EN GÜZEL RÜYA GÖREN…
Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan beraber yolculuğa çıkarlar. Yolculuk sırasında bir hana uğrarlar. Hancı üçünü de sever ve, “Bir odamız var, üçünüzde orada kalmak zorundasınız” der. Müslüman, Yahudi ve Hıristiyan beraber kalmayı kabul ederler. Akşam olunca hancı misafirlerine bir küçük tepsi tereyağlı baklava verir. Yahudi baklavayı tek başına yemek istediği için arkadaşlarına; “Bu baklavayı üçümüz de yesek yetmez, onun için bu gece en güzel rüyayı kim görürse baklavayı o yesin” teklifini sunar. Bu teklif kabul edilir. Herkes gördüğü rüyayı anlatmaya başlar.
Yahudi, “Ben rüyamda Tûr-u Sîna’da Hz. Musa(a.s.) ile görüştüm” der.
Hıristiyan, “Ben de rüyamda Kudüs’te Hz. İsa(a.s.) ile görüştüm” der.
Müslüman, “Baktım ki rüyamda, biriniz Tûr-u Sîna’da Hz. Musa(a.s.) ile görüşüyor, biriniz Kudüs’te Hz. İsa(a.s.) ile görüşüyor. Ben de sizi rahatsız etmeyeyim dedim, oturdum baklavayı yedim” der. Meğer bizim uyanık Müslüman akşamdan baklavayı götürmüş.
BİR TÜKÜRÜKLE GELEN…
Şeyh ve derviş çok iyi anlaştıkları için beraber yaşamaktadırlar. Günün birinde derviş, “Şeyhim bir keramet gösterseniz de çevrenize insanlar toplansa, yalnız yaşamasak” der. Dervişin sözünden etkilenen şeyh bir gün çarşıya çıkar. Yolda giderken çocukların bir kuş ile oynadıklarını görür. Şeyh, kuşu çocukların elinden alıp, kuşun başını koparır. Kuşun öldüğünü gören çocuklar, “Bu adam bizim kuşumuzu öldürdü!” diye, basarlar feryadı. Çocukların başına toplanan halk “Ne istedin zavallı kuştan?” diyerek şeyhe kızarlar. Halkın bu kızgınlığı karşısında şeyh “Bağırıp, çağırıp durmayın!” dedikten sonra kuşa ve başına tükürük sürer, sonra “HAY” ismini çekerek kuşu başı ile yapıştırır ve kuşu uçurur. Şeyhin kerametini gören halk, şeyhin bulunduğu tekkeyi doldururlar. Bu duruma çok sevinen derviş, kalabalıktan dolayı şeyhle görüşemez olur. Şeyhi bir şekilde yalnız bulan derviş, şeyhe görüşememekten dolayı şikayetçi olur, bu fikri söylediği için pişman olduğunu söyler. Şeyh “Üzülme, bir çaresini bulup bu kalabalığı dağıtırız” der.
Bir gün cenaze namazı kılınacaktır. Bunun için imamet görevini şeyh yapacaktır. Şeyh koltuğunun altına içi hava ile doldurulmuş bir tulum koyarak cenaze namazını kıldırmak üzere cemaatin içinden imamete geçerken tulumu bastırarak kendisinden yel çıkmış gibi bir sesin çıkmasını sağlar. Orada bulunan halk, şeyh için “Adama bak, bize abdestsiz namaz kıldıracak, zındık herif” diyerek cenaze namazını kılmadan dağılırlar ve bir daha da tekkeye uğramazlar.
Şeyh, dervişi yanına çağırarak şu tarihi dersi verir: “ Derviş Efendi! Gördüğün gibi bir tükürükle gelenler, bir yellenmeyle dağıldılar.”
ZURNACI MI, TORNACI MI?
Roman halkından bir genç, askerlik için yoklama yaptırmaya gider. Yoklama sırasında gence mesleğini sorarlar, Romanlar genelde zurnacılık yaptıkları için, “Mesleğim zurna çalmak” der. Genç mesleğine zurnacılık demesine rağmen, yoklamayı yapanlar yanlışlıkla tornacı yazarlar yoklama kâğıdına. Genç zamanı gelince askere gider, acemi eğitiminden sonra herkes yaptığı mesleğe göre dağıtılır. Genci de torna bölümüne verirler. Genç bu işe bir anlam veremeyerek akşama kadar hiçbir iş yapmadan oturur torna bölümünde. Onun oturduğunu gören komutanı kızarak, “Be kardeşim! Buraya akşama kadar oturmak için mi geldin? Kalkıp çalışsana” der.
Roman genç; “Komutanım! Çalışacağım, fakat bir yerde bir sıkıntı var. Torna makinesinin başına gidelim, şu kocaman makinenin deliğini bana bir gösteriver, deliği bir bulabilsem öttüreceğim.”
HAMAMCI VE EBÛ YUSUF HAZRETLERİ
İmamı Â’zam Hazretleri’nin en büyük talebesi imam Ebû Yusuf’tur. Ebû Yusuf Hazretleri talebeliği zamanında bir gün hamama gider, bir güzel yıkanır. Hamamdan çıkarken hamamcıya, “Parası olmadığını, fakat para yerine kendisine dinî bir mesele öğretebileceğini” söyler. Hamamcı “Bana fetva değil, para lâzım.” der. Hamamcıya verecek parası olmayınca, hamamcı sırtındaki ceketini parayı getirene kadar bırakmasını söyler. Ebû Yusuf Hazretleri, hocası İmamı Â’zam Hazretleri’ne okumayı bırakmak istediğini söyler. İmamı Â’zam da “Oğlum sen oku, ilim insanı yüceltir, yükseltir. Al şu parayı, ceketini al” diyerek ikna eder.
Hamamcının uzun zamandır çocuğu olmazmış. Bir gün hamamcı, “Eğer çocuğum olursa boynuzu beş karış olan bir koç keseceğim, kesmezsem hanımımı boşayacağım.” diye adakta bulunur. Gel zaman git zaman hamamcının çocuğu olur. Hamamcı adağını yerine getirmek için boynuzu beş karış olan koçu bulamaz, bir taraftan da hanımını boşamak istemez. Çaresizce düşünürken çevresindeki insanlar âlim bir zât olan imam Ebû Yusuf Hazretleri’nin derdine çare bulabileceğini söylerler. Hamamcı, Ebû Yusuf Hazretleri’ne giderek derdini anlatır. Ebû Yusuf da derdine çare bulabileceğini ancak 300 fakir talebenin okuyabileceği bir yurt, talebelerin masraflarını karşılamak için de dükkanlar yapması gerektiğini söyler. Bu söylediklerim ne kadar yapıyorsa git Vakıflara yatır, makbuzunu da bana getir der. Hamamcı söylenilenleri yapar. Ebû Yusuf Hazretleri yanındakilere hayvan pazarına giderek en uzun boynuzlu koçu alıp getirmelerini söyler. Beş yaşındaki oğlu Muhammed’i de çağırtır. “Oğlum karışla şu koçun boynuzunu” deyince, küçük Muhammed minnacık karışlarıyla karışlayınca koçun boynuzu tam beş karış gelir. Ebû Yusuf Hazretleri, hamamcıya “Al bu koçu kes, adağın yerine gelir” der. Çünkü sen kendi karışınla beş karış boynuzu olan koç dememişsin. Çocuğun ki de karış.
Hamamcı memnun olarak ayrılacağı sırada, Ebû Yusuf Hazretleri der ki: “Falan zaman hamamda ceketini aldığın talebe bendim. O zaman sana öğreteceğim dinî mesele buydu. Bir hamam ücretine öğrenecektin. Şimdi bu kadar altına öğrendin.
Ebû Yusuf “Anladım ki, ilim insanı yüceltiyor, yükseltiyormuş.”
İNANMAZSIN!
Bir bayanın yatak odasındaki gardırobunun içinden gıcırtı sesi gelir. Sesin nereden geldiğini bulmak için evine usta çağırır. Bayan, evine gelen ustaya dolabın içindeki sesin caddeden araba geçerken geldiğini söyler. Usta, sesin geldiği yeri bulmak için dolabın içine girer. Caddeden araba geçerken sesin yerini tespit edecektir. Evin beyinin çalışırken üzeri kirlendiği için eve gelmesi tutar. Eve geldiğinde hanımına üzerini değiştirmesi gerektiğini söyleyerek gardırobu açar. Açar açmasına da, dolabın içinde nah bir adam! Evin beyini karşısında gören usta kızarır, bozarır ve; “Burada araba bekliyorum desem, bana inanmazsın!” der.
İnsanı kurtaracak olan niyetidir. İnsanların yanlış değerlendirebileceği pozisyondan her zaman için kendimizi korumalıyız. Karşılaştığımız hadiseler karşısında hüsn-ü zan etmekle mükellefiz, ancak insanlara sû-i zan ettirecek ortamlardan da uzak durmalıyız. Ortamımızı ayarlayamazsak ne izah yaparsak yapalım kişileri inandıramayız.
Bakış açısı ile ilgili üzerimize düşen; “Sû-i zan edip isabet ettirmektense, hüsn-ü zan edip isabet ettirememek daha iyidir.” sözü, hayat prensibimiz olmalıdır.
NEDEN ALMADIN?
Anne çocuğu ile çarşıya alışverişe çıkar. İşlerini gördükten sonra en son da manava uğrarlar. Manav çocuğu sevdiği için avucuyla çocuğa kiraz verir, ancak çocuk kirazı almak istemez. Manav ne kadar ısrar ettiyse de çocuğu ikna edemez. Anne ve çocuk evlerine dönerlerken anne çocuğa, “Yavrum, manav amcanın verdiği kirazı neden almadın?” deyince çocuk, “Anne alacaktım, ama manav amcanın eli benim elimden büyük olduğu için alacağım şeylerin çoğu yere düşeceğinden dolayı almadım!” der.
KAYNAĞIN NE?
Balıkesir Gönen’de Mehmet Amca bir mühendis ile akşam sohbetinden sonra dini bir mevzuyu tartışırlar. Birisi ne söylerse, ötekisi onun aksini iddia eder. Mühendis, Mehmet Amca’ya bu mevzudaki kaynağın ne? Deyince, Mehmet Amca asıl senin kaynağın ne? der.
Mühendis; “Benim kaynağım, İmam Gazzâli’nin İhya-i Ulûmiddin kitabı” şimdi sen söyle bakalım kaynağını deyince, Mehmet Amca; “Benim kaynağım bizim köydeki Ali Osman Çavuş” der.
DÜNYA
Mesleği pastacılık olan birisi dinî sohbet yapılan bir meclise gelerek sohbeti dinlemeye başlar. Dersin hocası dünya konusunu; “Dünya” kelimesi “Denî”den, ‘alçak şeyler, aşağı yer’ anlamına geldiği gibi “dünüv” den “kurb” yakınlaşmak(Allah’a yaklaştırır) manasına da gelir diyerek işlemektedir. Pastacı dersi çok dikkatli dinlemektedir. Biraz sonra dersin hocasından söz alarak “Hakikaten hocam, insan dünür olunca birbirine çok yaklaşıyor, yakınlık kuruyor” der. Pastacının “dünüv” kelimesini “dünür” şeklinde anlaması dersi dinleyenleri tebessüm ettirir.
HER ŞEY ASLINA RÜCÛ EDER
Bir hükümdarın kız evladı vardır, ama erkek çocuğu olmaz. Hükümdar hanımına bu çocuk da kız olursa sarayı terk etmesini söyler. O sırada sarayın önünden çingeneler geçmektedir. Hükümdarın hanımı yeni doğan kız çocuğunu çingenelerdeki erkek bir çocukla değiştirir. Hükümdar erkek çocuğu olduğu için çok sevinir. Erkek çocuğuna çok iyi bakılmasını ister.
Günün birinde delikanlı olan oğlu ile yanlarına vezirlerini de alarak ava çıkarlar. Yolda giderlerken Hükümdarın oğlu “Şu ağaçtan güzel kasnak çıkar”der. Biraz sonra yine bir ağaç gördüğünde “Şu ağaçtan güzel sepet çıkar”der. Vezir bu işte bir gariplik olduğunu sezer, ama sesini çıkarmaz. Biraz daha ilerlediklerinde çingenelerin obasına rastlarlar. Hükümdar, oğlu ve vezir obada çadırın içinde misafir edilirler. Biraz sonra içeriye güzel, endamlı bir kız hükümdara içmesi için su getirir. Hükümdar suyu içerken ağzına saman çöpü gelince kıza, “Senin gibi güzel, endamlı bir kıza içinde saman çöpü olan suyu getirmeyi yakıştıramadım” der. Kız da, “Hükümdarım, içeriye terli girmiştiniz getirdiğim suyun tamamını hızlı bir şekilde içseydiniz hasta olurdunuz. Suyu birden içip hasta olmayasınız diye o şekilde yaptım” der. Baştan bu tarafa bir gariplik olduğunu sezen vezir kendini tutamayarak hükümdara, “Senin oğlan yolda sele, sepetle uğraşıyor, çadır kızı bu kız, asil işlerle uğraşıyor” deyince, hükümdar sarayına döner ve hanımına oğlunun kendi çocukları olup olmadığını sorar. Hanımı da “Ne yapayım korkumdan çingenelerin çocuğu ile değiştirmiştim, çadırdaki kız bizim çocuğumuz” der.
Her şey eninde sonunda aslına rücû ediyor. “Küllü şey’in yerciu ilâ aslihi (her şey aslına rücû) eder.”
ÇARIKLA GELİN!
Köyün birine bir hoca tayin olur. Hoca günde beş defa ezan okumasına rağmen köylülerden camiye gelen yoktur. Bu durumun normal bir şey olmadığını düşünen hoca köy kahvesine giderek insanlara camiye gelmeme nedenlerini sorar. Köylüler havaların çok soğuk olmasından, soğuk havada çarığı çıkarıp abdest almanın zorluğundan bahsederler. Hoca, “Size kim dedi çarıklarınızı çıkarın diye, çarıklarınızın üstüne mesh yapıp gelebilirsiniz camiye” der. Bunu duyan köylüler camiyi doldururlar. Bir gün hocanın başka bir yere tayini çıkar. Yerine gelen hoca bakar ki, bütün köylü camiye ayakkabısı ile girmektedir. Müftüye giderek kendinden önceki hocayı camiye insanları ayakkabı ile giydirmekle suçlar. Müftü şikâyet edilen eski hocayı makamına çağırtır. Müftünün makamında şikâyet eden yeni hoca da bulunmaktadır. Müftü, “Eski hocaya sen insanları camiye ayakkabı ile girdirmişsin” der. Eski hoca da, yeni hocaya dönerek; “Köye geldiğimde insanlar camiye gelmiyorlardı. Ben ayakkabı ile camiye getirebildim. Siz de ayakkabısız camiye gelmeyi öğretin” der.
ÇEK BİR FIRT KAHVEDEN…
Adamın birinin hanımı ölünce dul kalır. Adam, kahveye gitmez, sigara içmez, evden çıkmazın biriymiş. Bir gün ikinci bir hanım bularak evlenir. Hanımı bakıyor ki, beyi evden dışarı çıkmıyor, beyinin sürekli evde durmasından rahatsız olur. Beyine, çay içer misin? der, beyi içmem der, kahve içer misin der. Bey, içmem der. Kalk kahveyi dolaş gel, arkadaşların vardır ,der. Bey, çıkmam der. Hanımı bu duruma dayanamayarak mutfağa telaşlı bir şekilde gider. Pişirir sade bir kahve, sehpaya atar bir sigara ve beyine, “Yak buradan bir sigara, çek bir fırt kahveden, herifsi herifsi kok!” der.
KAFATASI BOMBOŞ!
Niyazi Bey, beyninden rahatsızlığı olduğu için hastaneye gider. Doktor, ameliyat olması gerektiğini söyler. Doktorun Allah inancı yoktur, ama Niyazi Bey hastanede kaldığı süre içerisinde bu doktorla samimi olur. Birbirlerine takılır dururlar. Niyazi Bey bu sırada doktora inançla ilgili bir şeyler anlatmaya çalışır. Allah inancı olmayan doktor, Niyazi Bey’i ameliyat yapar. Ameliyattan sonra doktor; “Niyazi Bey kafatasını açtık bir şey bulamadık, bomboştu” diyerek, Niyazi Bey’e takılıp, onunla dalga geçmek ister. Niyazi Bey de; “Doktor Bey! Ben sana kaç aydır merkezi sistemle(Allah’ın yönlendirmesiyle) çalıştığımızı anlatmaya çalışıyorum”der.
MİSAFİR TAŞLARI
Eski zamanlarda herkesin misafir taşları oluyormuş. Köye misafirler geldiğinde cami çıkışı herkes o taşlara oturuyormuş. Taş kime ait ise o kişi taşına oturan kişiyi evinde misafir edermiş. O köyde yaşayan zengin bir cimri varmış, bu taştan o da koymak zorunda kalmış. Misafirler oturmasın diye koyduğu taş da sivri bir taşmış.
Bir gün köye gelen misafirler köy camisinde namaz kılındıktan sonra taşlara oturmuşlar, ama misafirin biri ayakta kalmış. Sivri taşa yanlamasıya oturmak zorunda kalmış. Sivri taşın sahibi cimri adam, kendi taşına oturan misafiri evine yemeğe götürür. Giderlerken kocaman bir somun ekmeği cimri adamın evine doğru yuvarlanıp gidiyormuş. Cimri adam, anlamış ki misafir on tane rızıkla gelir, birisini kendi yer dokuzunu ev sahibine bırakırmış. Cimri adam bu hadiseyi yaşayınca inanmış ve cimrilikten vazgeçmiş.
FIK FIK FIK
Köylünün biri, çocuğunu alır medreseye götürür. Çocuğunu âlim yapmak istediğini ve ne kadar bir sürede âlim olabileceğini sorar. Müderris, “Yirmi senede ancak âlim olabilir” der. Köylü başka bir medreseye gider oradaki müderris, “Altı ayda âlim olur” der. Köylü çocuğunu medreseye bırakır gider. Çocukta biraz anlama özrü varmış. Çocuk altı ay sonra ancak medresede okutulan kitapların isimlerini(Fıkıh, kelam, tefsir, hadis v.b.) ezberleyebilmiş. Altı ayın sonunda köyüne dönerken yolda kitapların ismini de unutmuş. Sadece aklında ‘fıkıh’ kalmış. Onu da tam söyleyemiyor “Fık fık fık” diyormuş. Çocuğunun “Fık fık fık” dediğini duyan baba, bunu “Lık lık lık” olarak anlar ve, “Hayret! Benim oğlanı gırtlağına kadar ilimle doldurmuşlar. Ağzı dolu kap gibi “Lık lık lık” yapıyor” demiş.
KABUL ETMEDİ
Eski zamanda mahkemelerde kadılar şahitlik yapacak olan kişilerin Müslüman olup olmadığını tespit etmek için soru soruyorlarmış. Bir Müslüman da, bir Gayr-ı Müslim’i yalancı şahit tutar. Gayr-ı Müslim’e sıkı sıkı tembih eder; kadı, İslâm’ın şartını sorarsa beş demesi gerektiğini söyler. Mahkeme günü gelir. Kadı, Gayr-ı Müslim’e “İslâm’ın şartı kaç?” diye soru sorar. Gayr-ı Müslim de sekiz der. Kadı, “Atın bunu dışarı Müslüman değilmiş” der. Müslüman, Gayr-ı Müslim’e kızarak; “Ula ben sana öğretmedim mi İslâm’ın şartının beş olduğunu?” deyince, Gayr-ı Müslim adam, “Bre Müslüman! Adam sekizi kabul etmedi, beşi mi kabul edecek?”
SANKİ YEDİM CAMİİ
“İstanbul’da Sankiyedim nâmında bir mescid var. ‘Sanki yedim’ diyen adam, hevesinden kurtardığı paralarla bina etmiş.”[1] Sanki Yedim cami İstanbul’da.
Adamın birisi yaşadığı hayatta canının istediği şeyleri ‘sanki yedim’ deyip paralarını bir cebinden öteki cebine koymuş. Bu şekilde biriktirdiği paralarla bir cami yaptırmış. Onun için caminin adı ‘Sanki Yedim Cami’ olmuş. Yani bir camiyi yememiş. Birisi, “Bu adam nefsine zulmetmiş. Yaptırdığı camide namaz kılınır mı?” diyor.[2]
MESLEĞİNİZ NEDİR?
Afyon Ağır Ceza Mahkemesi Reisi, yırtıcı bir kaplan gibi dikti bakışlarını Bediüzzaman’a. Kalabalık, ama sessiz salonda bir top güllesi gibi patladı sesi: “Mesleğin nedir?”
Sanık bölmesinde sakince oturan ihtiyar başını yavaşça kaldırdı. Bir çiçek gibi hafif, bir çelik gibi keskin cevap verdi: “Mesleğim…İman Kurtarmak!”
KİMSENİN ALEYHİNDE OLMAYACAKSANIZ…
Bediüzzaman Hazretleri’nin yanına iki-üç kişi gelerek, “Üstadım! Biz milletvekili olmak istiyoruz. İzin var mı?” diye sorarlar.
Bediüzzaman Hazretleri de; “Hiç kimsenin aleyhinde olmayacaksanız, olun.”der.
BEN HACDA İKEN…
Adamın biri konuşmalarında hep; “Ben hacda iken şöyle oldu, ben hacda iken böyle oldu” diye konuşurmuş. Bu konuşmalardan rahatsız olan arkadaşları ve çevresindekiler, “Biz de hacca gittik, ama bu kadarına da pes doğrusu” derler. Bir gün adam yine “Ben hacda iken” diye konuşmaya başlayınca, onu dinleyen arkadaşları tahammül edemezler ve adamın ağzını bantlarlar. Adam birden düşer bayılır. Arkadaşları telaşla bandı açarlar. Adam kendine gelir ve, “Korkmayın korkmayın! Ben hacda iken de böyle bayılırdım!” der.
ATEŞİ GÜR OLSUN
Nasrettin Hoca’nın ününü duyan bir âlim, hocayı imtihan etmek ister. Âlim, köy meydanında Nasrettin Hoca’yı imtihan etmek amacıyla elindeki çomakla yere bir yuvarlak çizer. Nasrettin Hoca da, bu yuvarlağı çomakla ikiye böler. Âlim, yuvarlağı dörde bölünce, Nasrettin Hoca dörde bölünen dairenin üç parçasını işaretler. Âlim, elleriyle yukarıdan aşağıya bir şeyler dökülüyor gibi yapınca, Nasrettin Hoca da aynı işareti aşağıdan yukarıya doğru yapar. Olayı sereden köylüler olan bitenden hiçbir şey anlamadıklarını söylerler.
Âlim şaşkınlık içinde köylülere bu durumu izah eder: “Sizin hoca çok bilgili bir adam.
“Dünya yuvarlaktır” dedim, sizin hoca ekvator çizdi. “Dörtte kaçı sudur?” diye sordum, hoca, dörtte üçünü işaretledi. “Yağmur nasıl meydana gelir?” diye sordum, buharlaşma işareti yaptı.
Nasrettin Hoca, âlim gidince köylülere durumu kendince açıklar: “Adam aklını baklavaya bozmuş. ‘Bir tepsi baklava çizdi’, ‘yarısı benim’ dedim. ‘Dörde bölsek?’ dedi. ‘o zaman dörtte üçü benim’ dedim. ‘üstüne fındık, fıstık da serpelim mi?’diye sordu. Ben de “olur, ama ateşi harlı olmalı” dedim.
BELKİ CEHENNEMDEDİR!
Bir öğrenci inanç sıkıntısı olan fen bilgisi öğretmeni ile balinalar hakkında konuşuyordu. Öğretmen bir balinanın insanı yutmasının fiziksel olarak imkânsız olduğunu söyledi, çünkü balinaların boğazı çok küçüktü. Öğrenci, Yunus peygamberi bir balinanın yuttuğunu söyledi. Sinirlenen öğretmen balinanın insanı yutamayacağını tekrarladı.
Öğrenci, sâfîyane bir şekilde “Şayet cennete gidersem, Yunus Peygamber’e sen balığın karnında yaşadın mı yaşamadın mı? diye soracağım.
Öğretmen çocuğun itirazını sinirli bir şekilde, “Ne biliyorsun, belki cehennemdedir?” diye yanıtlayınca,
Öğrenci “Öyleyse hocam siz sorarsınız.”
İLM-İ SİYASET
Bir öğrenci ilahiyat okumak için El-Ezher üniversitesine gider. Yedi senede bitirmesi gereken okulu aile özleminden dolayı altıncı senenin sonunda bırakmak ister. Ders hocası öğrencinin dönme kararına üzülerek, “Oğlum gel gitme. Bir sene daha oku da siyaset hukukunu(ilm-i siyaset) öğren” der. Öğrenci bana hiçbir şey lazım değil diyerek memleketine döner. Namaz kılmak için köylerindeki camiye gider. Eski bir hoca hutbede hurafe şeyler anlatmaktadır. Öğrenci dayanamayarak ayağa kalkar ve hocaya anlattığı şeylerin yanlış olduğunu söyler. Hoca, cemaate, “Atın şu zındığı”deyince, bütün cemaat öğrencini üzerine yürür ve dışarı atarlar.
Canını zor kurtaran öğrenci tekrar Mısır El-Ezher üniversitesine dönüp başından geçenleri hocasına anlatır. Son senesini de okuyup tekrar köyüne döner. Yine köylerindeki camide aynı hocayı dinlemeye başlar. Bir müddet sonra ayağa kalkar ve, “Hocam kusura bakmayın geçen sene çok büyük bir hata yaptım. Üniversitede hocamla konuştum siz haklıymışsınız. Siz çok mübarek, evliyaullahtan bir zâtsınız, hatta ermişlerdensiniz. Sizden bir kıl veya tüy koparan cennete girer.” deyince, bütün cemaat hocanın üstüne yürürler.
HANGİSİ BÜYÜK?
Müridin biri, şeyhlerinin büyüklüğünü anlatmak için çevresindeki insanlara “Bizim şeyh, Abdulkadir Geylani’den de, Nakşibendi’den de büyüktür.” der. Müridin bu sözünden etkilenen insanlar yaşadıkları dönemde âlim ve fâzıl olan bir zâta giderek, “Efendim! Sizce hangisi daha büyüktür?” diye sorarlar. Âlim zât: “Bilemiyorum Geylani mi büyük, Nakşibendi mi? Bildiğim bir şey var, o mürid hepsinden de büyük. Hepsini tartıp makamlarını belirlediğine göre, hepsinden büyük(!)
Büyüklerde büyüklüğün alâmeti mahviyet ve tevazu, küçüklerde küçüklüğün emaresi tekebbürdür, kendini büyük görmedir. Tevazu ve kendini küçük görme mü’mine yakışan, insanın kendisini büyük görmesi de Karun gibi insanları baş aşağı getiren tavırlardır. Kutlu nebinin buyurduğu, “Yüzü yerde olanı Allah yükselttikçe yükseltir, kibre girip çalım çakanı da yerin dibine batırır.” hadisi şerifi ölçümüz olmalıdır.
YA GELMEZSE!
Bir gün hocanın birisi meyhanede kafayı çeken bir grup insanı sohbete(gezeğe) davet eder. Bir akşamlarını âhiret için ayırmaları gerektiğini söyler. Bu grup, söylendiği gibi bir akşam sohbete gelirler. Sohbeti yapan hoca, gelenlere ümit vermek ve cenneti kazanmanın kolaylığını anlatmak için Asr-ı Saadette yaşanmış bir olayı hatırlatma lüzumu duyar. “Günahı çok olan bir bayan yolda giderken susadığı için bir kuyunun yanında durur. Su derinde olduğu için kuyuya iner ve suyunu içer. Kuyudan çıkınca susuzluktan nemli toprak yalayan, dilini çıkarmış bir köpek görür. Köpeğin bu haline acıyan bayan ayakkabısı ile kuyudan su çıkarıp köpeğe verir. Bundan dolayı Allah-û Teâlâ, o bayanın günahlarını affeder ve cenneti kazanır.” diye anlatır.
Grubu sohbete getiren şahıs, “Hoca! Hele sen burada bir dur.” Gruptaki arkadaşlarına dönerek “Arkadaşlar! Kimse ite güvenip yanlış yapmasın. Ya it gelmezse!
CENNET VE CEHENNEM
Adamın biri, bir gün ölür. Mahşer ânında Melek, “Cennete mi gitmek istersin, yoksa Cehenneme mi gitmek istersin”diye sorar.
Adam bakar ki, Cennette fazla hareket yok, ama Cehennemde müzik eşliğinde herkes şen-şakrak oynuyor. Meleğe, “Cennette benim canım sıkılır, Cehennem hareketli görünüyor, siz beni Cehenneme koyun, canım sıkıldıkça oynarım” der. Melekler tuttuğu gibi Cehenneme götürürler. Adam, Cehennemden içeri girince oradakilerin karınlarından şişlendiğini, yanıp yanıp kül olduklarını, şeytanın cehennem ehline; “Oyun ve eğlenme bitti, herkes kazanlaraaa!” dediğini görünce meleklere, “Biraz önce ben burasını şen-şakrak görmüştüm bu da ne?” diye çıkışır.
Melek: “O reklam faslıydı” der.
PALYAÇO VE CAMBAZ
Evliyaullah’tan bir kişi şenlik yerinden geçerken, bir cambazın çok yüksek bir yerde ipin üzerinde yürüdüğünü görür. Cambaz, ipin üzerinde çok değişik hareketler yaparak insanların beğenisini toplamaktadır. Biraz sonra ince bir hareket yapayım derken cambaz ipten kafası aşağı düşmeye başlar, düşerken de bütün benliği ile “Allaaah!” der. Ve yerdeki göbekli bir palyaçonun karnına kafasıyla çakılır. Palyaçonun karnı yırtılır, cambaz kurtulur.(“Allaaah!” demesinin hürmetine kurtulur.)
Oradan geçen evliya içten bir “aaah!” çekerek:“Hayatımda palyaço gibi bütün benliğimle ve zerratımla bir kere “Allaaah!” diyebilseydim ben de kurtulurdum.” der.
İSTİHARE YAPALIM
Şeyhin birisi talebesine kulluk görevlerini hatırlatma ihtiyacı hisseder. Çünkü onun manevi makamlarda yükselmesini istemektedir. Bunun için talebesine “Şu kadar nafile namaz kılmalısın” der. Mürid “Pekâla şeyhim” der. “Şu kadar nafile oruç tutmalısın” Mürid “Pekâla şeyhim” der. “Şu kadar evrad-u ezkar çekmelisin” Mürid “Pekâla şeyhim” der. Şeyh “Şu kadar da nafile sadaka vermelisin” deyince, mürid; “Dur bir istihare yapalım şeyhim” der.[3]
GÜREŞ
Bir gün Peygamber Efendimiz aleyhisselâtü vesselam, torunları Hasan ve Hüseyin’i güreştirir. Ve güreş sırasında Hasan’ın tarafını tutar, onu teşvik eder, taktikler söyler. Peygamberimiz birazcık kalbî olarak zevceleri içinde Hz. Âişe validemize meyilli olduğu gibi, torunu Hasan’a karşıda kalbi olarak meyillidir. Bu Hüseyin’ini sevmiyor, ona meyli yok olarak anlaşılmamalıdır. Hz. Fatıma, Peygamberimiz’in Hasan’ı tuttuğunu görünce dayanamaz:
“Ya Resûlullah! Hep Hasan’ı tutuyorsunuz, Hüseyin üzülecek” demesine mukabil, Peygamber Efendimiz (s.a.v) gülümseyerek şu cevabı verir:
“Görmüyor musun? Cebrail’de Hüseyin’i tutmuş, aynı şeyleri ona söylüyor.”
KIYAMET NE ZAMAN KOPACAK?
Nasrettin Hoca’ya Kıyametin ne zaman kopacağını sormuşlar. Nasrettin Hoca da, “Hangisi? Büyük kıyamet mi, küçük kıyamet mi?”der. Soruyu soranlar “Hocam! Kıyametin küçüğü büyüğü olur mu?”dediklerinde, Nasrettin Hoca “Oluuur! Olmaz mı hiç. Hanım ölünce küçük kıyamet, ben ölünce büyük kıyamet kopar!”
SESİNİ HALLETTİN AMA…
Nasrettin Hoca’nın da bulunduğu bir toplantıda, konuklardan biri hafifçe yellenir. Adam, yellenme anında da mahçup olmamak ve sesi duyurmamak için ayağı ile oturdukları odadaki çıkmış olan tahta parçasına ayağının ucuyla dokunarak gıcırtı sesi çıkarır. Durumu fark eden Nasrettin Hoca, yellenen adamın kibarca kulağına eğilerek: “Sesini benzettin, hallettin; ama kokusunu ne yapacaksın.”
ÖYLE DURMASAYDI
Baba çocuğuyla beraber çarşıda gezerken, çocuk çok güzel duruşu olan bir dondurma resmi görür ve babasından kendisine dondurma almasını ister. Çocuklar her gördüğü şeyi istedikleri için baba bu isteğe cevap vermek istemez ve çocuğa her gördüğün şeyi istiyorsun diyerek kızar.
Çocuk, bu durum karşısında babasına; “Baba, ben isteyince suçlu oluyorum da oradaki dondurmanın duruşunda hiç mi suç yok? Dondurma da ‘beni al’ der gibi öyle durmasaydı” der.
ŞAŞIRAN HOCA!
İki hoca, sohbet ederlerken bir köylü yanlarına gelerek hocalardan birine “Hazreti Köroğlu radıyallahu anh(Allah ondan razı olsun mânâsında bir duadır, aynı zamanda ayettir) sahabe midir(Peygamberimizin arkadaşlarına sahabe denilir), tabiînden midir?(sahabeyi gören insanlara tabiîn denir) diye bir soru sorar.
Hoca “Bir kavle göre sahabedir, bir kavle göre de tabiîndir.”der. Köylü cevabını almış olmanın mutluluğu ile köyüne döner. Diğer hoca, arkadaşına “Sen ne dediğinin farkında mısın? Köroğlu dediğin kişi Bolu Bey’ine başkaldıran birisidir”
Köylüye cevap veren hoca, “Ben de biliyorum Köroğlu’nun böyle birisi olduğunu, fakat başındaki ‘Hazret’ ile sonundaki ‘radıyallahu anh’ kafamı karıştırdı ve beni şaşırttı.”
GARSON VE SERVİS
Dolmabahçe Sarayı’nda padişahı ziyarete gelenlere padişah yemek ikram eder. Yuvarlak masanın etrafında 15- 20 kişi otururlar. Garson herkese ne yemek istediğini sorar. En son da padişahın isteklerini alır. Garsonun yemek siparişlerini alırken yazmaması misafirlerin dikkatini çeker. Yemekler yendikten sonra bir misafir, garsonun yanına yaklaşarak; “Hiç yazmadan bu kadar insana isteklerini doğru vermeyi nasıl beceriyorsun?”der.
Garson, “Çok basit, en son padişahın siparişini alıyorum, sadece onu aklımda tutuyorum, misafirlere rasgele elime ne gelirse veriyorum, padişahın yanında seslerini çıkaramıyorlar.”
NE OLACAKSIN?
Kayseri’de çocukların büyüyünce ne olmak istediklerini öğrenmek için, çocuklara bir kâğıt para, bir de demir para verirler. Çocuk, sadece kâğıt parayı ya da demir parayı alırsa, o çocuğun okuyacağını düşünürler. Eğer çocuk, kendisine verilen kâğıt parayı külah yapıp, içine de demir parayı koyarsa o zaman, o çocuğun ticaret yapacağını düşünürler.
GÜNAYDIN PATRON!
Esnaflık yapan birisi dükkanına, kâr yaparım düşüncesiyle satmak için üç tane de papağan koyar. Birinci papağan, bir yabancı dil bildiğinden dolayı fiyatı 5 YTL. İkinci papağan, iki dil bildiğinden dolayı fiyatı 10 YTL. Üçüncü papağan ise gösterişsiz, başındaki tüyler dökülmüş, ayrıca da dil bilmiyor olmasına rağmen fiyatı 15 YTL’dir.
Müşteriler papağanlarla ilgilenirler, fiyatlarına bakarlar bakmasına da fiyatlarda bir gariplik görerek iş yeri sahibine sorarlar; “Birinci ile ikinci papağanın fiyatını anladık da, şu üçüncü kel olan, dil bilmeyen, gösterişsiz papağanın fiyatı diğerlerinden neden pahalı? Bunun özelliği nedir?”
Dükkan sahibi: “Valla ben de bilmiyorum, ama şu gördüğünüz birinci ile ikinci papağan ona her gün sabah ‘Günaydın patron!’ diyorlar.”
MUTLU BİR YUVA KURMANIN İNCE BİR SIRRI(!)
Yaşlı bir nineye etrafındaki insanlar; “Size hayranız! Bunca yıl eşinizle çok güzel geçindiniz, hiçbir probleminiz yok gibi. Bu güzel ve mutlu bir hayat yaşamanın formülü var mı?” diye sorarlar.
Yaşlı nine, derin bir aaah! çektikten sonra; “Size kısaca anlatmaya çalışayım bunun sırrını.” der. Ve anlatmaya başlar:
“Genç bir kız iken dedeniz olacak bu adamla evlendim. O zamanlar teknoloji bu kadar ileri olmadığından dolayı gelinler ata binerek giderlerdi koca evine. Ben bir ata, eşimde bir ata bindi, az da bir çeyizim vardı, onu da aldık, düştük yola kocam önde ben arkada. Biraz sonra benim bindiğim atın ayağı takıldı ve tökezledi. Kocam olacak adam arkasına döndü ve benim atıma ‘BU BİR’ dedi. Biraz daha ilerledik ve benim atımın ayağı tekrar takılıp tökezlediği zaman kocam atıma ‘BU İKİ’ dedi. Az sonra atın ayağı bir daha tökezleyince kocam arkasını döndü ve atıma ‘BU ÜÇ’ dedikten sonra tabancasını çıkardı ve atımı vurdu. At ölmüştü. Çok üzülmüştüm. Kocama kızarak; ‘Suçu, günahı olmayan atı neden vurdun?’ dedim.
Kocam arkasını döndü ve bana ‘BU BİR’ dedi. İşte o günden sonra kocamın ‘Bir dediğini iki etmedim.’ Anladınız mı şimdi mutlu ve güzel bir hayat yaşamanın formülünü?”
OH!
Eski devirlerde Arap çöllerinde yaşayan bir adam vardı. Bu bedevinin garip bir devesi vardı. Bu deve ‘Oh!’ denilince yürür, ‘Oh oh!’ denilince koşar, ‘Amin’ denilince de dururdu.
Bedevi, bir gün devesini satmak için pazara götürdü. Devesi maharetli olduğu için diğer develerden fazla para istiyordu. Bedevi pazarda devesini yüksek fiyata satabilmek için devesinin özelliklerini ballandıra ballandıra anlatıyordu. Deveyi alma niyetinde olan birisi, deveyi denemek istedi. Bedeviye: “Eğer, dediğin özellikler varsa deveni alırım.” diyerek deveye bindi. Adam ‘Oh’ dedi, deve yürüdü. ‘Oh oh’ dedi, deve koşmaya başladı.
Deve olanca hızıyla koşarken, adamcağız deveyi nasıl durduracağını unutuverdi. Adam, bir yandan devenin üzerinde beti-benzi atmış şekilde, korkarak gidiyor, bir yandan da devenin durması için ne söylemesi gerektiğini hatırlamaya çalışıyordu.
Biraz sonra bir de baktı ki, önünde kocaman bir uçurum var. Artık kurtulmaktan ümidi kesmiş bir vaziyette Allah’a duâ etti ve ‘Amin’ diye bağırdı. ‘Amin’ diye bağırınca, deve tam uçurumun kenarında durdu. Adamcağız, son anda kurtulduğuna o kadar sevindi ki neşeyle: “Oooh!” deyiverdi.
AMAÇ ÜZÜM YEMEK Mİ, BAĞCIYI DÖVMEK Mİ?
Bir gün ayı ile tavşan dost olurlar. Ormanda hoşça vakit geçirirler. Tavşan, tilkiye kızdığı için ayı amcasına tilkiyi dövdürtmek ister. Bu fikrini ayı amcasına söyler. Ayının da kafası çalışmadığı için tavşana, “Sen bana dövebilmem için akıl ver” der. Tavşan, ayıya tilkinin yanına gittiğinde, “Bugün niye şapkan yok? diye sor ve döv,” der. Ayı, tilkiyi dövmek için yola çıkar. Tilki ile karşılaştıklarında, “Tilki kardeş! Bugün niye şapkan yok?” deyip bir güzel döver. İkinci gün ayı tavşana tilkiyi bugün nasıl dövelim dediğinde, tavşan, “Sigaran var mı?” diye sor, der. Ayı, tilkinin yanına gider ve “Tilki kardeş! Sigaran var mı?” diye sorar. Tilki: “Evet, var. Yalnız filitreli mi istersin, filitresiz mi?” deyince ayının kafası karışır, amaç üzüm yemek olmayıp, dövmek olunca, “Ulan tilki! Dün senin niye şapkan yoktu” deyip bir daha döver.
AYININ VERDİĞİ DERS
İki avcı ayı avlamak için ormana giderler. Ayının postunu satıp geçimlerini sağlıyorlar. Ormanda giderlerken bir de bakıyorlar, karşılarında kocaman bir ayı var! Birisi ayakkabılarını çıkarırken, diğeri çıkarmadan kaçıyor. Ayakkabısını çıkaran avcı arkadaşını yolda geçip hemen bir ağaca çıkıyor, arkadaşı çıkamayınca: “Ayılar ölülere dokunmazlar,” diye düşünerek, yere yatıp, ölü numarası yapar. Ayı gelir yanına. Ayaklarından itibaren koklamaya ve yalamaya başlar. Adam korkudan soluk bile alamaz. Ayı yavaşça ayaklarından göbek boşluğuna gelir. Adam, “Herhalde bu ayı yumuşak yeri buldu göbek boşluğumdan beni ısıracak diye düşünür.” Ayı devam eder yalamaya. Boynunun ve kulaklarının olduğu yeri koklayıp değişik sesler çıkarır, adamda yine bir canlılık belirtisi yoktur. Ayı adamın ölü numarasını gerçekten yutar ve çekip gider. Bu sırada arkadaşı ağacın tepesinden ayı ile arkadaşını seyrediyor.
Ağaçtaki avcı dayanamayıp ağacın tepesinden arkadaşına: “Bakıyorum da ayıyla çok iyi anlaşıyordun. Ayı sana bir şeyler söylüyordu. Ne söyledi?” Diye sorar.
– Ne söylesin, der arkadaşı. “Bundan sonra zor zamanlarda, ihtiyaç duyulan anlarda seni bırakıp kaçan böyle korkak insanlarla arkadaşlık yapma.” dedi.
KONUŞMAYI NASIL BULDUN?
Bir gün profesör konferans vermek istediği salona girer. Koskoca salona ön sırada oturan seyis dışında kimse gelmemiştir. Konuşup konuşmama konusunda tereddüt geçiren profesör, seyise sorar: “Buradaki tek kişi sensin. Sana göre konuşmalı mı, yoksa konuşmamalı mıyım?”
Seyis cevap verir: “Hocam, ben basit bir insanım, bu konulardan anlamam. Fakat ahıra gelseydim ve bütün atların kaçıp bir tanesinin kaldığını görseydim, yine de onu beslerdim.”
Bu sözlere hak veren profesör konuşmaya başlar. İki saatin üzerinde konuşur. Konuşmadan sonra kendisini mutlu hisseder, yaptığı konuşmanın güzelliğini onaylaması için seyise sorar: “Konuşmayı nasıl buldun?”
Seyis: “Sana daha önce basit bir insan olduğumu ve bu konulardan pek anlamadığımı söylemiştim. Gene de eğer ahıra gelip biri dışında tüm atların kaçtığını görseydim, onu beslerdim, ama elimdeki yemin hepsini ona vermezdim.”
İPİN UCU…
Nasrettin Hoca büyük bir camide imamlık yapmaktadır. Hutbeye çıkıp halkı bilgilendirir, günlük yaşamdan örnekler verir. Verir, ama cemaat hocanın hutbede bir konuyu anlatmak yerine, bir konu bitmeden diğer konuya geçmesinden rahatsızlık duyar. En sonunda mevzuyu Nasrettin Hoca’ya açmaya karar verirler. Cemaat şikayetlerini dile getirdiklerinde, Nasrettin Hoca, “Konuyu değiştirdiğimin farkına varmıyorum” der. Bir çözüm bulunması gerekir. Biraz sonra Nasrettin Hoca, “Aklıma bir çözüm geldi” der. “Ben hutbeye çıkınca belime bir ip bağlayalım ve bu ipi minberin altına sallayalım, minberin altına bir kişi girsin ipin ucunu tutsun, konudan konuya atlarsam, ipi çeksin ki ben konuyu değiştirdiğimin farkına varıp eski konuma devam edebileyim” diye cemaatle anlaşır.
Nasrettin Hoca hutbeye çıkar, ip minberin altına sallanmıştır. Hoca hutbeye başlar. Ateşli ateşli anlatırken minberin altındaki adam ipi çeker. Hoca kendini kontrol eder, konuyu değiştirmediğini anlayınca devam eder anlatmaya, ama ip yine çekilir.(Bu sırada ip, minberin altındaki adamın ayağına dolanmıştır. Adam ipten kurtulmak için ha bre ipi çeker) En sonunda Nasrettin Hoca, “Ey cemaat, ip şunun bunun eline geçti, âlemin maskarası olduk. Bırakmıyor ki, hutbeyi okuyalım” der.
HAYATA ÜMİTLE BAKMAK
Günlerden bir gün kurbağaların yarışı varmış. Hedef, çok yüksek bir kulenin tepesine çıkmakmış. Bir sürü kurbağa da arkadaşlarını seyretmek için toplanmışlar. Ve yarış başlamış. Gerçekte seyirciler arasında hiçbiri, yarışmacıların kulenin tepesine çıkabileceğine inanmıyormuş. Sadece şu sesler duyulabiliyormuş: “Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!”
Yarışmaya başlayan kurbağalar kulenin tepesine ulaşamayınca teker teker yarışı bırakmaya başlamışlar. İçlerinden sadece bir tanesi inatla ve yılmadan kuleye tırmanmaya çalışıyormuş. Seyirciler bağırıyorlarmış: “Zavallılar! Hiçbir zaman başaramayacaklar!”
Sonunda, bir tanesi hariç, diğer kurbağaların hepsinin ümitleri kırılmış ve yarışmayı bırakmışlar. Ama kalan son kurbağa büyük bir gayret ile mücadele ederek kulenin tepesine çıkmayı başarmış. Diğerleri hayret içinde bu işi nasıl başardığını öğrenmek istemişler.
Bir kurbağa ona yaklaşmış ve sormuş. Bu işi nasıl başardın? diye. O anda farkına varmışlar ki, kuleye çıkan kurbağa sağırmış!
“Olumsuz düşünen insanları duymayın… Onlar kalbinizdeki ümitleri çalarlar!”[4]
KÖYLÜNÜN İNEĞİ
Fakir, gariban bir köylü varmış. Adamın sadece bir tane ineği varmış. Köylünün bütün varı yoğu bu ineğiymiş. Olur ya, sakınan göze çöp batar. Gariban köylünün ineği hasta olur. Ne yaptıysa iyi edemez. Çevresinden insanlar köylüye: “On beş gün oruç tutarsan ineğin iyileşir” tavsiyesinde bulunurlar. Ramazan ayı olmamasına rağmen köylü, ineğini çok sevdiği için hemen oruca niyetlenir ve on beş gün oruç tutar. İnek iyileşir. O da ne! İnek on altıncı gün ölür.
Köylü üzüntüsünden nereye gideceğini, ne yapacağını bilemez bir halde, ellerini açar: “Allah’ım! Benim gibi saf ve gariban birisinin ineği öldü. Şimdi ne yapayım ben, nereye gideyim. Eğer o tuttuğum on beş gün orucu Ramazana saymazsam! Ölen ineğimi de kurbana saymazsam!”
NE İSTİYORSUN?
Zengin bir işadamı, yaşadığı bölgedeki evlenme çağına gelmiş bütün gençleri lüks villasına davet eder. Gençleri timsah ve su yılanlarıyla dolu havuzun başına götürerek açıklama yapar: “Gençler, bu su yılanları ve timsahlarla dolu olan dikdörtgen şeklindeki havuzun bir başından atlayıp öbür başına kim önce giderse benden üç farklı istekte bulunabilecek.
Birincisi, milyonlarca dolar para alabilme hakkı. İkincisi, binlerce dekar arazi alabilme hakkı. Üçüncüsü de bir genç kızım var, onunla evlenebilme hakkı.” der, demez havuzun bir ucundan bir şapırtı sesinin gelmesiyle birlikte havuzun diğer ucundan sırılsıklam bir genç çıkar. Bu genç dünyada hiç kimsenin ulaşmadığı bir rekor kırmıştır.
Havuzdan çıkan gence işadamı: “Söyle bakalım benden ne istiyorsun?” Milyonlarca dolar para mı istersin?
Genç: “Hayır”
İşadamı: “O zaman binlerce dönüm arazileri istiyorsun.”
Genç: “Hayır”
İşadamı: “Herhalde gözünü genç kızıma dikerek, bütün malıma sahip olmak istiyorsun.”
Genç: “Hayır”
İşadamı sinirlenerek; “O halde benden ne istiyorsun?” deyince, Genç: “Beni havuza ittiren kişiyi öğrenmek istiyorum!”
[1] Sözler, s. 663
[2] Adam paralarını biriktirirken nefsinin payı olan ölmeyecek miktar azığı nefsine vermiştir. Nefse zulüm söz konusu değildir.
[3] İstihare “hayırlı olanı istemek” anlamına gelir. İnsanlar, kendileri için önemli olan bir karar verecekleri veya bir seçim yapacakları zaman, bazan belki eldeki verilerin yetersizliği sebebiyle veya çeşitli sebeplerle dünya ve ahiret bakımından kendileri için hangi seçimin hayırlı olacağını kestiremezler ve bunu bilmek için çeşitli çarelere başvururlar. Mesela, Peygamber imiz’in nübüvetle görevlendirildiği sıralarda Araplar’dan bir kimse yolculuğa şıkmak istendiğinde, bu yolculuğun kendisi için hayırlı olup olmadığını anlamak için fal oklarına başvururdu. Peygamberimiz bu adeti kaldırarak onun yerine istihareyi getirmiştir.( İlmihal 1, İman ve İbadetler, Türkiye Diyanet Vakfı, 1999)
[4] Paul ESTRİDGE
Kaynak: Nükte Bahçesi – Akis Kitap