Hazreti İbrahim’in evi yanıyormuş. Bir karınca taşıyabileceği kadar suyu sırtına yükleyip var gücüyle yangına doğru koştururken, onun bu halini gören karga alaycı bir tavır takınıp; “O taşıdığın su ile yangını söndürebileceğini mi zannediyorsun?” diye sorunca, karınca kan ter içinde şu cevabı vermiş: “Olsun! Tarafım belli olsun!”.
Hakan Albayrak… Yazacaklarımı, bu güzel insana yakın duruşumdan ayrı tutacak bir objektifliğe vardırabileceğimi hiç zannetmiyorum. Zira rengini ve tarafını eksiksiz bir biçimde ortaya koymayı bilmiş bu karıncanın, sırtına yüklediği su ile çekilmiş bir fotoğrafı var dimağımda. Öyle bir fotoğraf ki onu, kararmaya yüz tutmuş dünyamızın ortasında bir ümit ile yüreğimde sürekli tab ettirip duruyorum. Ve her yeni bakışımda, İbrahim’in evini söndürecek kadar su görüyorum o karıncanın sırtında.
Yazdıklarım; ne bön bir kahramanlaştırma güdüsüyle kaleme alınan cümlelerdir, ne de temasını yitirmiş bir romantik netice… Nietzsche, tepeden tırnağa bir münkir edasıyla düşüncelerini tanrıya mezar yaparken ne denli romantik idiyse; Hakan Albayrak’ın tefekkürünü bütünüyle Allah’a ait kılmakla, ancak Nietzsche kadar romantikleşebileceğim. Zira Octavio Paz’ın da ifade ettiği üzere; “Tanrının ölümü romantik bir temadır, felsefi değil!”. Öyle ise Hakan Albayrak deyince aklıma apansız İslam’ın geliyor olmasının sebebini yüreğimin çok da uzaklarında aramasam gerektir. Onun dünyamıza bıraktığı izlerden söz açarken de, bunu tutarlı bir dille ifade etmeye çalışıp Paz’ın bu harikulade düsturuna riayet etmiş bulunacağım. En nihayetinde, size Hakan Albayrak isminde bir yazarı ve birkaç ay evvel çıkan üç kitabını tanıtlarken, kalubelada gözümün ısırdığı taraflarından da söz açmamı mazur görünüz!
Hakan Albayrak, bizatihi kendisinin yönettiği “İstanbul-Şam Köprüsü” adlı bir belgesel ile “Türkiye-Suriye Birliği” adlı kitabının müjdesini zaten vermişti. İslam Birliğinin bir nüvesi olarak Ortadoğu’daki Müslüman kuvvetlerin hemhal olmasını amaçlayan bu birliğin temellendirilmesi fevkalade bir biçimde yapılmış. Ortadoğu aşkını her fırsatta dile getiren Albayrak’ın, kanın gövdeyi götürdüğü bu fetret günlerinde, sahip olduğumuz müşterek kültürün de iyice ayırtına vararak birleşmekten başka çaremiz olmadığı hakkında yazdıklarını okurken; bu sözcüklerin, sadece rasyonel bir stratejinin neticesi olmadığını düşündüm. Lakin zahir olanın bir siyaset biçimi olmakla kendini ortaya koyduğu bu birleşme fikrinin, damarlarımızda akan kan kadar bütün ve çavlan bir his ile dile geldiği muhakkaktı. Usunu, yüreğine taktığı bir şapka misali bu hissiyatın mimarisini bina ederken kullanıyordu yazar. Onun ortaya koyduğu ortaklıklar listesine şöyle bir göz gezdirdiğiniz zaman, iki ülkenin isimlerinin farklı oluşunda bile kötü bir niyet arayacaksınız hemen. Büyük üstat Sezai Karakoç’tan mısralarla konuşan Albayrak’ın, belgeselinde olduğu gibi bu kitabında da ondan ziyadesiyle feyiz aldığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Üstelik Sezai Bey’den vermiş olduğu örneklere ve yazdıklarına biraz daha dikkat kesilince, Suriye’nin niçin bir “nüve” olarak bu birliğin merkezindeki yerini aldığını kolaylıkla fark edebilmeniz mümkün. Anlıyorsunuz ki bu birleşme fikri, diğer başka birleşme fikirlerini de içine alacak yönetici bir molekül edasıyla(tıpkı bir hücre DNAsı gibi), İslam sentezlerinin kodlarını barındıran bir merkez! Zaten kitabın ilerleyen sayfalarında, geniş bir coğrafya’da bütün Müslüman devletlerin yahut bireylerin meselelerini, kendi meselemiz gibi kavramamız gerektiğini ifade eden bazı mecburiyetlerden söz açıyor yazar. Bu bana aynı zamanda bir hadis-i şerif’i de hatırlatınca, bu birleşme fikrinin ehli sünnete paralellik teşkil ettiğini bile düşündüm bir anda: “Dünyanın neresinde olursa olsun, bir Müslüman’ın dişi ağrısa, ben onu hissederim!”.
“Haçlı Seferleri’nden Bu yana Batı’nın Soykırımcı Tabiatı” adlı kitabında da 1000 yıldır değişmeyen bir zulmün Amerika, Avrupa, Afrika, Uzak doğu, Yakın Doğu ve diğer dünya parçalarındaki izdüşümlerini, yüklü bir tarih bilgisi ışığında önceli ve sonralı bir mukayeseyi de içinde barındırarak ifade ediyor yazar. Bu kitaptaki şiddetin o soykırımlara varan biçimleri ile bizi dürtmeye de çalışıyor bir yandan. Dünyanın türlü taraflarındaki tüyler ürpertici katliamlardan söz açarken, taammüden işlenen bu günahların öfkesiyle konuşuyor Hakan Albayrak. Fransızca’da en sevdiği sözcüğün “Rövanş” olduğunu ifade etmiş! Bu kitabı okurken, onun bu kelimeye dair afinitesini mesnetlendirmeniz mümkün. Hakan Albayrak’ı bir çoğundan ayıran özelliği de bu. O, bu oylumlu enkazı, tıpkı İbrahim’in yanan evi gibi, bir karınca olup alıyor karşısına. Bu yüzden “pes” kelimesini değil, “rövanş” kelimesini sevmesi oldukça anlaşılır. Ortadoğu’ya meftun olduğunu söylüyor iken, dünyanın dört köşesine bir atom karınca misali koşturuyor iken, müşkülü olanı –nasıl yaptığını anlayamadığım bir biçimde- bulup ona var gücüyle yardım etmeye koyuluyor iken; Hakan Albayrak bana azılı bir militan gibi görünür hep! Ve tuhaftır, nerede onun bir militan olduğunu söylediysem yumruğumu sıkıp kaşlarımı çatmışımdır. TDK’nın internet edisyonlu güncel sözlüğünden bu kelimenin anlamını tekrar aktaralım:
1 . Bir düşüncenin, bir görüşün başarı kazanması için savaşan, mücadele eden kimse. |
2 . Bir örgütün etkin üyesi. |
3 . Mücadelesini zor kullanarak ve yasa dışı yollarla yapan taraftar. |
Bu “yasa dışı” tabirini, sisteme karşı, onun kağşamış taraflarıyla harp eden anlamında alırsak yeğdir. Tabi Hakan Albayrak’ın yüreğine bir bakacak olursak, onun yüreği hepimizin yüreği kadar yasa dışıdır! Bu yasadışılık, hepimizin sahip olduğu kadar bir zamandışılığı da barındırır yanında. Bu zamandışılığın yahut vakit içreliğin merkezinden ses veriyor iken, yüreklerini belli bir inanca müteallik kılmayanlar için yanlış anlaşılacak sözler vardır. Mevlana’nın Mesnevi’sinde de ifade ettiği üzre: “Dildeşinden ayrı düşen, yüz türlü nağmesi olsa bile, dilsizdir”. Bu zamandışılık mevzuunu, “anlaşılmak” mevzuu ile fevkalade ilişkilendiren Edip Cansever’in mısralarını da şerh düşebiliriz buraya:
“(…)
ben şimdi oğlumun yanında kalırım
onun kırmızı yapraklardan yapılmış
bir zamandışılığı vardır
beni anlamaz
anlamaz, niye anlasın
anlaşılmak -değil mi ama- sanki kimsenin olamaz
(…)”
(Ben Ruhi Bey Nasılım, Bir Çiçek Sergicisi Der ki)
“Bismillah Otel” ise, benim için, Hakan Albayrak’ın bizatihi kendi ağzından dinlediğim, cana yakın, damarlarımızdaki kanı harekete geçiren hikayelerin cem edilmiş hali. Bana kalırsa, Hakan Albayrak’ı Hakan Albayrak yapan tevafuklar yekunu. Bir gün bu güzelim üç kitabın yek yazarı ile yüz yüze tanışma fırsatı bulacak olursanız, Bismillah Otel’in Hakan Albayrak’ın enerjisine bir kaynak teşkil ettiğine de şahit olacaksınız. Bir Müslüman’ın, ağzından eksik etmediği besmelesiyle konuk olduğu dünyası ve oradan bizlere terennüm ettiği mısralar, yaşanmışlıklar, tecrübeler, heyecanlar, tahayyüller ve bütün bunları misafir eden, olmazsa olmaz bir İslamiyet tefekkürü… Ne diyeyim güzel ağabeyim, Allah senden razı olsun!
Bu geç kalınmış yazı için bütün Hakan Albayrak okuyucularından ve daha da önemlisi henüz bu gözü kara yiğit adamla tanışmamış olanlardan özür diliyorum. Geriye dönüp geçen şu kısacık ömrüme şöyle bir göz gezdirdiğim zaman, ileriye doğru attığım adımların tavsamasına sebep olan şeyler hep geride bıraktığım tamamlanmamış boşluklardan mukayyet. Birer arkadaş milliyetçisi edasıyla birbirimizin yüzünü savaş boyalarıyla “süslediğimiz” zaman; bir minneti değil de, bir borcu karşılıyor olduğumuzu düşünürüm hep. Lakin Hakan Albayrak hakkında şerh düştüğüm kelimelerim, inanın herhangi bir borca ya da minnete müteallik cümlelere konu değildir. Rabbimin bana bağışladığı bir tevafuk neticesinde karşılaştığım bu enerji yüklü adamın “hakkını vermek için çabalamak” dersek eğer, bir miktar hissettiğimi muayyen kılmış olurum ama yalnızca bir miktar! Şahsım adına, yaşadığım hayatın karşılığını veremediğim tarafları; Hakan Albayrak’ın şu an için yapıp da benim yap(a)madıklarım diye hülasa ediyorum. Samimiyetimden kuşku duymayacak olanlar, Hakan Albayrak’ı yakinen tanıyan insanlardan ibarettir. En ufak bir kuşkuya mahal vermişse eğer kelimelerim, onunla gerçekleştireceğiniz ilk randevuya kadar bekleyin! Mesela bu üç yeni/taze kitap, fevkalade bir buluşma fırsatı sizler için. Buradan başlayıp Albayrak’ın külliyatına, geriye dönük bir yolculuğa(yoksa sergüzeşte mi demeliyim?) çıkabilmeniz mümkün. Yazdıkları aracılığıyla inanışın magmasına değdiğiniz vakit, tabanlarınız yanmaya başlayacak. Eğer ki bu muhkem sıcaklığın içinde yerinizde duramıyor halde dünyanın dört köşesine birden koşuşturmaya başlamışsanız, verilen adrese ulaştırmıştır sizi yürekleriniz. Ha gayret!