Zaman ve Zamanımız
Zaman
Zaman? Nedir diye sorulduğunda hani hemen ilk elden, hakkında bir şeyler söyleyebileceğimizi sandığımız ama ne çok konuşsak yine bitiremeyeceğimiz, konuştukça bizi konuşturan kelimeler, kavramlar vardır. İçimizden bir ses, daha tanımlayabilmiş değilsin der bize hep. Konuştukça konuşuruz. Ağzımızdan çıkan hiçbir cümle ne bizi tatmin eder ne de karşımızdakinin tatmin olduğunu algılarız. Bir bakarız ki, amma çok laf etmişiz yine de fındık kabuğunu dolduramamışız. Sonra kabul ederiz yenilgiyi. Yok arkadaş ben bu düşünceden salimen çıkamayacağım deriz.
Böylesi bir şey midir zaman? Nedir hakikaten, bir düşünelim bakalım çıkabilecek miyiz hemen içinden?
Kapsadıklarından birini dahi eksik etmeyen ama dışındakileri de hiç karıştırmadan tanım getiremeyiz getirmesine fakat, hayatımıza onsuz yapamayacağımız kadar girmiş/katılmış bir ŞEY.. Ve bu yüzden hem ne olduğunu kestiremiyorum hem onsuz yapamıyorum bu ne büyük gariplik demeden edemeyiz.
Nasıl da girmiş, katılmıştır hayatımıza değil mi? Bir yoklama yapalım, listeleyelim neler çıkaracağız, bakalım neler: Zamanında başlamak. Zamanında bitirmek. Zamanlama. Zaman zaman. Tam zamanı. Hasat zamanı. İş zamanı. Tatil zamanı. Vaktin adamı. Ahir zaman. Aman zaman. Bir zaman. Bileşik zaman. Eş zaman. Evvel zaman. Geçmiş zaman. Gel zaman git zaman. Her zaman. Açık zaman. Ölü zaman. Zaman almak. Zaman aşımı. Zaman ayarlı. Zaman bırakmak. Zaman ile yarışmak. Zaman kazanmak. Zaman kollamak. Zaman öldürmek. Zaman tanımak. Zaman vermek. Zamansız. Zamanla. Zamane adamı. Zamandaş. Zaman sorunu. Zaman ayırmak. İstendiği zaman. Hiçbir zaman. Ne zaman? Dar zaman. Bir zamanlar. Kuşluk vakti. Beş vakit. Vakti olmamak. Kimi vakit. Tez vakit. Vakit geçirmemek. Sabah vakti. Akşam vakti. Vakit saat aramamak. Geç. Erken. Yetişmek, yetiştirmek. Anında. Ramak. Tarih. Takvim. Mevsim. Gün. Gece. Dün. Yarın. Ertesi. Yaş. Sene. Asır. Çağ. Süre. Saat. Öğle. İkindi. Gençlik zamanı. Çocukluk çağı. Devir, devre. Dönem. Doğum zamanı. Ölüm anı…
Aslına baktığımda ki sizin de öyle yapmanızı tavsiye ederim; bu konu yani zaman, tastamam bizdir. Genelde biz. Özelde ben. Kabul etmekte pek tereddüt etmeyeceğinizi umuyorum. Zira yukarıda rastgele serilmiş zaman’lı deyişler hep hep biz ve ben’den ibaret olan hayatı işaret ediyor. En geniş daire olarak zaman için, oluş ve bozuluşların ölçüsü diyebiliriz sanıyorum. Değişme, dönüşme ve devinmenin ölçüsü.
Elbette alıp elimize bir mihenkle temsil edebileceğimiz ölçülerden biri değil. Saat yahut güneş veya ayın devrelerini somut bir ölçüden saymamız gerekli diyebilirsiniz. Ne ki, onlar elle tutulur, gözle görülür şeylerdir hem değişen, dönüşen, devinendirler işte o yüzden somut ölçülerden sayılabilir belki. İşte böyle görülebilir bir şey zaman. Hem de somut. Ama buraya biraz temkinli yaklaşmak gerekli. Bu gereklilik lüks değil. Sonuçta zaman ve onun ölçümü, belirlenimi, izlenebilinirliği, öngörülebilinirliği, ifade edilirliği bir gerçekleme çabasının sonucu olan kavramlar, ürünlerdir. Ve bu sebeple zaman ölçümlerinin somutluğunu kabul etmekte acele etmemek gerekir. Zaman ve onun ölçüsü olan ifadelerimizi, biz öyle olsun istediğimiz için böylece sabitlemişizdir. Ve diğer yandan, oluş ve bozuluşların maddesi, biçimi, etkeni, gayesi böyle dayatmıştır.
Örnek olarak, erik zamanı deyişimizi önümüze alalım. Adını erik koyduğumuz bir somut var. Ağaç, çiçek, meyve olarak somut bir madde. Bunun biçimi çiçeklenme görünümü aldığında bir ölçmeye ad oluyor: “Erik zamanı”. Etkeni ve gayesini burada incelemeye pek gerek yok. Eriğin maddesi ve biçimi, zaman adlandırmasının bir GERÇEK ile eşleştirilmesine yetişiyor: Erik Zamanı. Niye? Çünkü o biçim, durağan devamlılıkta değil. Yani durumu sabit olmayıp, yok iken çiçeği şimdi çiçeklendi. Çiçekte kaldığı süre boyunca yaşanan anlara bir ad bulundu. Ad oluşu ise bizim seçmemiz. Bir seçme, fakat nasıl, seçimi etkileyen bir madde ve onun biçimi var, öyleyse, tamamen kendinde bir seçme olduğunu söyleyemeyiz.
Bu örnek yeterli gelecekse eğer şu tesbite varabiliriz: Zaman bir süregelen ile ilgili. Süregeliş, olageliş; devr-i daim bir değişme içinde de olabilir, bir halin devamlılığı da olabilir. Yani değişme, dönüşme, devinmeleri kapsayan HAREKET var, bir de duruşun, durumun, halin devamlılığını gösteren SUBUT. Ağaç örneklemesi kullandık ya, yine bir ağaç ile devam edelim; kız çocuğu olur bir ailenin ve dede, ceviz ağacı diker. Kız ve ağaç, ikisi birlikte büyürler. O ağacın adı da bir zamanlama ile eşleşir: Çeyiz ağacı. Kızın, evleneceği zaman gelince o ceviz ağacı kesilip çeyize katılacaktır. Kim bilir o kız çocuğu kiraz zamanı doğmuştur. Ağacın ve bitkilerin, inşasında etkileyen olduğu bir kültürde ölümlere de ağaçla, bitkilerle zaman konur: Hurma zamanı öldü yahut tütün zamanı.
Bu halde, zaman şu mudur?: Oluşlar ve bozuluşların gözlenebilmiş en çabuk bitiverenlerine veya hemencik olanlarına AN, bunların meydana gelmelerindeki olgunlaşma yahut çürüyüşlerine HAL sıfatı verdiğimiz ölçmelerin toptan adı. Hareketin adı oluyor yani. Ama gerçeklerle eşleştirme, ya da kabul ederseniz eğer GERÇEKLEME çabamızda bu kadarını yeter sayarsak, dikkatimizi sadece hareket ile sınırlı tutmuş olmaz mıyız? Oluruz gibi gelmedi mi size de? Sanki bana MEKAN’ı dikkate almadık gibi geliyor.
Hareket mekanı şart koşuyor. İster uzam ister uyar ister yüzey her bir teki, ikisi ya da üçünün yok sayılabildiği bir hareketten bahsedilebilir mi? Zaman, hareketin bir diğeri ardı sıra geleninin ölçümü ise ve hareket de mekan içindeliği şart koşuyorsa, bu konuya mekanı dahil etmek gerek.
Bulduklarımızı bir sayalım hele: Hareket, mekan. Şu durumda, buncağız buluntu ile yetinerek zamanı tanımlayalım. Zaman, mekanda gözlediğimiz hareketin gerçek ile eşleştirme ölçüsünün adı. Peki gerçek ile eşleştiremediğimiz şeyler zaman dışı mı kalıyor yani? Belki öyle belki değil. Kesin bir şey söyleyemeyiz. Ancak şu kesin, “gerçek ile eşleşme” yani gerçeklemeyi yapana ait bir zamandan bahsedebileceğiz. İşte yeni bir konuya kapı açtık. Mekanda bulunma ve yahut mekanda devinmeyi hem yaşayan hem gözleyen varsa zamandan bahsedebiliyoruz. Bu, “algı sahibi şahıs” olmalı herhalde.
Size bir teklifim olmuş ve siz kabul etmişsiniz şartını sağlamış bir yazar olarak, bu yazı mecraında, konumuzu şu “algı sahibi şahıs” yani sen, ben veya o hatta hepimiz, biz üzerine yükleyerek konuşalım. Hareket, mekan, şahıs kelimeleri sayesinde zaman kavramını. Kimi yerde zaman imkanını, zaman meselesini ele alalım. Hani diyorduk ya bazı kelimeler vardır, onları bir türlü anlata anlata konuşa ede bitiremeyiz. Konuştukça yeni yeni alanlara açılır söz. İşte zaman, bu tür kelimelerden biri imiş buraya kadar ortaya çıktı. Madem öyle, bir anlaşmayla konuşukluğumuza, zamanla ilgili olduğunu gördüğümüz üç kelimenin amirliğinde devam edelim: Hareket, mekan, algı sahibi şahıs.
Algı
Buraya kadar nasıl bir hazırlıkla geldik? Dedik ki en son, algılayan için zaman vardır. Tersinden deyişle, algılayan yoksa zümün yoktur. Bu laflar çok büyük laflar. Yani algılamak o sırada yapmak oluyor. Algılanmamış olan yapılmamış olan anlamında. Yapanı bizzat sen olmasan bile algılamışsan, olup bitenin zamanı senin de yaşadığın bir şey. Algılamamışsan yaşamamışsın demektir. Bir şarkı sözünde, şu etrafında dolaştığımız anlam dile gelmiş. Ne diyordu Yıldırım Gürses?:
Bir ilkbahar sabahı güneşle uyandın mı hiç / Çılgın gibi koşarak kırlara uzandın mı hiç / Bir his dolup içine uçuyorum sandın mı hiç / Geçen günlere yazık, yazık etmişsin gönül sen / Öyleyse hiç sevmemiş, sevilmemişsin gönül sen.
Demek ki, mesele önem vermeyle değerli görmeyle ilgili. Zaten bir söz var önemli saymanın adı olan: TECRÜBE. Başkalarının elinden çıksın ya da bizzat kendimiz yapalım, eğer bir önem yüklememişsek yapılanlara edilenlere, onlar birer tecrübe olmuyor. Önem verdiğimiz olaylara tecrübe diyoruz. Dolayısıyla zaman, hem algılama hem önem verme ile birlikte. Önemli saydığımız oranda algılamamız derin yahut yüzeysel oluyor ya da hiç olmuyor. Algılamamızın şiddetine denk önemli, az önemli veya önemsiz sayıyoruz.
Örneklendirelim. Bir zaman tayinimiz var: İlkçağ. Bu zaman algısının merkezine ben Adem’i koyarak bir, ve iki Muhammed’i koyarak başkaca iki ilkçağ değerlemesi yapıyorum. Adem’i merkeze aldığımda; cilalı taş, yontma taş, maden, tarım, sanayi,bilgi çağı anlatımlarına gülüp geçiyorum. Çünkü biliyorum ki, Adem eşyanın isimlerini öğrenmiş olarak dünyaya geldi. İlk insan eseri olarak bugüne kadar yaşayan Kabe’nin temelini attı. Dolayısıyla insan kendinden öncekinin halefidir ve O’nun çocukları olarak biz, sonraki nesiller hep tohum nedir, inşa nedir biliyorduk. Yani şunu diyorum; Adem’e değer verişim ilkçağ zamanını algılayışımda belirleyici oluyor. Muhammed’i merkeze aldığımda ise, bir şeyin sonuna değil başına yoğunlaşıyorum. Çünkü bütün yaratılanların ilki Muhammed’tir. Orun ruhudur. Sonraki her şey O’nun hürmetine yaratıldı. Fakat Muhammed, Adem’e “atam” demektedir. Yani yaratma ve yaratılmanın sonu/süreci ta başından belli.
Algı ve önem ilgisinin, zamanı tanımlama ve belirlemeye ne kadar karıştığını başka örneklerle göstermeye çalışabiliriz. Geçmişten ve sonra gelecekten bir iki örnek getirelim.
1976 senesi idi. Haritada Türkiye’nin kuzey kıyılarının dağlık yüzeye sahip ve iki boyutlu çizimde giderek yükselen bir tepe biçiminde oluşu ile, Beykoz’daki evimizin penceresinden görünen karşı tepenin görüntüsünü eşleştirirdim. O tepe, hep ülkemizin Karadeniz sınırını teşkil ederdi zihnimde. En sivri görünün noktası da Sinop’tu muhayyilemde. Bu soyutlamam o sene yıkıldı, buharlaştı gitti. Çünkü, Sinop’a gittim 1976’da ve Beykoz’daki tepenin ülkemizin kuzey sınırı olmadığını öğrenmiştim. O sene, başka bir yere daha gittiğim yıldı. Almanya’ya. Hem de bir başıma. Üstelik İstanbul’a bulutların üstünden gündüz gözü bakmıştım. Yabancısın sen diyen gözleri ilk olarak o yıl gördüm. Misafir edilmenin kıvancını ilk olarak duydum o yıl. Evimizin inşası. İlk, trene biniş. İlk, uçağa biniş. İlk, şehirlerarası araba yolculuğu. Ayhan Işık gibi uçak merdiveninden uğurlayıcılarıma el sallayış. Annem, babam ve ablamla birlikte ilk defa ev halkı oluşumuz. Bütün namaz surelerini ve duaları ezberleyişim. Bir teyzem daha, bir halam daha olduğunu görmem. Hepsi 1976’da yaşadıklarımdı. Benim çocukluğum sadece 1976’da başlar ve biter algısını yerleştiren olaylar bu kadar değil hem. İşte çocukluk algılarım ve çocukluğumun önemi 1976’da toplanır. Benim çocukluk çağım eşittir 1976. Sekiz yaş biterken büluğa erdim derim kendime. 365 gün olarak algılamam o seneyi. Bütün ergenlik ruhsal, bilişsel gelişimi yaşadığım yıldır ve çok önemlidir benim için. Neden böyledir diye sordum, yıllar sonra kendime. Bulduğum tanıtım şu oldu: O yaşlarımda iken, dünyaya girmiş bulunan bütün ürünler ve yerleşmiş kültürün araçlarından haberim olmuş, isimlerini öğrenmiş biri idim ve ben onları haberdar olmaktan başka kullanmıştım. Yani çağımı yaşamıştım. Çağıma erişmiştim. Ergenlik, etrafında ve kendinde olan biteni idrak oluyorsa, ben etrafımda olan biteni idrak etmedimse de onlara (eskilerin tabiri ile) tedahül etmiştim.
Algı önem ve 365 günü, 6-12 yaş = 7 x 365 güne denk tutmak örneği idi bu. 0-5 yaş = 6 x 365 güne denk tuttuğum zaman algısı ise iki tane hayalî, bulanık anımsayıştan ibarettir. Biri, ninemi sırtımı bıkmadan usanmadan kaşıması, diğeri; onun apandisit ameliyatı için evden apar topar götürülmesi. Az şeye sığışmış bir önem ve algı. Ama çok yoğun bu yüzden. Ki, ninemin ameliyatını tam bir anlatımla hatırlayışım hayret uyandırıyor olaya şahit olanlarda. 20 aylık falan bir bebeğim çünkü. Aslında ninem benim için çok önemli ve onunla ilişik her olayı ve zamanlamasını algılayışım da derin, yoğun.
Geçmişten bir örnekle daha, algı ve önemin zaman tanımı ve belirlenimine nasıl karıştığını gösterelim: İstanbul’un fethi. Biliyorsunuz İstanbul önemli bir şehir. Derler ki coğrafî-politik değeri yüksektir. Aslında önemi coğrafî konumundan ileri gelmez pek. Politik değeri dolayısıyla coğrafyası önem kazanmaktadır. Fetihten önceki durumunda ne coğrafyası farklı idi ne de politik yaklaşımlara etki edenler başkaları idi. Fakat fetihle birlikte doğan İstanbul algısı ve önemi, zaman algısına öyle tesir etti ki, bir çağın başlangıcını temsil eden yer hükmünü kazandı. İstanbul 1453’ten önce Bizans’a, Latinler’e kuzeylilere yurt olurken bu olaylar zaman tanımına etki etmedi de Müslümanların olunca hem yerin hem zamanlamanın algısı, önemi değişti. Aynı zamanda Kudüs, coğrafî-politik değerini yitirdi.
Bu iki örnekten ilki çok kişisel ve ikincisi de makro ölçüde gelebilir size. Gerçekten öyleler. Kişiselinize denk görebileceğiniz genellikte ve aynı zamanda makro olmayan başkaca bir örnek bulalım bakalım.
Hani şöyle bir soru vardır. “Bugüne gelişinizde en çok sebep saydığınız şey nedir?” Bu sorunun bütün cevaplarında işte şöyle şöyle olduğu zaman, gördüğüm zaman, geldiğim zaman, duyduğum zaman gibi hep ZAMAN’lı cümleler vardır. O odaklanılan zaman ya tekil bir olayın, öngörülemeyen yahut pek beklenir sayılmayan bir oluşun veya bozuluşun adı olmaktadır. Bununla birlikte hiç tekil olmayıp süregelen, tekrarlı, belirli ve bilinen takvimli meydana gelişin farkına varışımıza ad olduğu da gözlenir. Deprem beni kendime getirdi lafını duyarız mesela. Belki şöyle “madem henüz okumadın bunları ne diye konuşuyorsun benimle” demiştir bize bir insan ve esaslı bir okumaya başlamışızdır. Kimimiz, çok kısa aralıklarla kim bilir aynı anda aile büyüklerini kaybetmiştir de algılarında ve değerlendirmelerinde büyük değişmeler yaşamaya başlamıştır. Bir hastalık, bir sakatlanma başımıza gelmiştir de o andan sonra algı ve değerleme sistemimiz müthiş sapmalar göstermiştir. Evden ilk uzaklaşmamız, yeni tanışlar kazanmamız, maddî kayıplar yaşamamız, servet sahibi oluşumuz, vs. bunların hepsi münferit oluş-bozuluşun gösterdiği gerçeklere eşleşen zaman adlandırması kuvvetindeler. Tekilliğine odaklandığımız, öngörmediğimiz, pek de beklemediğimiz gerçekleşmelere koyduğumuz zaman adları oluyor şu sıraladığımız örnek olaylar.
Demiştik ki, süregelmeye başladığı için farkettiğimiz, tekrarlı olduğunu görebildiğimiz, takvimli olduğu için planlayabildiğimiz türden gerçekler vardır bir de hayatımızda. İşte mesela ülkemiz insanının neredeyse hepsinin yaşadığı göç, böylesi olgulardandır. Ve olup-biteni farkettiğimiz şartla, algılarımızda ve değerlendirmelerimizde büyük dönüşümler yaşamamıza sebep olurlar bunlar. Ya da yaşadıklarımıza zaman düşürürken, zaman adlandırmasını yaparken algılamak şarttır. Bu tür olgulardan olduğu için anabileceğimiz bir ergenlik çağı algımız var. Cinselliğin farkına varmaya doğru insan önce bedeninin farkına varır. Bir şey, üstelik cinsiyetiyle hiç alakası da olmayabilecek bir şey kişinin bütün içgüdülerini uyandırır. Zihnine, o ana kadar böyle müthiş bir şey hissetmediği düşüncesi yerleşir. Büyük bir ayrıcalık duyar. Öyle ki kafa karıştıran bir giz ile karşılaştığını ve bunun hayatla çok sıkı ilişkili olduğunu düşünür. Böyle diyor Gabriel Garcia Marquez. Gerçekdışılık da yakıştırır ona. Ve kurcalanmaması gerekenler arasına iter onu. Bütünüyle anladığımız ama ne olduğunu bilmeden bize yerleşen; abi olmak, kardeş olmak, abla olmak, komşu olmak, evlat olmak tasavvurlarından biri olur çıkar: Cinsellik, cinsiyet ve bedenimiz. Ne idüğünü bildiğimiz için huysuzluk duyuran bir etken olarak algıladığımız da olur. Kısaca insan iffeti cinselliğinin ve bedeninin farkına vardığı zaman tanır. Vakar da bu tanıyışın arkasından gelen, kendimizi utanılacak duruma düşürmediğimiz her anlar birikmesiyle inşa olur. Mevsim adlandırmamız da böyledir. Biliriz bir değişme mukadderdir. Yaşanacaktır, daha yaşanmamıştır ama yaşayan olmuştur. Tekrarlıdır yani. Ya bizde tekrarlanır, ya cinsimizde yahut çevremizde. Nevi şahsına münhasır algılar uyandırırlar bu değişmeler bizde ve artık onlar bir matematik gösteriminden soyut imajlarla andırırlar kendilerini. Bahar zamanı deriz, güz deriz. Gençlik çağı deriz. Bıyıkların terlemesi deriz. Kadınlığa geçiş deriz. Genç kızlık, delikanlılık olur bu zamanın adları. Önemi, bizde yol açtığı tasavvur genişlemesi belki derinleşmesi dolayısıyladır. Tasavvurlarımızı işaret eden kelimelerle de o anı adlandırırız. Ahmet Rasim şehir mektuplarından ilkinde, bahar zamanını ne güzel tasvir eder de ona 4. ay (1. ay) demez. Gerek yoktur zaten. Bahar süresince birbirine bayrak devreden geçişleri, “bahçeler kırmızıdan çiğ bal rengine döndü” gibi telmihlerle gösterir. Çünkü bu hem yetişir hem yerindedir, zira algılarımıza böyle işaretler gönderir bahar. Ben şununcu ay oluyorum demez ki.
Peki insanlık yapıp etmelerini konu edinen tarih incelemeleri, okumaları ve yazınında önümüze sürülen zaman; üzerine tereyağı sürüp çay yanında yiyebileceğimiz bir dilim ekmek kadar basite indirgenmiş çağlar skalasından mı ibarettir? Aslında böyle tarih düşürme, zaman adlandırmaları yine de bir algı görünümüdür. Fakat ilkçağ, ortaçağ, yeniçağ, yakınçağ tesbitleri neredeyse saat 18.00 hadi paydos çağı gibi algılanıyor değil midir? Yahut 6. ay girdi hadi tatil zamanı gibi!? Sanki deprem oldu bak şaşkınlığı veya bir hafta sonra bilmem ne kasırgası sahillerimizde olacak beklentisine/korkusuna gömülmüşçesine zaman algısı yaşıyor insanlık. Üç gün sonra havalar ısınacak haberinin kesinliğinde zaman bilinci içinde yüzüyoruz. Belki bu bir boğulma. Ölüp ölüp boğulma. Boğuluyoruz ama ölmüyoruz. Bu yüzden de yüzdüğümüzü sanıyoruz. Gelişini bilmek bile şok olmamızı engellemiyor. Çünkü zamanı yaşamak değil bizim şu halimiz. Olsa olsa bir tür ajanda hayatı yaşıyoruz. Olmaya doğru sürgit hali veya bozulmaya doğru sür git hali algılamadan yaşıyoruz. Niye? Belki, sadece sonuçlara yoğunlaşmışlığımızdır bunun sebebi. Yani, süreci önemli görmediğimizden sergüzeşti atlıyoruz.
Zamane
Eskiler zaman arabasına koşulmak demişler. Bu deyiş, kiminde yergi kiminde tavsiye olarak kullanılagelmiştir. Sevgili Yücel Yaman, Atatürk’ün Gençliğe Hitabe’sine nazire kaleme almış ve büyük oğlumun hazırladığı bir ödevi için kendisine vermişti. Şimdi buraya alıntılayarak zaman arabasına koşulmak deyişinin hem yergi hem tavsiye olarak kullanımını örneklendirmek istiyorum.
“KIMILDAYABİLMEK İÇİN KENDİ AKLININ DIŞINDA BİR “İRADE”DEN MEDET UMANLARA “BİLGİ ÇAĞI NUTKU” TASLAĞI
Ey Türkiye’nin Bireyleri,
“Bilgi Çağı” içinde, birinci vazifen, Cumhuriyet’ini, istiklalini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Bunu yapabilmen için, kendini bir “başkasından ayırtan farklılığı”nın bilincine varmış, evrensel değerleri olan, özgücüne güvenen, itidal içinde bir işin “usta”sı, bir Sürmene Kaması gibi “tanım”lı bir “birey” olman gerekmektedir. Bu güçte ve kişilikte bir “birey”, Türkiye Cumhuriyeti’nin “yurttaş”ı olarak, haklarını “küresel köy içinde ışık hızı”nda dünyanın her yerinde kararlılıkla kullanabilir, görevlerini yapabilir, sorumluluklarını yerine getirebilir, Cumhuriyet’i ve tüm ülkenin “unique” varlıklarını da iç ve dış modern ve ışık hızındaki saldırganlara karşı, koruyabilir.
“Bilgi Çağı”nda, varoluşunun ve geleceğinin yegane temeli seni global dünya içinde tanımlayacak bu maddi ve manevi “unique”liğin, yani “biricik”liğindir. Bu temel farklılık ve bu güç, senin en kıymetli hazinendir. Gelecekte dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bedbahtların olacaktır. Onlar senin bir “birey” olarak “unique varlığını” tanımlamadan, dilinin, sözcüklerinin anlamlarını netleştirmeden, ürettiğin ürünlerini, sunduğun hizmetlerini, yaşadığın adresi, Türkiye’yi, onun illerini, ilçelerini, köylerini, mahallelerini, sokak ve caddelerini, kapı numaralarını standartlaştırmadan, seni bu çağa, küreselleşen dünyaya sokacaklarını söyleyerek, sana donanım ve yazılımlar satmaya, ya da, globalleşme rüzgarı karşısında seni “mısak-ı milli sınırları” içine hapsetmeye kalkışacaklardır. Biri, yaşadığı “çağı anlamadan”, diğeri girilen çağdan “korkarak” yapılan bu tür önerilerle kurulan ilişkiler, ülkenin “bilgi çağı”na girme sorununu çözemez. Hatta Cumhuriyet’i kurulan her bir sistem ile parçalar ve sınırları içinde hapseder. Bu durum ülkeni ve seni ancak global amibin beslendiği bir koful kılar. Bir gün, “bilgi çağı” karşısında istiklal ve cumhuriyeti savunmak mecburiyetine düşersen, burada savunacağın “çizili” bir hat yoktur… Bu hat, tüm evren içinde geçerli olan senin kimliğin, yaşadığın coğrafya ve kültürün kesin tanımlarıdır… Bu tanımları bir mermi, bir gülle gibi ışık hızında kullanacaksın. Çünkü yeni dünya içinde bu “standart tanım”larla varlığını koruyabilirsin. Vazifeye atılmak için, birey olarak kendini ve yurdunun tüm “unique varlıklarını” tanımlamanın ne kadar zor ve imkansız olduğunu kesinlikle düşünmeyeceksin. Bunu başarmak için imkan ve şartlar gerçekten kısıtlı ve zor olabilir. Sana saldıranlar müstevliler tanımlı bilgilerle saldırdıkları için sen de tanımlı bilgilerle kendini savunacaksın. Zehrin çaresi yine zehirdir. İstiklal ve cumhuriyetine kast edecek düşmanlar bütün dünyada donanım ve yazılımları üretmiş ve geliştiriyor olabilirler. Ama seni sen yapan “unique”liğinin evrensel tanımlarını hiç kimseye bırakmadan, tüm ülkenin bilgi birimlerini ve kültürünü ışık hızında giden 7.65 mermiler gibi standart olarak tanımlarsan varoluşunu korursun. Ancak bu hal, seni global köyde ışık hızında var edebilir. Çünkü “bilgi çağı”, “tanımlı evrensel bilgi”nin çağıdır, tanımsız ve standardı olmayan değil. Cebren ve hile ile belki bilgisizlikten, ülkenin bütün kurumlarında birbirinden bağımsız, birbiri ile bilgi alış verişi yapamayan, bilgileri karşılaştırılıp, ölçülemeyen her kurumun ve kuruluşun tam bağımsızlığını ilan ettiği, derebeylik veya dukalık dönemini andırır, bilginin üretimi ve hayatı değiştirici niteliklerini anlamadan kullanmak yerine, çocukça, göstermelik ve sığ biçimde kullanıldığı geçici ara dönemler de yaşanabilir. Bütün bu şartlardan daha elim ve vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar, tüm dünyanın giderek küresel bir köye dönüştüğü bir ortamda, seni ve ülkeni sınırların içine hapsedecek, senin yeteneklerini kısıtlayacak, evrensel değerlerle rekabet edebilmeni engelleyecek standart dışı uygulamalar yaparak, vizyon yetersizliği içinde olabilirler. Ödediğin vergilerini, göstermelik, yarar sağlamayan, kendi kurumsal iktidarını pekiştiren “bilgi çağı” yatırımlarına harcayarak har vurup harman savurabilirler. Bu kervana çağı anlamayan bazı özel kurumlar da katılabilir. Toplumun her kurumunu, bölüşüldükçe sebillerin can verdiği gibi büyüyen, yarar sağlayan bilgi alış verişinden yoksun kılabilirler. Bu durum, “sanayi devrimi”ni uygulamada geç kalmış ülkende, “bilgi çağı”nı da kaçırma noktasına kadar gelebilir. Yurdunun her tarafı ve her noktası bir çok donanım ve yazılımlarla kendi içine kapanmış sistemlerle dolmuş olabilir. Bu fiili durumun bilgi çağına girmiş olmak olmadığını bilerek, evrensel ölçülerle unique, biricik varlık bilgilerini; dünya ile rekabet edecek biçimde, yeni dünyanın “ışık”tan ata biner gibi binmiş, kendine güvenen “nettaş”ı olarak; ülkende üretimi artırmak, hayatını kolaylaştırmak, verimliliğini sürekli denetlemek, en az kaynak ile en çok yararı elde edecek bir süreçte kullanmak istemelisin. Millet; elindeki tek tek pc’lerle, mac’lerle yazılımlarla, internetcafelerde tek yönlü ve bireysel bazda bilgi alışverişi yapıyor, yaptığı işin çağdaş bir iş olduğunu sanıyor da olabilir. Yılmayacaksın. Dağılmış bir tespihin tanelerini bir ipe geçirir gibi bütünlüğü sağlayacak evrensel tanımları yapacaksın. Tesbih tanelerini yan yana getirecek bu ip, senin tanımlanmış kültüründür.
Ey Türkiye’nin geleceğinin bireyi! Dünyanın nettaşları! Bu hal ve şartlar içinde dahi vazifen, ülkenin kurum ve kuruluşlarının her birinin Türkiye’de kendini kendi içine hapsetmesini önleyecek, bağımsızlık ilanını ortadan kaldıracak standartlaştırma uygulamalarını hızla yaparak, ülkeni çağın teknikleri ile küresel köy içinde yönetilebilir ve kimlikli kılmak, topyekün istiklal ve cumhuriyetini global dünyada ayakta kalacak noktaya taşımaktır. Bilgi çağı sana bu atmosferi oluşturmak için gerekli gücü verir. Muhtaç olduğun akıl sende mevcuttur ve ışık hızında düşündüğün gibi hareket etmektedir. Uluslararası yarışa katılmak, yani muasır global dünyada var olmak, buna bağlıdır. Bu çağdan kaçış olmaz, korkunun ecele faydası yoktur.”
Bilgi Çağı. Bu ifade yaşadığımız çağa ad olmuştur. Kanıksamış şekilde kullananlardan veya mecburen söz edenlerinden olabilirsiniz. Bu mühim bir ayırım. Ancak şimdi, bu kitapla, çağımızın adlandırmasının yerindeliğini, yersizliğini önümüze almadığımız için isme takılmayacağız. Burada, algılarımıza şekil veren önemsemelerimiz ve tersinden, önem yüklemesi dayatan algılarımıza değiniyoruz. Bu dairede kalarak, şimdiye has, yaşadığımız verili şartlara bakarak algı ve önem ışığında zaman tasavvurumuzdaki değişmeye dokunmaya çalışacağız.
Kestirmeden hemen bildirmek istiyorum. Bu noktaya geliş sürecimizde kanımca en etkin belirleyiciyi, iş yapış tarzımız olarak isimlendirebiliriz. İş yapış tarzımız büyük bir başkalaşmaya uğramış ve artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Eskiden olanın devamı değil. “O eskimeyendir” diye bir kabulümüz kalmamıştır.
Artık işleyişimiz, beklentilerimiz, tercihlerimiz falan hız, konfor, kolaylık, yeni, değişik, başka kelimeleriyle kodlanabilir bir yola girmiş durumda. Buradan farklılık, biriciklik çıkar sanılmakta. Hatta bütün bütün bu hedefe yoğunlaşıldığı yorumları yapılmakta. Bilakis, söz ettiğimiz yeni kodlar biriciklik getireceği zannını uyandırmakla birlikte hız, konfor, kolay, yeni, değişik, başka olarak yaşama sokulanlar topluca katılınan şeyler olduğu için ne biriciklik ne farklılık özelliği taşımaktadırlar. Topluca katıldığımız değişiklik, başkalık olduğu için geçmiş zamanlardaki biricikliğin yüksek seviyesine ulaşamamaktayız.
Herkesin katılmasını dayatan, eğer herkes katılmazsa yeni’den sayılmayan ürün, hayat, düşünüş, tercih, beklenti, işleyiş; finans organizasyonlarıyla yol alan pazarlama-propaganda operasyonları üzerinden bireye ulaştırılıyor. Birey kalışını koruduğunu sananı da birey kalmakta bilinçli ve kendi içinde tutarlı reddiyelerde bulunanı da etkiliyor.
Zamane insanı öyle bir iş yapış tarzı içinde ki. Yani, çağın teknolojisinin ürettiği bir kompozisyonun parçası. Öyle bir parça ki, o kompozisyonun hem finansörü hem müşterisi hem öğreneni hem unutanı. Ya önereni! Kesinlikle önereni değil. Ancak şikayet edeni olabiliyor. Bu bir işe de yaramıyor. Hatta şikayetlerin toplamı, kompozisyonun kurgusunu yapana başka bir kompozisyon için fikir kütüphanesi olabiliyor ancak.
Bir fırın düşünün. Fırıncı, dün kendisine gelen siparişlerin toplamı kadar mı ekmek çıkarır? Elbette hayır. Çünkü kendisine sipariş falan gelmez. O mahallin nüfusu hakkında bilgi sahibidir. O bilgisine dayanan bir üretim yapar. Şimdi de bir cep telefonu üreticisini düşünün. İşletme, düne kadar kendisine gelen siparişleri dikkate alarak mı telefon çıkarır? Elbette buna da hayır. Çünkü kendisine gelen müşteri görüşleri, mühendislerinin en son kulak verdiği sestir. Bunu çok iyi biliyoruz. Gözüne kestirdiği pazarın nüfusu hakkında bilgi toplar. O bilgisi istikametinde “finans organizasyonu ile yol alan pazarlama-propaganda”sı uyarınca üretim yapar.
Bu yaptığımız karşılaştırma bize nasıl bir tablo çıkardı bir bakalım: Ekmek zarurî ihtiyaçtır ve üretimi de zarurî ihtiyaçlar uyarınca bir şekil/şemal bulmuştur. Peki, ekmek üretimi de telefon üretimi de aynı şekil/şemal üzere gerçekleştiğine göre telefon da bir zarurî ihtiyaç olarak algı kazanmıştır. Bu tablo, otomobil için de böyle deniz araçları için de. Elektrikli ev ve işyeri aletleri için de böyle. Hiçbir çeşidi için istisna olmaksızın bütün ayakkabı, don, gömlek, dış elbise için yine böyle. Peki mobilya, döşeme, öğrenim için başka mı? Hayır. Ya çakmak, kalem, bardak, gözlük, kaşık, vs. için yine aynı değil mi? Aynı. Yani tabloyu şöyle mi okumalıyız?: Dünyadaki bütün üretim konuları zarurî ihtiyaçtan doğmuştur. Ee, eğer üretim ve müşteriye ulaşma biçimleri aynıysa üretim sebepleri de aynıdır. Peki, tek bir üretim biçimi varsa o halde tek bir ihtiyaç sebebi var demektir ve ihtiyaç derecelendirmesi yapmanın bir anlamı kalmıyor demeliyiz, değil mi? Evet öyle demeliyiz. Şu halde zarurî ihtiyaç, kolaylaştıran ihtiyaç, güzelleştiren ihtiyaç tesbitlerinin bir hükmü yok. Ha belki var. Eğer bu derecelendirmeyi sadece pazar fiyatına dayanarak yaparsak…
Yazan: Tahsin Yılmaz Kaynak: AKİS KİTAP