Yusuf Tosun
Özellikle 1990’lı yıllarda basın-yayın, kitap, dergi faaliyetlerinde büyük bir patlama yaşandı. Taşrada yaşayanlar bu hızlı kitap okuma ve dergi merakını en fazla yaşayanlardır kanımca. Dergi, kitap, gazete okumanın da ötesinde belli bir kesimin saat başı haberleri bile hiç kaçırmadığını iyi hatırlıyorum. Hem de reklam anonslarına kadar.. Aldığımız gazeteyi başından sonuna kadar kitap okur gibi okurduk bir zamanlar. Aylık, haftalık dergileri de aynı şekilde… Haftada en az bir kitap okumak da işin cabası. Okumakla yetinmez, altını çize çize not alırdık. Daha sonra da bir bir aldığımız notları birlikte mütalaa ederdik. Kayda geçen her söz, bizim için önemliydi.Yutarcasına okur, adeta ezberlerdik. Özellikle tercüme kitaplar daha çok ilgimizi çekerdi. En çok da İranlı, Mısırlı, Suriyeli yazarların eserleri dikkatimizi çekerdi. Sanırım farklı kesimler için de benzer durumlar söz konusuydu.
Belli bir kesim için bu kitap tutkusu hala devam ediyor. Ancak bir zamanlar o hızlı kitap furyasını yaşamış birçok kişinin yıllardır tek bir kitap eline almadıklarına da şahidim. Belki kitap okumada kemiyet azalmış olsa bile, keyfiyetin arttığı inkar edilemez. Çünkü birçok bilinçli kitap okuyucusu büyük bir devinim yaşadı, okuduklarını yazıyla kalıcılaştırdı ve geleceğe yeni pencereler açtı kitabın da etkisiyle.
Ancak bütün bu değerlendirmelerin neticesinde; kitabın hayatımızdan yavaş yavaş çekilmeye başladığını da itiraf etmek gerekir. Çünkü istatistikler de açıkça gösteriyor ki, kitap okuma oranımız çok düşük. Okumaktan çok, seyretmeye daha yatkın bir toplumuz. Kitap-kahvehane sayısı yan yana geldiğinde hal-i pür melalimiz kendiliğinden ortay çıkıyor zaten. Ülkemizde her doksan beş kişiye bir kahvehane, her altmışbeşbin kişiye bir kütüphane düşüyor. Gençliğin büyük bir kesiminin ilgi odağı, eğlence, internet, chat…v.s. Yeme, içme ve eğlence kültürümüz baştan çıkartıcı boyutlara ulaştı. Bu nedenledir ki, yaşadığımız toplumda yapılan tartışmalar ve oluşturulan gündemler de verimli olmuyor.
Aslında geçmişte yaşanılan kitap okuma yöntemindeki bir takım olumsuzlukların bugün kitap okuma oranının düşmesindeki etkisini göz ardı etmemek gerekir. Okumadaki verimlilik, hiçbir zaman okunan kitap sayfasıyla orantılı değildir. Yani çok kitap okumak, her zaman için faydalı olmayabilir. Bu anlamda Alman düşünür Schopenhauer’in düşüncelerine katılmamak elde değil: “…okurken bir başka kimse bizim için düşünür: Biz sadece onun zihin sürecini takip etmekle yetiniriz… Okurken zihnimiz aslında başka birisinin oyun alanından başka bir şey değildir...” Ama toplum olarak, kitap okuma konusunda öyle bir noktaya gelindi ki; kitap okuma yöntemini tartışmak bile lüks oldu. Çünkü; yeter ki kitap okunsun, yöntemini boş ver, deyivermeye başladık. Ama gene de kitap okuma ile ilgili birkaç hususu tarihin tozlu raflarına bırakmak istiyorum:
Hala çözümleyemediğim birinci husus; geçmişte yapılan okumaların tek tip olmasıydı. Yani çokça birbirinin tekrarı kitaplar okundu, aynı kavram ve gündemi farklı ama sonuçta aynı şekilde ele alan kitaplar okundu/okutuldu. Yıllarca bıkmadan usanmadan aynı şeyleri okuduk. Öyle ki, aynı kitap farklı bir isim ve kapakla basılsa bile, biz yeni bir kitap basılmış gibi yeniden okurduk o kitabı. Ama işin tuhaf tarafı, bu yeni okuma, yine de bize büyük bir zevk verirdi.
Acizane itiraf etmeliyim ki; bir süre sonra bu okumalar bana bıkkınlık vermeye başladı ve bilinçaltımda o tür kitaplara karşı bir antipati oluştu. Uzun bir süre, o hararetle okuduğum kitapları ne okumak, ne de görmek içimden gelmedi. Kapaklar, kelimeler, isimler bana itici gelmeye başladı. Kitaplarla ilgili benzer sendromu başka dostların da yaşadığına çokça şahit oldum. Hatta daha kötü bir şekilde… Bir zamanlar tutkuyla bağrına bastırdıkları o kitapları, sobaya tutuşturanlardan tutun da, bodrumlarda çürümeye terk edenlere kadar… Peki sonuç: Sonuç apaçık ortada… Bu şekilde yığınlarca insanın kitapla bağı koptu ve hala da o kopukluk devam ediyor.
Geçmişe dönük okumalara yönelttiğim bir başka özeleştiri de; okumalarımızın okuma tekniğinden yoksun olmasıydı. Yani nitelikli bir okumadan uzaktık. Okumalarımızın çoğunun ezbere dayalı olduğunu düşünüyorum. Okuldaki eğitim-öğretim, zaten bize böyle ezberlemeye dayalı bir okuma yöntemi aşılamıştı. Dolayısıyla okumalarımızda nicelik olarak ileri, ancak nitelik olarak geride seyrettik. Bu nedenle okuduklarımızı yeterince sindiremediğimizi, sindiremediğimiz için de bir süre sonra okumada tıkandığımızı düşünüyorum. Anlayarak okuma yapanları ise imalat hatası olarak gördük ve düşüncelerini tasvip etmedik.
Hala aklımın ermediği bir husus da; çok kısa bir sürede aynı kitapların yurdun değişik köşelerinde bir anda bitivermesi… Türkiye gibi henüz gelişmekte olan bir ülkede basın-yayın faaliyetinin bu kadar hızlı ve etkileyici bir şekilde tırmanması çok şaşırtıcı… Aynı kitap veya kitapların bir anda yurdun en ücra köşelerinde okunduğunu, üniversitede okuduğum yıllarda fark ettim ve kafamda kocaman bir soru işareti beliriverdi. O soru işareti hala bir köşede baki…
Okumamalarımızın daha verimli olması için, kendi okuma gerçeğimizle yüzleşmekte fayda vardır. Her insanın kendine özgü bir okuma serüveninin olduğu muhakkaktır. Ancak her şeye rağmen ortak bir okuma serüvenimiz de vardır toplum olarak. Bu ortak kitap okuma serüvenimizden hareketle son zamanlarda hayatımızdan çekilmeye başlayan kitaba, okumaya, yazmaya yeniden vurgu yapmak istedim. Geçmişten tecrübeyle daha verimli okumalar yapabileceğimizi düşündüm. En başta kendimizi yeni bir okumaya tabi tutarak kitabın hayatımızın ortasında yer almasını sağlamalıyız. Ve yeniden kendi kendimize şu soruyu yöneltmeliyiz:
“Biz mi kitaptan uzaklaşıyoruz, yoksa kitap mı geri çekiliyor?”