Çok yazdım, çok konuştum eğitim, öğrenme, erdem ve fazilet üstüne. Nüfusumuz hızla artıyor ve bugün doğanlar üç beş yıl sonra toplumdaki yerini alıyor.
Her doğan (istisnalar hariç) anne, baba elinde büyüyor, yetişiyor, eğitiliyor. Yani bireylerin ilk eğitim aldığı yer aile. Bu eğitim yeri; kişinin ruhsal yapısının taşlarını dizdiği, kompleks, kendisiyle barışık, yalan söyleme, olaylara bakışı, kutsal değerleri, insana saygıyı ve en önemlisi sevgiyi öğrendiği yer oluyor. Sonrası malum okul, sosyal çevreyle belirginleşiyor. Neyin üstüne okul ve sosyal çevre oturuyor? Cevap; Aileden aldığı, öğrendiği ve atılan ilk temel üstüne. Yani eksikliklerin, yanlışlıkların, olumsuzlukların temelinde aile yani anne ve baba yatıyor.
Peki, anne ve baba çocuklarına neyi nasıl öğretiyor ve eğitiyor? Her anne ve baba kendi kapasitesi, dünya görüşü eğitim seviyesi ve kendi anne babasından aldıklarıyla bu yüce eğitimi üstleniyor.
Bundan yıllar önce yani ailenin geniş aile olarak yaşadığı ve aile bireyleri arasında eşitlik olduğu dönemlerde geçmişten gelen değerlerle çocuk yetiştirmek büyük olumsuzluklar doğurmuyordu. Babayla evlat, anneyle kız arasında büyük uçurumlar yoktu ve her baba-anne kendi anne ve babasından gördükleriyle çocuk yetiştirmesi normal sonuçlar doğurabiliyordu.
Tam bir geleneksel kurallar bütünü içinde biri birine benzer eğitim veriliyordu. Ancak, kişilerin öğretim seviyesinin artması, iletişimin bu seviyeye ulaşması, büyük kent kültürünün yerleşmesi ve dünyadaki hızlı ve etkili gelişme, bireyin yetişmesinde geleneksel eğitimin yetersizliğini ortaya koymuştur. Bu yetersizliğin en temel çıkış noktası anne ve babaların kendi gördükleriyle yeni insan yetiştirme gayretleridir.
Kendi anne ve babasından öğrendiklerini tamamen ret edenler de vardır ancak bunlar bu reddin yerine koydukları sağlam bir sistemde yoktur. Çünkü okumadan, öğrenmeden, kafa yormadan ve kendisinde yeterli bilgi birikimi olmadan yeni bir sistem geliştirmesi mümkün değildir. Bu durumda ya çocuğu kendi başına yetişir gibi serbest bırakmakta ve “çocuk gördüğünü öğrenir” prensibiyle anne ve babasının davranışlarını farkında olmaksızın kopya ederek yetişmekte ya da kulaktan duyma bazı bilgi kırıntılarıyla aslında “kendi içinde uhde kalan duyguları tatmin etmek” maksadıyla bütün maddi imkânları çocuğun önüne sererek makine yapar gibi insan yetiştirme gafletine düşmekteler.
Bu her iki davranış biçimi de en başta dediğim “ruhsal yapısı normal olmayan, kompleksli, kendisiyle barışık olmayan, yalan söyleyen, kutsal değerleri olmayan, saygısız ve en önemlisi sevgisiz bireyler üretmekte. Bu iddialı tanımlamama itiraz gelebilir, ancak bu itiraz dahi “kompleks”ten kaynaklanmaktadır. Yani anne ve babanın kompleksinden, bilgisizliğinden, okumamış olmasından, kendine güvendiğini gösterme ihtiyacından kaynaklanmaktadır.
Çevremize açık göz ve açık yürekle baktığımızda göreceğimiz tablo şu şekildedir. Evindeki çelik tencereye veya cep telefonuna ayırdığı vakit kadar çocuğuna zaman ayırmayan, çocuğuyla günde ortalama on dakika konuşmayan, sevgi göstermeyen, çocuğun ruhu olduğunu aklına getirmeyen, televizyonda ne izlediğine bakmayan, ama en iyi okula gönderme, kurs aldırma, kıyafetlere boğma, beslenmesini yapma gibi maddi ihtiyaçlarını karşılama peşinde olan anne- babaları görürsünüz.
Bu maddi vericilikle ebeveyn sorumluluğundan kurtulmak duygusunu taşımaktadırlar. Bu çabaların sonucu eğer çocuğun boyu uzamışsa, kasları güçlenmişse, okuldan iyi karne getirmişse, sınavlarda başarı sağlamışsa her şeyi hal etmenin rahatlığını yaşarlar. Ama hiç düşünmezler ve görmezler ki; çocuk aşağılık kompleksinde çevresini sürekli rahatsız ediyor ve bu duygusunu üstünlük kompleksiyle bastırıyor. Yalan söylüyor, diğer canlılara karşı merhametsiz, insanlara saygı göstermiyor.
Kendisiyle kavgalı, mutlu değil, sosyal varlık olamamış, sevgisiz. Sevgisiz olduğunu ihtiraslarıyla gösteriyor, başkalarını aşağılıyor, sürekli bir yarış halinde. Dini duyguları gelişmemiş, kutsal değerleri yok, öğrenmesini dahi öğrenmemiş, hırçın, kavgacı, inatçı, dedikoducu, düşünemeyen, analiz edemeyen, kendini ifade edemeyen ve doğruyla yanlışı ayırt edemeyen bireyler yetiştirmişler.
Bu bireylerin büyük bir kısmı hayatının sonuna kadar bu acıları çekmekte, okul, iş ve evlilik hayatında sıkıntılar, çileler çekmektedir. Bir kısmı ise yaşamının bir döneminde sapmalar göstererek uyuşturucu, kumar, fuhuş, terör gibi en uçlara tırmanmaktalar. Eğer en uç noktalara sapmalar olmamışsa diğer bütün konulara bir sebep uydurulmakta ama asıl sebep olan “anne babanın yanlış eğitmesi” konusuna hiç kimse sahip çıkmamaktadır. Yeni yetişen bu eksik insanlar kendi çocuklarına da aynı uygulamayı yapmakta böylece toplumda düzelme yerine bozulma var hızıyla devam etmektedir. Bu durum her türlü öğretim derecesine sahip ailelerde görülmektedir.
Üniversite mezunu olmak hatta üniversitede profesör olmak bu gerçeği değiştirmemektedir. Kendilerince toplumun seçkin tabakasını oluşturduğunu düşünenler de bu yanlış çocuk yetiştirmeye düşme oranı da oldukça yüksektir.
Alt kültürün önemini bilmeyenlerin, sosyolojik ve psikolojik bilgi ve gözlemden mahrum ebeveynlerin sağlıklı çocuklar yetiştirmesi beklenemez. Tam bir çıkmazda olan bu sosyal durumun düzelmesi uzun, planlı, yorucu ve dikkatli bir zaman gerektirmektedir. Öğretmeninden, akademisyenine, politikacısından, iş adamına, bürokratından, köylüsüne, işçisinden polisine toplumun her kesiminde bulunan bireyler yanlış aile eğitimi alarak gelmiş ve yanlış eğitim vererek çocuk büyütmekteler.
Köyde ve küçük yerleşim birimlerinde geleneksel yapının ağırlığı ve sosyal ilişkilerdeki yoğunluk daha doğru bir eğitimin yolunu açmaktadır. Ancak bu geleneksel yapı gelişmiş toplum üretme ihtiyacını karşılamakta zorlanmaktadır.
Çözüm ise; geleneksel yapımızda ki bütün güzellikleri sindirerek insan psikolojisini bilerek ve çocuğun bir tablo yapma örneğinde ki gibi atılan her fırça darbesinin mutlaka izi kalacağı düşüncesiyle büyüklerin eğitilmesinden geçmektedir.
*
Sırrı Çınar
www.sirricinar.com