Türkü Anadolu insanının dilidir. İç dünyasının tecelli ve tezahürüdür… Yalnız dili değil, geleneğidir, tarihidir; geçmişi ve kültürü türkülerde saklıdır bizim insanımızın.
Belki de Türk’ün romanı türkülerdir diyen bu gerçeği düşünerek söylemiştir sözünü.
Çok ezilmiştir Anadolu insanı, çok kırılmış; sürekli bir şeylerin firakını yaşamıştır. Vuslat duygusu hep canlı olmuştur. Sevmiştir, kızmıştır, katılmamıştır kendisiyle ilgili yapılan tasarruflara. Ancak o, tepkisini her zaman sessizliğiyle ve suskunluğuyla vermeyi başarabilmiştir. Bazen bu suskunluk şiir olmuştur, bazen türkü olmuştur; bozlak olup havalanmış, ağıt olup yanmıştır için için…
Anadolu insanının kendini, dünya görüşünü aktarma aracıdır türkü… İsyanı ve sitemidir… Tepkisi ve isteğidir… Arzusu ve özlemidir. Yarini türküyle arar, aşkını türküyle dile getirir… Herhangi bir sanat, şöhret, makam kaygısı taşımadan gönlünden nasıl geliyorsa öyle söyler. Onun için etkileyicidir türküler. Doğrudan insanın ruhuna, gönlüne, vicdanına hitap eder. Dinleyen, söyleyenin ne istediğini berrak bir şekilde anlar. Gönülden gönüle yoldur türkü…
Evrene bakışını, dünyayı değerlendirişini, inancını, imanını, değer yargılarını, sevgi ve saygısını, her şeyini türkülerle ifade etmiştir Anadolu insanı… Türkü onun için bir lüks ya da meslek değil, bir yaşama, anlama biçimidir… Onun yaşamını, tarihini, geleneğini, kültürünü anlamak istiyorsanız, kuru bir tarihçi veya Anadolu’yu dağ tepe gezen bir seyyah-coğrafyacı olmak yerine türkülerini anlamaya çalışınız. Türküleri anlayamayan, Anadolu’nun yaşanmış tarihini, ya da diğer deyişle kurgulanmamış tarihini bilemez. Bir milletin geleneği belki de en iyi türkülerinde, musikisinde yaşar.
Neşet Ertaş’ı anlamlandırma ya da anlatma çabası değil yapmaya çalıştığım. Çocukluğumdan beri zamanımda ve mekanımda olan, aynı iklimi paylaştığım bir insanın bende bıraktığı izleri somutlaştırma arzusu… Duyduklarımın, dinlediklerimin, hissettiklerimin bende bıraktığı izlerden yola çıkıp, yolun ötesini görebilme çabası… Belki yolun ötesine hiç ulaşamayacağım, ya da göremeyeceğim, ancak yolda bulunma süreci de güzel ve anlamlı… Zaten bir insanı olduğu gibi anlatabilmek kendi şahsımız için bile geçerli değil… Bizler ancak tecelli ve tezahürlerle yetinmek zorundayız… Amacım Neşet Ertaş’tan da öte onun da tecelli ettiği bütünlüğü ‘olduğu gibi’ görebilmek ve gördüğüm kadarıyla da yansıtabilmek…
Her şeyin sahtesinin popüler olduğu içinde yaşadığımız dönemde, imajın ve sanallığın karmaşasında problemlerini, özlemlerini türkülerle dile getirmek kolay değil. Hadi dile getirdiniz diyelim, imajlara alışmış kulaklar dile getirdiklerinizi anlayabilecek mi? Simülatif bir çoğalma, fraktal bir dağılım içinde yaşadığımız tüketim kültürü acımasız… Şüphesiz aynı zamanda bu eksende olan insanın “zevklerini ve renklerini” tartışmış olacağız Neşet ve türkünün hikayesini anlatırken.
Sahte aşkların, sevgi ve sevda “gibi”lerin daha çok tutulduğu, aşkın da mekanik ve yabancılaşmış bir insana göre üretildiği yüzyılımızda türkü ile ilgili bir şey söylemek kolay olmasa gerek. Ancak her şeye rağmen söylenmeli…
Bir Garip’tir Neşet Ertaş.. Garip gönüllüdür.. Gurbeti içinde yaşayanlardandır, tıpkı gönül dağını ruhunda bulanlar gibi.. Doğduğunda da gariptir, tıpkı yaşamında olduğu gibi… Dışlanan insandır Neşet Ertaş tıpkı türküler gibi. Ezilen ve horlanan insandır. Neşet Ertaş, halkını horlayan bir yönetici elitin dünyasında, horlanan halk tarafından da “horlanan” adamdır. O ‘öteki’dir. ‘Bizden” olmayandır. Gönlünün, yüreğinin, suratının ve sesinin yanıklığı bundandır. Bunun için abdalların bağlamasından için için yanan bir közün sıcaklığı gelir. Çünkü abdal için bağlama, garibin bağrıdır, yanan sinesidir ve sine, yangın yeridir. Bağlama ile bağır arasında böyle bir yakınlığın olması, türkülerin insanın bağrından-kalbinden mi, yoksa bağlamasından mı çıktığı konusunda ilginç çağrışımlara sebep olur. Bağlamanın bağrı, gerçekte insanın bağrıdır. Bağlamanın telleri, gerçekte insanın yüreğine ve gönül dünyasına giden yollardır.
‘Abdalları çağırın neredeler çalıp çığırsınlar’ sözünü duyduğumda bir düğündeydim ve çocuktum. Hepsi Neşet suratlı adamların, gelip çalıp çığırmalarını hala aynı şaşkınlıkla dinliyordum. Aptal dedikleri adamlar, beni gönlümün bam telinden yakalamışlardı. Onlarla ağlayıp, onlarla eğlendikleri bu adamları niçin aşağılıyorlardı? Çünkü ben biliyordum ki aptal aşağılayıcı bir sözdü onu diyen insanın muhayyilesinde ve dilinde. Kendi kendime bunlar acaba ne yaptılar diyerek ‘abdallar’ kavramını rasyonelleştirmeye çalışıyordum. Kızılderilileri ve zencileri andırıyordu ‘abdallar’… Onlar da beyaz adamın medenileştirmek için aşağıladığı, ezdiği, öldürdüğü, kullandığı, köleleştirdiği insanlar değiller miydi? Belki de bunun içindir ki Kızılderilileri ve Zencileri anlamayan, ya da tarihsel serüveninde biraz olsun Kızılderili ve Zenci olamayan, onlar gibi hissedemeyen insanlar tam olarak anlayamayacaktır Neşet Ertaş’ı…
Neşet Ertaş abdal olmanın gerçekte ne kadar ‘üst’ bir anlam olduğunu bilemeyen bir toplumun içinde, kendisi de bu kavramın anlamını bilemeyerek bilmek istemeyerek yaşadı. Çünkü onlar abdal diyerek aşağılıyorlardı ve dolayısıyla abdallık aşağılık bir şey demekti onun için. Onun için kendine ya da kendi gibilere abdal dendiğinde, hep içine kapandı. Oysa o abdallığın bir gelenek ve kendi yaptığı şeyin de bir geleneğin tezahüründen başka bir şey olmadığının farkında değildi. Nerden bilsin kendi kültürel değerlerini reddetmiş bir toplumda, bir dönem erenliğe, aşkınlığa ilişkin bir kavramın böylesine içinin boşaltılıp bu halde kullanılabileceğini…
Çocukluğumun Zencileri ve Kızılderilileriydi Neşet Ertaş ve abdallar… Bizim bütün düğünlerimizi onlar çaldılar biliyorum. Sünnetlerimizi onlar yaptılar. Kimisi dişimizi çekti. Ama yine de onlar bizim için ‘öteki’ydi…
Annesi benim köyümde vefat etmiş. Köyümün mezarlığında tenha ve garip bir köşeye defnedilmiş. Annesinden dolayı onun dilinde bizim köyün adı “anamın köyü”dür.. Bir özel sohbette, “uzun zamandır gelmiyorsun anneni ziyarete” dediğimde, “o gayrı sizin ananız, size düşer ziyaret” dediğinde, ne demek istediğini anlamıştım. Sıra dışı bir aidiyet ve sahiplenme duygusuydu bu…
O bir gezgindir… Bir geleneğin içinde gezen adamdır… Hakkın hayal ile düş ile bulunmayacağını bildiği için her daim aşk atına binip sürendir.. Kimi zaman gelenekten bize aldığı ‘keş’lerden getirirken, kimi zaman da içinde yaşadığı dünyadan oraya görüntüler götürür, bu dünyayı anlatır onlara kendi dilinden… Bazen kendi kelimeleriyle, bazen da aynı gelenekten gelen bir başka ozanın kelimelerini alır, havalandırır ve söylediği avazın içine sığdırarak yüreğini, geçmişe yolculuk yapar. Yaptığı her yolculukta yine bir dostun yanındadır, onlardan haber verir, onlara haber verir… Garipliğini anlatır onlara türküleriyle… Geride bıraktıkları dünyanın halinden söz eder.
Ne söyleyim şu dünyanın halına
Dağlar ayrı ayrı çöl ayrı ayrı
Şu insanlar bölüşmüşler dünyayı
Hudud ayrı ayrı yol ayrı ayrı
İnsanlık kastine silah yapılmış
Belli insan kötülüğe kapılmış
Tetikler çekilmiş atom atılmış
Tetik ayrı ayrı el ayrı ayrı
Gönül dağının sesidir o.. Bir sevdanın ateşidir.. Leylasında hem Leylasını hem Mevlasını arayan adamdır.. Gençliğinde Leyla’sına yazdığı türküler, olgunluk döneminde Mevlasına yönelecektir… Çark-ı devranın “Bir”in aşkına döndüğünün şuurundadır.. Yar aşkının yüreğinde nar olduğunu bilir.. Bunun içindir ki onun çaldığı yalnızca bir enstrüman değildir.. O gönlündeki yangınını yansıtan adamdır.. Kendi deyimiyle “ayaklar turabı, gönüller hızmatçıdısır”… Yunus gibi gönlü “Hakkın binası” olarak niteler..
Leyla her kara sevdanın sembolü… Her aşkın bir leylası var. Her aşıkın da… Tıpkı Mecnun gibi, Kerem gibi Neşet’in de bir Leylası var… Leyla aşıkların ortak dili değil midir gerçekte… Neşet kara yürekli bir adam. Yüreğindeki karalık sevdasından. Onun insan olmasıyla aşık olması birbirinin zorunlu sonucu. Aşık olduğu için mi insandır, yoksa insan olduğu için mi aşıktır diye bir ayrım yapamazsınız… Leyla onun aşkının somutlaşmış halidir… Neşet’in deyimiyle “Leyla gönülün sultanıdır. Leyla’sız insan bir guru ağaç gibidir. Leyla olmasa, bahçenin rengi olur mu?” Leyla tadına doyulmayandır, aranılandır, ulaşılmak için çabalanan ama ulaşılamayandır, sevdanın imkansızıdır. Bir evcilik oyununda gördüğü o ahu gözlünün gözlerinde gördüğüdür Leyla. Ve onu bulmak için kimi zaman evsiz hatta kimi zaman yurtsuz kaldığı, gurbeti kendine yurt ettiği, dağlara sığındığı, çöllerde barındığı hasretin adıdır.
Neşet için aşk, insan olmakla özdeştir. Ona göre insan, aşık olunması ve aşık olması zorunlu varlıktır. Önemli olan insanın bunu fark edebilmesidir. Bunu fark edemeyen insani niteliklerinden yoksun olarak sürdürür yaşamını ve bu kimsenin bir ottan ya da hayvandan farkı yoktur. “Ben aşığım, sevgiyi kendimde, özümde, ruhumda, beynimde, fikrimde, aklımda, mantığımda aradım; insanda buldum sevgiyi…” İnsan isek hakikatte aşk zorunlu bir durumdur. Eğer bakılabilir ve görülebilirse dünyada aşktan başka da bir şey yoktur.
Çünkü o insan delisidir. Bazıları insan doğup insan ölür ona göre, bazıları ise ruhunu bu dünyada hayvanlaştırdığından insan doğup hayvan ölür. Daha çocukluğunda üç çinik buğday ve arpaya, üç ay çobanlık yapan Neşet Ertaş, insan ekseninde yapılan ayrımcılığa karşı o kadar kızgındır ki; yaratan varken yaratılmışa sığınmayı kabullenemez. Bunun için der türkülerimde Ali, Haydar, Abdal vs. demedim. Çünkü “yaradan varken yaratılmışa sığınmadım” diyerek etnik kökenini ya da inançsal boyutunu kullanarak, işin tüketimini yapanlara göndermede bulunur. Eşya ve hadiselere Hak nazarıyla bakmayı ve görmeyi şiar edinir.. Onun için tevhit penceresinden bakamayan, Bir’i ve Biz’i anlamayan eksiktir, yanlıştadır..
Fuzulî’ce bir bakıştır bu… Leyla ile Mecnun’un yazarı olan ve onu duygulardan kelimelere aktaran, kelimelerde somutlaştıran Fuzuli de alemde tek var olanın aşk olduğunu söyler:
İlim kisbiyle pâye-i rıf’at,
Ârızûyi muhal imiş ancak.
Aşk imiş her ne var âlemde,
İlm bir kıyl ü kaal imiş ancak.
Aşık olmayan saz çalmasın diyen Neşet gerçekte aşık olamayanın sözü olamayacağını söyler. Sözü olsa da anlamlı bulmaz. Burada da Yunus olur:
İşidin ey yarenler aşk bir güneşe benzer
Aşkı olmayan gönül misali taşa benzer
Taş yürekte ne biter dilinden ağu tüter
Nice yumuşak söylese sözü savaşa benzer
Yunus için de aşk hakikate ulaşmanın biricik yoludur. Şeriatı hakikat denizindeki gemiye benzeten Yunus, çok insanın şeriat gemisinden hakikat denizine geçmeyi başaramadığını söyler. Çünkü ona göre, bu geçiş aşk olmadan olmaz. Ona göre de aşk, insan olmanın tek ölçütüdür. Aşk insanı hamlıktan kurtaran, insanı pişiren hatta aklını başına devşiren özdür…
Esritti aşka düşürdü, ben ham idim aşk pişirdi
Aklımı başıma devşirdi, hayrı şerden seçer oldum
İnsanı hayvandan ayıran temel öz ise akıldan da öte aşktır Yunus’a göre…
Aşksızlara verme öğüt öğüdünden alır değil
Aşksız adem hayvan olur hayvan öğüt bilir değil.
Aşık olanın ölmeyeceğini söyleyen Yunus, ölenin insanın bedensel boyutu olduğunu söyler:
Yunus öldü diye sala verirler
Ölen hayvan durur, aşıklar ölmez.
Neşet Ertaş’ın sazı, Muharrem Usta’nın avazı birer kapıdır gerçekte. Geçmişi bugüne getiren ve bugünden geçmişe gidilen… “Herkes çalar ama tatlı çalamaz, yar aşkı sinede nar olmayınca’ diyen Neşet Ertaş, kimilerinin saz ile ve kendileri ile kavga ettiklerini gördüğünde ironi yapar sadece… Çünkü o sazıyla bir bütündür. Onun sazıyla ilişkisi fiziksel bir ilişkiden ibaret değildir. Bağlamanın teline dokunduğu anda bir kapıdan içeri girer ve bizi alır götürür götürmek istediği yere… Bazen de o kapıyı açıp bize geçmişten görüntüler ve sesler getirir. Bundan dolayıdır ki Neşet ve Muharrem Usta için saz-bağlama hiçbir zaman amaç olmamıştır, onlar geçmişten geleceğe ve bugünden geçmişe araçtırlar. Bağlama kendi ruhuyla izlerini takip ettiği dostlarının ruhunun mecz olduğu bir sürecin giriş ve başlangıç noktasıdır. Bunun içindir ki, Neşet ‘araç’ olarak gördüğü bağlamasını eline aldığında bir başka aleme-iklime geçerken, bağlamayı ‘amaç’ olarak gören birinin bağlamanın sapından öteye gidemeyeceği ve onu sadece kendini izleyenleri tatmin aracı olarak kullanacağı açıktır. Nitekim bağlama virtüözlerini görebilirsiniz ama gördüklerinizin usta olmadığını da anlarsınız. Seyirlik bir biçimde tüketilen bir ‘şey’dir o. Nefsini bağlamasıyla somutlaştıran virtüözün yerine, nefsini bağlamasıyla bütünleştirip yok eden Usta’nın farkı gerçekten izah edilemez. O ancak erbabınca hissedilebilir.
Neşet Ertaş bir gezgin olarak geçmişten getirdiklerini bize aktardı ve yeniden geldiği yerin eşiğine geldi.. O geldiği yer itibariyle bir garipti, gurbetteydi.. Şimdi o gidiyor ve biz bir garip kalıyoruz.. Gurbet sırası bizde.. Elbette giden ten, can değil.. Bir türküsünde “insan ölür amma uruhu ölmez” diyen Usta, hikmet makamında ölümün de tensel bir ölüm olduğunu biliyordu..
Dünyanın artık yeri yurdu olmadığını anlayan bu garip yolcu Keremdir artık. Hakikati bilen, artık görmüştür de… Farklı bir iklimde, farklı bir boyuttadır. O artık ayrılık ve yoksuzluğun sonunda, bu dünyada her dem yaşadığı ölüme hazırdır. Aslında Neşet bu dünyadaki yaşamının her boyutunda öle öle ölümü tanımıştır. Ölmeden ölmüştür.. Ölüm onun için içsel bir şeydir. Hatta öyle ki; kadir kıymet bilmezlerin egemenliğindeki bu dünyada ölüsüne bile kimsenin ağlayacağından umudu yoktur. Bir türküsünde dediği gibi ‘garip ölüsüne ağlar bulunmaz”… Hasretiyle, özlemiyle, yüreğindeki yangınıyla, kara sevdasıyla, insanlığıyla, yüreğinden çıkan türkü ve bozlaklarıyla Neşet kara taşa hazır olmanın rahatlığındadır artık… Ve Kerem olur dile gelir..
Gele gele geldik bu kara taşa
Sağ olan gelirmiş bu garip başa
Bizi hasret etti kavım gardaşa
Bir ayrılık bir yoksuzluk biri de ölüm
Nice sultanları tahttan indirir
Nicesini gelmez yola gönderir
Nicesinin gül benzini soldurur
Bir ayrılık bir yoksuzluk biri de ölüm
O dünyaya sığdıramaz kendini, yurtsuzdur, abdaldır; türküleri bu dünyadan bir çıkıştır, bozlaklarındaki o anlaşılmaz ses, belki de gök kubbenin yırtılışının sesidir… Göçebelik ve gurbet bitmiştir artık. Türküleri ve bozlakları onu ulaşması gereken yere ulaştırmıştır. Sevdasının olgunlaştırdığı ve pişirdiği, yüreğinin ve gönlünün erdirdiği bu adamın kalanlara, insan olarak doğanlara ise insan kalmak ve insan olmaktan başka bir tavsiyesi olmaz…
Ve çekip gitmeye hazırdır garip ozan… Gittiği yer gönül dağıdır.. Çünkü artık dost elinden gel denmiştir..
Bin bir hayalınan geldim anamdan
Şu fani dünyaya geldim gidiyom
Muradımı alamadım dünyadan
Derdin çeşmesinden doldum gidiyom
Cahil ömrüm geldi geçti yel gibi
Şad olup da gülemedim el gibi
Yaprağı sararmış gonca gül gibi
Daha fidan iken soldum gidiyom
*
Kaynak: Dursun Çiçek / Dünya Bülteni