Dünyasal adaletin ya da adaletsizliğinin gerçek nedenleri

0
973

Avanosun testi kebabını gerçekten yemiş olsaydı, hâlâ Avanos kebabı diye tutturmayacağından emin­di. Damak tadının, lezzetin onda bırakacağı izler tat­mamanın izlerinden güçlü olamazdı. İyi ki Avanosta testi kebabı yememişlerdi. Yolumuz bir daha Kapadokya bölgesine düşerse testi kebabı söyleyip yemeden kalkmak daha iyi olur düşüncesi geçiyor­du içinden. İçinden geçip de dışa vurmadıkları, dışa vurmak istemedikleri, dışa vurmak isteyip de vura­madıkları birer kanal olup içsel âleminde akıp dur­maktadır. Er ya da geç bu kanallar arasında sızmalar olacak içsel âlemin yapısı yıllar sonra önceki haline bakıp onu cesaretsizlikle suçlayacaklar. Söylemeliy­din. Yazmalıydın, mezara götürmekle ne elde edeceksin diyecekleri olacaktır. İnsan aklının ken­dini kandırmasıyla, başkalarını kandırması arasında aydınlık ve karanlık kadar fark vardır görünüşte. Kendini kandıran insanın başkasına kandırma sanısı kendinden daha güçlü hissedilir. Aslında hiç de öyle değildir. Birde kandırılan taraf vardır. Kandırılan tarafın bakış açısından bakıldığında bal kabağı gibi ortalıkta psikolojik bir vaka durmaktadır. Yemin billah ettirip bunu başkasına söylemeyin diye dostuna sır verdiğini zannetmek, kendi kendini kandırmaya alışmışların, başkalarını kandırmanın bir yoludur. Kandırmanın moleküler esası düşünmeye eşlik eden şifreli yapının hatalı oluşudur. Şifreli yapının hata­larını bulmanın yolu. Bilinenleri alt üst edip, bir defa­da ters düz edip yeniden gözden geçirdikten sonra her şeye sıfırdan başlamaktır. “İsa mademki Allahın oğludur insanın genetik şifresi budur. Öyle ise Al­lahın genetik şifresi de budur demek gibi basit değil­dir olay. Daha önce konuştuğu kızın süt bezlerinden faydalanan sonra bırakan, bıraktığı kızı başka bir er­kekle gördüğünde “Benim artığımla geziyor diyenlerin biyolojik moleküler yapısı ile süt bezlerinin biyokimyasal yapısı arasındaki ilişkilerin niçin insan ölümüne uzandığının bilinmesi gerekir. Bir olması gereken de, ego denen ilkel benliklerin oluşturdukları menfaat çemberlerinin kırılmasıdır. Tüm olumsuz in­san davranışlarının altında cehaletin yattığını bilen­lerin, insanları cahil bırakıp, korkutup, ürkütüp birer sömürü aracı olarak kullanır hale getirmelerinin içgüdüsel nedenlerini ve onların genetik şifrelerini de açığa çıkarmak gerekir. Bu konuda Sekuraltı Fel­sefenin görüşü, bilimi, paranın hizmetinden çıkar­maktır. Bilim paranın hizmetinden çıkınca para babalarıyla bilim arasındaki mesafe gezegenlerle yıl­dızlar arasındaki benzerlik kadar olacaktır. O zaman bilim paranın pulun, karının kızın, hırsın nefretin, sevginin şefkatin üstünde olacaktır. Sekuraltı Fel­sefede paranın yeri araç olmaktan öteye git­meyecektir. Parayı amaç haline getiren zihniyet para, mal, mülk çokluğunu zenginlik haline getirmiş insanların çoğunu da buna hizmet eden köle halinde kullanır olmuştur. Bu yanlışlığın fark edilmesi ve değiştirilmesi uzun süreçler olacaktır.

Penisinin uzunluğu ile övünen erkekler dünyanın

her yanına dağılmışlardır. Her kültürde her millette vardır. Cahillik her kültürde her millette vardır. Cahilliği kültürler ve milletlerden sıyırıp dünyanın birincil problemi olarak görmenin tam zamanıdır. Terörle cahillik iç içedir. Teröristler kandırılmış cahillerdir diyerek hem terörün hem cahilliğin kökünü kurutmak gerekir. Her fırsatta o şöyle derdi:

Cehaletin yakasında iki elim,

Ya kopar kollarım, ya kopar yaka

Sallan be kara bela, sarsıl yılkıl.

İnsan evladı, insana ait her belanın ucunun kendine dokunduğunun farkına varsa ya da farkına varmayı akıl edebilse, akıl edebilmenin düşünme eylemi ol­duğunu bilebilse ve her düşünülen şeyin her zaman insana fayda getirmedi bazen de zarar verdiği kanaati uyansa, insan evladı o zaman UYANMIŞ olur. Uyanan genç şöyle düşünebilir: Benim artığımla geziyor, benim artığım dediğim kız daha önce onun ya da bir başkasının artığı olabilir. Hem artık da ne demek! Sevgililerin çokluğu ile övünmenin bir ucunun kendi akrabalarına, annesine, kızkardeşine uzanabileceğinin hesabını matematiksel olarak düşünmek hiç de zor olmasa gerek. Dünya nüfusunun yüzde ellisini kadınların, yaklaşık yüzde ellisini er­keklerin oluşturduğunu düşünürsek ve bu düşün­ceye bir zincir daha eklersek, her erkek yaklaşık beş kadınla sevişmiş olursa, bu seviştiği kadınlar gökten gelmediklerine göre aynı haltı herkes yapıyor demektir. Bu ise ikiyüzlü, çifte standart olmanın ötesinde bir şeydir. Bu cehalettir. Bu cehaletin daniskasıdır. Bu Rabbena, hep bana, demektir. Bu ilkellik­tir. Bu ilkelliğin daniskasıdır. Bu, “var mı bana yan bakan?” diyen kabadayının, “var ulan!” diyeni görünce, “var mı bize yan bakan?” diyen kabadayının çark et­mesine benzer. Çark etmek erkekliğin karizmasını bozar.

Bilim ve teknolojinin para ile bağları koparıldığında diyelim ki bir cep telefonu örneği üzerinde duralım. Bu buluşun geliri tüm nimetlerinin yıllık cirosu bölü o yılki dünya nüfusu, eşittir, birey başına düşen gelir, çarpı A ülkesinin nüfusu, eşittir A ül­kesine düşen para, hemen gönderin ona. Seslerin frekansı, okyanusların dalga sesi, kuşların ötüşleri ve balık yumurtaları ve gökyüzündeki yıldızlar, bulutlar, bulutların içindeki su damlacıkları, su damlacıklarının içindeki moleküller, oksijen ve hidrojen molekülleri, atomları, atomların bağ enerjileri, kimseye ama hiç kimseye ait değildir. Onlara sahip olanlara UYANIK derler. Uyanıkları aslında uyanık olmayanlar sevmez. Sever görünürler. Sevmeyip sever görünmek insan evladının garip bir huyudur. Doğru düşünceyle, akıllı olmakla alakası yoktur.

Bir ülkenin ekonomik kaderi başka ülkelerin uyanıklarıyla, o ülkenin uyanıklarının birleşip kur­duğu düzenin, adı ne olursa olsun, önemli olan adı değildir. Oyunun şekli, şemaili, o ülkenin mazlum, namuslu bireylerine verdiği zararlar ya da faydalardır. Üç dünya yılı içinde son iki yılın enflasyonu tek haneli rakamlar gösterirken Çanakkale karpuzunun kilogramının yediyüz liraya satılmasını hangi matematik ölçülerle anlatacaksın? Ülkeye döviz gelmesi için yapmadık cambazlık, hokkabazlık bırakmayarak, el­de avuçta ne varsa satacaksın, ülke görülmedik döviz bolluğuna kavuşunca da “Eyvah, ben ne yaptım?” diyeceksin. Artık yemezler. Ülke yönetmenin bedeli ağırdır. Öngörü gerekir, önde gitmek gerekir, öncü olmak gerekir, gündem belirlemek gerekir, gündem belirleyenlerin peşinden gitmeye başladın mı, peşin­den gidecek kimse bulamazsın. O zaman, “Eyvah ben yaptım?” dersin, ama iş işten geçmiştir. Ülke yönet­menin şirket yönetmeye benzer tarafları olsa da ben­zemeyen yanları çok fazladır. Yıldızlarla gezegenler arasındaki fark kadar vardır. Hem çıkıp, Biz bu döviz fiyatından memnunuz diyeceksin, hem deBu serbest kurdur, biz karışamayız diyeceksin. Yolun açık olsun.

Bilimsel metotlar sonucu evrime inanıp evrim teorileri geliştirenler, teorilerinin altyapılarını şunlar, şunlar, şunlardır diyerek insanlara sunabiliyorlar. Cırcır böceğinin dolaşım biçimi şöyledir. Timsahın kan dolaşımı böyledir. İneğin, kan dolaşımı, öküzün kan dolaşımına benzer, maymunun kalp yapısı ve kan dolaşımı insanın kalp yapısı ve kan dolaşımına ben­zer, diyerek benzerlikleri ve farklılıkları söyler. Yani gerçekleri belirtir. İnanıp inanmamak keyfilik arz eder. Bilimsel kafa taşıyorsan, düşünür, düşünce süzgecinden geçirir; geçenlere aklın ererse evet öyledir, dersin. Demezsen senin bileceğin bir şey, ister Zincirlikuyu mezarlığına gömül, istersen Karacaahmet Mezarlığı’na gömül, istersen Dinazorlar ülkesi körfez kasabalarından birini seç o da senin keyfine kalmış. Dahası da var. Hindistana git, cesedini yakıp küllerini Ganj Nehri’nin kutsal sularına bırak­sınlar. Dahanın dahası da var. Git Ekvatoral orman­ların içine bir daha dönme, ne ölüne ne dirine rast­lanmasın. Bütün bunların hepside senin için önemli olabilir. Bir gerçek var ki, bunların hiçbirini önem­semeyen senin gibi kan dolaşımına, can dolaşımına sahip insanlar da vardır. İnsanlar çeşit çeşittir. İnsan­ların düşünceleri türlü türlüdür. Öyle akıl almaz düşünceleri davranışları vardır ki insanın kafasını gidip duvara, taşlara vurası gelir. İnsanın kafasını taşlara duvarlara vurmak istemesinin iki nedeni vardır. Birinci nedeni, bir insan, nasıl olurda böyle saç­ma sapan işler yapar, akıl almaz düşüncelere sahip olurdur. İkinci nedeni, nasıl oluyor da bende aynı davranışları sergilemiyorum, üstelik de beni rahatsız ediyordur. İnsanın kafasını vurmak istediği duvarın, dönüp dolaşıp başvurduğu ağlama duvarına dönüş­müş olması, onun çaresizliğinin bir göstergesidir.

Bazen derin düşüncelere daldığında insanoğluna yaratılış sırasında haksızlık yapıldığı düşüncesine kapılıyordu. Doğru düşünmeyi verdinse niçin yanlışa sürüklüyorsun? Mutlu olmayı öğrettinse niçin mut­suz ediyorsun? Tatlıyı tattırıyorsan acıyı niçin yarat­tın? gibi saçma sapan sorular sorup duruyordu ken­di kendine. Aslında saçma sapan dediği soruların in­sana yapılan haksızlığı tam anlamıyla yansıtıp yansıtmadığının farkında bile değildi. Ağlama duvarına başvurmanın Dert veren Mevlâ’nın dermanı nerede?sorusuna cevap bulamadıktan sonra olduğunun kanaatini taşıyordu. Allah’ın adaletinin er-geç tecelli edeceğine inanıyor, fakat bu dünyadaki adaletin öteki dünyalarla olan ya da sonsuz yaşamla olan bağ­ların organik temellerini kuramıyordu. Kurulanlara baktığı zaman da, burun kıvırıyor, mırın kırın ediyor­du. Bu dünyanın bir sınav dünyası olduğu anlayışı ya da öğretisi işine gelmiyordu. Dünyasal sınavlar­dan bıkmış usanmış sınavların amaçlarıyla sınırların sonuçları arasındaki ilişkinin yapay, sanal, aldat­maca olduğunu anladığında da küplere binmişti. O küplere bindiğinde, atı alan Üsküdar’ı geçmişti bile.

Dünyasal adaletin ya da adaletsizliğinin gerçek nedenleriyle, var olmanın teğetleşmesi ve teğetleşmemesi arasındaki ayrımın sonuçlarını irdelemek için, önce var olmanın sancılarını yaşamak gerekiy­or. Bu gereklilik ışığında hareketle öğretilenlerin sügeçten geçirilmesi sonucunun ucundan tutarak, dünyasal adaleti, insan evladının ulaşabildiği son hakkaniyet kavramı kabul edip, insan hakkaniyetin­den yana olanları evrenleri birbirine bağlayan, solu­can deliklerinden öteki ve sonsuz âlemlere gönderdi. Bu onun kurtuluş başarısıydı. Bu Sekuraltı Fel­sefenin öğretisiydi. İnsan hakkaniyetinden yana ol­mayanları kara deliklerin öğütücü, yok edici değir­menlerine gönderdi. Bu Sekuraltı Felsefenin öğ­retisiydi. Böylece kendi yolunun solucan deliği olduğu, kendi gibi olmayanların kara delikleri boy­layacaklarını anlamış ve kendine göre büyük olan problemi çözmüştü. Herhangi bir olayın yorumlanış biçiminin kendine göre olmasının varsa suçu günahı, kendinde değildi. Bunun kendi egosuyla, megalomanlığı ile ilgisi yoktu. Bunun anlamı her beyin ve beyin sahibinin ayrı ayrı âlemleri olmasıydı. İnsanın daracık bir dünyaya sığmak istememesinin nedeni kendisi değildi. Keşfettiğini düşündüğü âlem­lerin sonsuza açılmasıydı. Uykunun sonsuza açılan bir kapı olduğuna inancıydı. “Uyu!” veya, yat uyu, yat yat uyu alfabesi yeniden karşısına gelmişti. Dünya bir beşikti. “Uyu yavrum uyu, tilki deden gelirse seni de yer beni de” ninnisi beşiğin ucundaki ipe bağ­lıydı. Evet her şey var. Kuş sütü bile var. Her şeyi al­tın tabakta sunuyorlar. Ama sonra kan kusturuyor­lar demişti gelinin biri. Gelinin biri de, “Ben niçin kan­ser oldum biliyor musun?” diyordu. Azrail olmasaydı, insana yapılan yaratılış haksızlığının haksızlığı onu çileden çıkarabilirdi. Onu çileden çıkaramayan düşüncelerden biri de her şeyin henüz devam ettiği gerçeğiydi. Bu dönemde evrimin bir dönemiydi. Son noktayı koydu. Sakinleşti. Kendine geldi. Son cümle onu geleceğe taşıyan umut gibiydi. Hâlâ EVRİMLEŞİYORUZ.

 

yazan: Hüseyin Ergül kaynak: akis kitap

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız