitkin düşer ve zalim krala, “Niye bu kadar acele ettiğinizi anlamıyorum, zaten bu bağın üzümlerinden yapılacak şarabı içemeyeceksiniz!”der.
Bir gün üzümler yetişip, şaraplar yapıldıktan sonra kral köleler dahil herkesin toplanmasını ister. Topluluğun karşısında kendisine bağının üzümlerinden yapılmış şaraptan bir bardak getirilmesini ister. Şarap getirilirken, kendisine bu bağın üzümlerinin şarabından içemeyeceğini söyleyen köleyi de huzuruna çağırtır. Şarap bardağını eline alır ve köleye, “Benim bu şaraptan içemeyeceğimi tekrar iddia edebilir misin?” diye sorar.
Köle; “Efendim, içebileceğinizi söyleyemem. Çünkü dudak ile bardak arasındaki mesafe çok uzun olduğu için bu arada başınıza neler gelebileceğini bilemem!” der.
Köle sözünü bitirir bitirmez kralın adamlarından birisi bahçeye domuz girdiğini her tarafı perişan ettiğini söyler. Kral elindeki bardağı masaya bırakır, sinirlenerek bahçeye koşturur. Domuzu çıkarmak için epey mücadele verir, ancak yaban domuzu dişleriyle kralın karnını yarar ve kral orada ölür. Böylece kral bahçede, bardak masada kalır.
Atalarımız, “Nasip ise gelir Hint’ten Yemen’den, Nasip değil ise ne gelir elden?” sözünü boşuna söylememişler.
EŞEĞİN SESİ
Mevlana Hazretleri, bir gün medresesinde ders verirken talebelerine: “Allah (c.c.) Kur’ân-ı Mecid’inde, en çirkin ses eşeğin sesidir.” buyuruyor. “O kadar hayvanın içerisinde eşeğin seçilmesindeki hikmeti nedir?” diye sordu.
Talebeleri, bu meselenin açıklamasını kendisine rica ettiler.
Mevlana: “Her hayvanın kendisine mahsus bir zikri, tesbihi, iniltisi vardır. Mesela devenin böğürtüsü, aslanın kükremesi, av hayvanlarının inlemesi, sineklerin vızıltısı, arıların uğultusu onların zikirleridir. İnsanların tesbihi ve zikri olduğu gibi gökteki meleklerin de vardır. Halbuki biçare eşek sadece iki vakitte anırır. Birisi, cinsi yakınlık istediğinde, diğeri acıktığında. Demek ki eşek, şehvetinin ve boğazının esiridir. Gönlünde Allah’a ait bir dava, bir sevda bulunmayan, sadece midesini ve şehvetini düşünen birisinin sesi Allah katında eşek sesi gibidir veya daha aşağıdır.”
* * *
Hayvandan daha aşağı ayetinin tokadı da her halde böyle olan insanların suratına inmektedir. İnsan hayatı; midesi, arzuları, zevkleri, sadece beşeri dertleri için yaşarsa; hayatında hiçbir ulvî gaye olmazsa, onun çıkardığı bütün sesler böyle bir akıbetin habercisidir.
Mevlana, makam münasebeti ile bu dersi verirken, bir başka yerde de insana bu kadar hizmeti olan eşeğe eziyet edilmemesini, her mahlukun yemek ve şehevi istek mevzuunda müşterek olduğunu anlatır. “Eğer, bu hayvan bu sebeple hakir görülürse, bu hisleri taşıyan her mahluk hakir görülmelidir.” der.
Mevlana Hazretleri, eşeğin o hallerinden, “İnsanlar böyle olmamalı.” manasına bir ders çıkarmış, eşeği levm(kınama) etmemiştir. Yoksa o fıtratının gereğini yerine getirmektedir.
ÖNCE ŞUNUN HESABINI GÖRELİM
Zengin bir kadın ölümden korkmaktadır. Ölüm korkusunu hafifletmek için kabre girdiğinde sorgu-sual anında yanında kim arkadaşlık yapmayı kabul ederse ona çok büyük ödüller vadedilir. Fakir birisi de sorgu-sual anında kadının yanında olmayı kabul eder.
Gün gelir ölümden korkan kadın vefat eder. Kadının defin işlemleri yapılır. Fakir de komşunun evinin önünden bir çubuk alır eline vura vura arkadaşlık yapmak için mezara gider. Fakir adam kadının mezarının yanında kendisi için hazırlanmış yere konulur. Hava alıp vermesini sağlayacak bir delik koymayı da unutmazlar. Fakir adam bir gün burada kaldıktan sonra kabirden çıkacak, kendisine verilen bol miktardaki parayla rahat bir yaşam sürecektir.
Münker Nekir melekleri sorgu için gelirler. Kendi aralarında, “Ölü nasıl olsa elimizde, önce şu adamın hesabını görelim” diyerek fakir adama yönelirler. Fakir adamın elindeki çubuğu görünce, çubuğu nereden aldığını ve alırken izin alıp almadığını sorarlar. Fakir adam, komşunun evinin önünden izinsiz aldığını söyler. Bir topuz vururlar, fakir adam neye uğradığını şaşırır. Münker Nekir, “Helallik diledin mi?” Fakir adam, “hayır” bir topuz daha…Fakir adam sabaha kadar otuz topuz yer. Kabre girdiğine pişman olur. Sabah kabir açılınca ölen kadının yakınları ücretini vereceklerken, fakir adam olanca gücüyle kaçar. Ölen kadının yakınları, “Dur nereye gidiyorsun?” dediklerinde, fakir adam; “Ben sabaha kadar bir çubuğun hesabını veremedim, sizinki ne yapacak bilmiyorum, paranız da, pulunuz da sizin olsun” der.
Komşusunun evinin önünden izinsiz aldığı bir çubuğun hesabını veremeyen bu fakir adam, koca bir hayatın hesabını nasıl vereceğini kara kara düşünmeye başlar.
GİDENE GİTTİ, GELENE DE GELDİ DEME!
Semer yapan bir usta semerlerden kazandığı altınları dükkânın köşesinde duran eski bir semerin içine koyarmış. Usta dükkânda olmadığı bir zamanda çıraklar eski semeri yoldan geçen bir kervancıya satmışlar. Usta geldiğinde çıraklar eski semeri sattıklarını ve ondan kurtulduklarını söylemişler. Semer ustası bu habere çok üzülmüş, kazandığı altınların eski semerin içinde olduğunu söylememiş. Üzüntüsünden semere çivileri çakarken, “Gitti demek olmaz” demeyi alışkanlık haline getirir. Çıraklar ustasına niye her çivi çakışında “Gitti demek olmaz” dediğini sorarlar. Usta derdini açmak istemez çıraklara, ne yapayım dilim alışmış diyerek geçiştirir.
Bir gün eski semeri alan kervancı semer ustasının dükkanına gelerek eski semeri bu dükkandan almıştım, ancak devenin sırtını vurup yara yaptığı için başka bir semerle değiştirmek istediğini söyler. Semer ustası sevinçle ‘olur’ diyerek semeri değiştirir. Kervancı gider gitmez eski semerin içine bakar altınların yerinde olduğunu görür ve kendi kendine “Allah(c.c.)’ın nasip ettiği helal kazancı sahibinin rızâsı olmadan kim yiyebilir ki?”diye söylenir. Usta bugünden sonra yaptığı semerler için her çivi çaktığında “Geldi demek olmaz” demeyi alışkanlık haline getirir.
MERTLİK NEDİR?
Büyük Allah dostlarından biri, uzun bir yolculuktan yorgun argın döndükten sonra terli ve kirli olduğunu da bildiğinden yıkanmak için hamama gider. Allah dostunu hamamda yıkayan tellak görgüsü kıt birisidir. Tellak keseleme işine başlar. Keseye dolan kirleri de, “Ne kadar kirlenmişsin!” dercesine mübarek zâtın önüne yığıyor. Tellak keseleme işini yaparken etrafından keselediği kişinin ilim sahibi birisi olduğunu öğrenir. Tellak; “Efendim, öğrendiğime göre siz ilim sahibi derin bir hocaymışsınız, mertliğin ne demek olduğunu benim anlayabileceğim şekilde açıklayabilir misiz?”der.
Allah Dostu, “Mertlik; kimsenin ayıp ve kusurlarını yüzüne vurmamak, kirlerini kendisine göstermemektir.”diyerek görgü ve nezaketten haberi olmayan tellaka incelik dersi verir.
ONU DA SEN AĞIRLA!
Günahkâr bir adamdı. Ayık gezmezdi. Bütün bir köy halkı yaka silkiyordu adamdan. Ölse de bir kurtulsak, diyorlardı.
Bir karısı vardı bu adamın, bir de kendisi. Hiç çocukları olmamıştı. Köy halkı böyle bir adamın zürriyetinin olmadığına memnundu. Kadın ise adamının haline üzülse de ses çıkarmazdı, çıkaramazdı. Otuz yıldır evliydiler, döverdi, kızardı, her gün biriyle kavga ederdi. Ama kocasıydı işte, evinin erkeği idi.
Adam iyice yaşlanmıştı artık. Öksürük nöbetleri uykusunu bölüyor, iki basamak merdiven çıksa nefes nefese kalıyordu. İyice zayıflamış, zaten kısacık olan boyuyla bir çocuk gibi kalmıştı. Kadıncağız ellerini açıp dualar ediyor, ahir ömründe olsun şu adamın hali biraz düzelsin diye yalvarıyordu Allah’a…
Adam bir sabah evden çıktı, fakat ertesi sabah oldu, dönmedi. Tan yeri ağarırken kadın aramaya çıktı kocasını. Kim bilir yine nerede sızıp kalmıştı! Köyün üst tarafındaki çeşmenin başına gitti önce, orada içerdi adam, bulamadı. Yakındaki tarlaları aradı, köyün dört bir yanına baktı, yoktu. Eve gelmiştir belki diye koşarak geri geldi, hayır, dönmemişti. Güneş inmek üzereydi, bir acele abdest aldı, namaza durdu. Duası bitmek üzereydi ki kapının çalındığını duydu.
Kocasıydı gelen. Adamın yüzü sapsarı kesilmişti. Öksürüyor, eliyle göğsünü işaret ediyordu. Kadın koluna girdi kocasının, güç-bela sedire kadar taşıdı. Uzandı adam, karısının yüzüne baktı, ağlıyordu. Doğrulmak ister gibi yaptı, hakkını helal et diyecekti, lafının sonunu getiremedi, başı yastığa düştü. Ölmüştü…
Kadıncağız kocasının başında epey bir ağlayıp feryat etti. Biraz kendine gelince gözlerini sildi, yemenisini bağladı. Kalktı, imamın evine gitti ve “Hocam… Diyebildi hıçkırarak, bizimki…”
Söyleyemiyordu, ama imam efendi durumu anlamıştı. Kadının yüzüne baktı, köylü ne der diye düşündü, bocaladı ve “O mendebur bir kez bile caminin kapısından içeri girmedi, kaldırmam onun cenazesini” deyip kapıyı kapattı.
Kahroldu kadın. Nereye gitsem, ne yapsam diye düşündü. Kimseleri yoktu ki, çaresiz eve döndü. Yıkadı kocasını, sandıktan çıkardığı beyaz bir çarşafa sardı, omzuna aldı, mezarlığın yolunu tuttu.
Caminin köşesinden dönerken, muhtar ve köylülerin kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü. Bir kez daha düğümlendi boğazı, cenazesi omzundan kayarken, dizlerinin üstüne çöktü, ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı.
Hışımla yaklaştı muhtar: “Onu nereye götürüyorsun, mezarlığa gömeyim deme sakın! Sağlığında biz çektik, bir de ölülerimiz çekmesin o herifin elinden…”
Kadın gözlerini çarşafın üstüne dikmiş, öylece duruyordu. Birden bağırmaya başladı, delirmiş gibiydi sanki. Kalabalık yanından korkuyla uzaklaşırken, cenazesini tekrar yüklendi, köyün dışına doğru yürümeye başladı.
Kan ter içinde kalmıştı kadın, artık adım atacak hali yoktu. Kendi kendine; “Şuracığa gömeyim adamımı, kimseler rahatsız olmaz burada…” dedi.
Tam o anda bir ayak sesi duydu, irkildi, bir çobandı gelen. Kadıncağız her şeyi olduğu gibi anlattı. Üzüldü çoban, gözleri doldu ve “Dert etme, ben yardım ederim sana.”dedi.
Bir çukur kazıp cenazeyi gömdüler. Çoban başucunda durdu mezarın, ellerini açtı, dua etti. Birkaç çiçek buldu kadın, toprağın üstüne serpti. Çobana dualar ederek evine döndü. Yorulmuştu. Camın kenarına oturup uzaklara daldı. Uyuyup kaldı oracıkta.
Ertesi sabah imamın kapısını telaşla çaldı muhtar. Bir yandan tokmağı vuruyor, bir yandan da “imam efendi, imam efendi…” diye bağırıyordu. İmam korkuyla açtı kapıyı.
Muhtar “Bir rüya gördüm hocam. O berduş, o serseri adam cennetteydi, bana gülüyor, hakkım sana bile helal olsun” diyordu.
Rüyayı duyan imamın benzi attı, kendisi de hemen hemen aynı rüyayı görmüştü. “Gel hele, içeri gel..” demeye kalmadı ki, köyün delisini gördüler. Koşarak geliyor, bir yandan bağırıyordu: “Demedim mi ben, demedim mi size, rüyamda gördüm, rüyamda…”
Birkaç köylü daha benzer rüyalar gördüğünü söyleyince, kadının yanına gitmeye karar verdiler. Özür dileyecek, kendilerini affettirmeye çalışacak, bu arada işin aslını öğreneceklerdi. Bir şeyler olmuştu, ama neydi?
Eve vardıklarında kapıyı açan kadın şaşkındı. Kapıyı yüzlerine kapatacak oldu, yapamadı. Gelenler olan biteni anlatıp özür diledi, cenazeyi nereye defnettiğini, neler olduğunu sordular. Kadıncağız her şeyi anlattı, can kulağı ile dinlediler ve çobanı bulmaya karar verdiler.
Bir yandan yürüyor, bir yandan aralarında konuşuyorlardı: “Bu çoban bir evliyaydı herhalde, belki de Hızır’dı, aslında ölen adam da o kadar kötü bir adam değildi.”
Tarif edilen yere geldiklerinde çoban koyunlarını otlatıyordu. Gelenleri görünce ayağa kalktı, “hayırdır inşallah” dedi. Oturdular, onlara süt ikram etti, konuşmaya başladılar. Çoban söylenenlerden hiçbir şey anlamamıştı, cenazeyi nasıl defnettiklerini anlattı.
Çoban, “Ben garip bir kulum, cenazeyi defnettik, başucunda durup bir dua ettim sadece, hepsi bu…”
Merakla nasıl bir dua ettiğini sordular, çoban da söyledi: “Allah’ım! Ben dağda koyunlarımı otlatırken kulların gelirler yanıma, selam verirler. Senin selamınla gelen senin misafirindir der, ağırlarım. Süt ikram eder, azığımı paylaşırım. Şimdi de ben sana bir misafir yolluyorum, onu da sen ağırla…”
BENCİLLİK
Yaşadığı dünya hayatında hep kötülük işleyen bir adamı ölünce cehennem kapısında bir melek karşılar. Melek, adama “Hayatta iken tek bir iyilik bile yaptıysan buraya girmeyeceksin” der. Günahkâr adam uzun bir süre düşündükten sonra, günün birinde ormanda gördüğü örümceği hatırlar. Ormanda yürürken önüne bir örümcek ağı çıkmıştı. Adam, ağı bozmamak ve örümceği ezmemek için o gün yolunu değiştirmişti. Heyecan içinde o gün yaşadıklarını görevli meleğe anlatır.
Melek, adama gülümsedi ve gökten bir örümcek ağı indi. Günahkâr adam bu ağa tutunarak cennete girebilecekti. Günahkâr adam neşe içinde ağa tırmanırken cehennemden bazıları da bu ağa tutunarak cennete gitmeye çalışırlar. Ama günahkâr adam ağın o kadar çok insanı taşımayacağından korkarak onları itmeye başlar. Tam itme anında ağ kopar ve günahkâr adam ağa tutunmaya çalışanlarla birlikte cehenneme düşer.
Melek, “Yazık! Bencil olman, hayatında işlediğin tek iyiliği de kötülüğe çevirdi. Eğer, o insanlara şefkat gösterebilseydin ağın herkesi taşıyabileceğini de görecektin.”
Yaşamın örümcek ağını ören insanın kendisi değildir. O, bu ağda sadece bir teldir ve bu ağa yaptığı katkıyı aslında kendi yaşamına yapmaktadır.
CENNET-CEHENNEM YOKSA!
Bir dehrî (materyalist), Hz. Ali(r.a.)’ye; “Bu dünyada bir çok ibadet yapıyorsunuz. Boş yere yorulup duruyorsunuz. Ya mahşer, Cennet-Cehennem yoksa?” der.
Hazreti Ali(r.a.) dehrîye: “Sizin dediğiniz doğruysa ben bir şey kaybedecek değilim. Ama benim dediğim doğruysa ve Cennet var ise, siz ne kaybedeceğinizin farkında mısınız?”
SEN BENİ BATIRMADAN…
Zenginin biri Sokrat(Yunan filozof ve ahlâkçısı) hayranıdır, Sokrat’ı çok sevmektedir. Zengin adam; “Ben öldüğümde bütün servetim Sokrat’a verilsin” diye vasiyet eder. Zengin adamın ölümünden sonra vasiyet gereği bir çuval altın Sokrat’a verilir.
Sokrat, aldığı bir çuval altını kayığa yükleterek denize açılır. Denizin ortasında altınları teker teker suya atan Sokrat, bir taraftan da şöyle der; “Ey para! İşte seni batırıyorum ki, benim ruhumu batıramayasın diye!”
ASILSIZ DEDİKODU
Bir beldede sevilen sayılan bir öğretmenin manavdan bir elma alıp cebine koyduğunu, parasını da manava vermeden gittiğini bir öğrencisi görür. Ertesi gün de aynı olaya şahit olan öğrenci, öğretmeninin hırsızlık yaptığını etrafına anlatmaya başlar. Dedikodu kısa sürede belde insanlarının tamamına ulaşır. Beldedeki insanlar öğretmenle konuşmamaya başlar.
Öğretmen bir gariplik olduğunun farkına vararak araştırma ihtiyacı duyar. İşin aslını öğrenen öğretmen, dedikoduyu çıkaran öğrenciye, manavla anlaştıklarını her gün aldığı elmaların parasını ay sonu manava toptan ödediğini söyleyerek işin aslını anlatır.
Öğrenci mahçup olarak; “Öğretmenim, özür dilerim bir hata yaptım, bu hatamı nasıl telafi edebilirim?” deyince, öğretmen öğrencisine kuş tüyü bir yastık getirmesini söyler. Beraberce beldenin en yüksek yerine çıkarlar.
Öğretmen öğrenciye “Yastığın ağzını aç ve içini boşalt” der. Öğrenci bir anlam veremese de kuş tüyü yastığın ağzını açarak boşaltır. Tüyler her tarafa dağılır.
Tüylerin dağıldığını gören öğretmen öğrenciye, “Şimdi de bu tüyleri toplayıp yastığın içine tekrar koy”
Öğrenci, tüyleri yastığın içine tekrar toplamanın imkânsız olduğunu söyler.
Öğretmen, “Evet, imkânsız olduğunu ben de biliyorum. Tıpkı, hakkımda çıkardığın dedikodunun telafisinin imkânsız olduğu gibi.”
İKİMİZİN DE YAŞADIĞI HAYAT RÜYADAN İBARET
Zamanın birinde bir çiftlikte iki kardeş yaşarmış. Büyük kardeş çiftliğin sahibi ve köyün ağasıymış. Çok zengin olduğu için zenginliği dillerde dolaşır olmuş.
Küçük kardeş ise abisinin çiftliğinde karın tokluğuna kar kış, sıcak soğuk demeden bütün sıkıntılara rağmen çalışıyormuş. Bir yaz günü sıcakta çalışmaktan yorulan küçük kardeş ağaç altında uyuya kalmış.
Biraz sonra ağacın altına gelen ağabeyi kızarak çizmesiyle dürter ve, “Ben sana boşuna mı para ödüyorum, kalkıp çalışsana” demiş.
Küçük kardeş uyku sersemliği ile bir şey anlayamayınca, “Ağabey, çok güzel bir rüya görüyordum. Rüyamda çok büyük bir çiftliğimin, bir çok atlarımın, uçsuz bucaksız tarlalarımın, sayısız işçilerimin olduğunu görüyordum. Uyandırmasaydın da biraz daha tadını çıkartsaydım” demiş.
Ağabeyi, “Sen bunları ancak rüyanda görürsün, ama ben bunlara şu anda sahibim diyerek” kardeşi ile dalga geçmiş.
Küçük kardeş, kendisini küçük gören ağabeyine ders verircesine; “Ağabey, biliyor musun, aslında ikimiz de rüya görüyoruz? Bir fark var; o da benim rüyam gözlerimi açınca bitiyor, senin rüyan ise gözlerini kapatınca bitecek!”
SİZE ÜÇ ŞEY BIRAKIYORUM
Meşhur tıpçı Falcon, son anlarını yaşarken çevresine toplanan meslektaşlarına hiç unutamayacakları bir cümle söyler. “Ben sizlerden ayrılıyorum, ama ayrılmama üzülmeyin. Size, yerime üç tane hekim bırakıyorum”
Meslektaşları büyük bir heyecanla Falcon’un söyleyeceği isimleri duymak için Falcon’un üzerine eğilirler.
Falcon: “Su, hareket ve perhiz.”der.
HER KONUŞTUĞUMUZ DOĞRU OLMALI
Bir arkadaşı Mark Twain’e heyecanlı heyecanlı bir olayı anlatıyor. Konuşması bittikten sonra Mark Twain sordu: “Bütün bunlar anlattığın gibi mi?”
“Evet, birebir aynı değilse bile, doğruya yakın sözcüklerle anlattım.”deyince,
Mark Twain hafifçe gülümseyerek: “Doğruya yakın sözcükle doğru sözcük arasında büyük fark vardır; ateş böceği ve ateş arasındaki fark kadar.”
CAN GARGARADA İKEN TÖVBE…
Bir terzi büyük bir zâta Peygamberimizin, “Allah-ü Teâlâ, günahkâr kulunun tövbesini, canı gargaraya gelmeden kabul eder.” hadis-i şerifi hakkında ne düşünüyorsunuz? der.
Büyük zât, “Tövbeyi son zamana kadar bırakmak doğru değildir.”
Terzi, “Niçin doğru değildir?
Mübarek zât, “Ne işle uğraşıyorsun?
Terzi, “Terziyim, elbise dikerim”
Mübarek zât, “Terzilikte en kolay şey nedir?”
Terzi, “Makasla kumaş kesmektir”
Mübarek zât, “Kaç senedir bu işi yapıyorsun”
Terzi, “Otuz beş senedir”
Mübarek zât, “Canın gargaraya geldiğinde kumaş kesebilir misin?”
Terzi, “Mümkün değil, kesemem”
Mübarek zât, “Otuz beş senedir yaparak melekelik kazandığın bir işi, can gargarada, iken yapamazsan, ömründe hiç yapmadığın tövbeyi o zaman nasıl yapacaksın? Bugün iktidarın varken tövbe et. Şimdi tövbe edersen son nefeste de tövbe etmeyi Cenab-ı Allah(c.c.) nasip eder.”
DÜNYAYA GELDİĞİM GİBİ ÇIKABİLSEM…
Vehbi Koç, tropikal iklimde yaşayan küçük bir kurdun hikâyesini anlatıyor: “Kurt, hindistan cevizinin kabuğunu delerek içeriye girmiş. İçerisi mümbit olduğu için yedikçe büyümüş; bir gün hindistan cevizinin içinde yiyecek bir şey kalmamış. Kendi de kocaman olmuş; sırtı hindistan cevizinin kabuğuna dayanmış; kabuğu bir türlü kıramazmış; yiyecek de kalmadığından başlamış zayıflamaya. Nihayet o kadar küçülmüş ki, ilk açtığı delikten küçücük bir kurt olarak dışarı çıkmış.”
Hz. Ömer(r.a.), Allah(c.c.)’tan çok korkuyordu. Başını Hz. Abbas’ın dizine koymuş, “Dünyaya girdiğim gibi çıkarsam bunu cana minnet sayacağım” diyor. Yani sevapsız ve günahsız bir çocuk gibi, ne kazancı, ne kaybı olmadan bu dünyadan çıkarsam kendimi şanslı sayacağım diyor.
Kaynak: Nükte Bahçesi – Akis Kitap