Zaman ve Zamanımız

0
985

Zaman ve Zamanımız

Zaman

Zaman? Nedir diye sorulduğunda hani hemen ilk elden, hak­kında bir şeyler söyleyebileceğimizi sandığımız ama ne çok konuşsak yine biti­remeyeceğimiz, konuştukça bizi konuştu­ran kelimeler, kavramlar var­dır. İçimizden bir ses, daha tanımlayabil­miş değilsin der bize hep. Ko­nuştukça konuşu­ruz. Ağzımızdan çıkan hiçbir cümle ne bizi tatmin eder ne de karşımızdakinin tatmin oldu­ğunu algılarız. Bir bakarız ki, amma çok laf etmişiz yine de fındık ka­buğunu dolduramamışız. Sonra kabul ederiz yenilgiyi. Yok arkadaş ben bu düşünceden salimen çıka­mayacağım deriz.

Böylesi bir şey midir zaman? Nedir hakikaten, bir düşüne­lim ba­kalım çıkabilecek miyiz hemen içinden?

Kapsadıklarından birini dahi eksik etmeyen ama dışındakileri de hiç karıştırmadan tanım getiremeyiz getirmesine fakat, hayatı­mıza onsuz yapamayacağımız kadar girmiş/katılmış bir ŞEY.. Ve bu yüz­den hem ne olduğunu kestiremiyorum hem on­suz yapamıyorum bu ne büyük gariplik demeden edemeyiz.

Nasıl da girmiş, katılmıştır hayatımıza değil mi? Bir yoklama yapalım, listeleyelim neler çıkaracağız, bakalım neler: Zama­nında başlamak. Zamanında bitirmek. Zamanlama. Zaman za­man. Tam zamanı. Hasat zamanı. İş zamanı. Tatil zamanı. Vaktin adamı. Ahir zaman. Aman za­man. Bir zaman. Bileşik zaman. Eş zaman. Evvel zaman. Geçmiş za­man. Gel zaman git zaman. Her zaman. Açık zaman. Ölü zaman. Za­man almak. Zaman aşımı. Zaman ayarlı. Zaman bırakmak. Zaman ile yarışmak. Zaman kazanmak. Zaman kollamak. Zaman öldürmek. Za­man tanımak. Zaman vermek. Zamansız. Zamanla. Zamane adamı. Zamandaş. Zaman sorunu. Zaman ayırmak. İstendiği zaman. Hiçbir zaman. Ne zaman? Dar zaman. Bir zamanlar. Kuşluk vakti. Beş vakit. Vakti olmamak. Kimi vakit. Tez vakit. Vakit geçirmemek. Sabah vakti. Akşam vakti. Vakit saat aramamak. Geç. Erken. Yetişmek, yetiştirmek. Anında. Ramak. Tarih. Takvim. Mevsim. Gün. Gece. Dün. Yarın. Er­tesi. Yaş. Sene. Asır. Çağ. Süre. Saat. Öğle. İkindi. Gençlik zamanı. Ço­cukluk çağı. Devir, devre. Dönem. Doğum zamanı. Ölüm anı…

Aslına baktığımda ki sizin de öyle yapmanızı tavsiye ederim; bu konu yani zaman, tastamam bizdir. Genelde biz. Özelde ben. Kabul etmekte pek tereddüt etmeyeceğinizi umuyorum. Zira yukarıda rastgele seril­miş zaman’lı deyişler hep hep biz ve ben’den ibaret olan hayatı işaret ediyor. En geniş daire olarak zaman için, oluş ve bozuluşların ölçüsü diyebiliriz sanıyorum. Değişme, dönüşme ve devinmenin ölçüsü.

Elbette alıp elimize bir mihenkle temsil edebileceğimiz ölçüler­den biri değil. Saat yahut güneş veya ayın devrelerini somut bir ölçüden say­mamız gerekli diyebilirsiniz. Ne ki, onlar elle tutu­lur, gözle görülür şeylerdir hem değişen, dönüşen, devinendirler işte o yüzden somut öl­çülerden sayı­labilir belki. İşte böyle görülebilir bir şey zaman. Hem de somut. Ama buraya biraz temkinli yaklaşmak gerekli. Bu gereklilik lüks değil. Sonuçta zaman ve onun ölçümü, belirlenimi, izlenebilinirliği, öngörülebilinirliği, ifade edilir­liği bir gerçek­leme ça­basının sonucu olan kavramlar, ürünlerdir. Ve bu sebeple zaman öl­çümlerinin somutluğunu kabul etmekte acele etme­mek gerekir. Zaman ve onun ölçüsü olan ifadelerimizi, biz öyle olsun istediğimiz için böy­lece sabitlemişizdir. Ve diğer yandan, oluş ve bo­zuluşların maddesi, bi­çimi, etkeni, gayesi böyle dayatmıştır.

Örnek olarak, erik zamanı deyişimizi önümüze alalım. Adını erik koy­duğumuz bir somut var. Ağaç, çiçek, meyve olarak so­mut bir madde. Bunun biçimi çiçeklenme görünümü aldığında bir ölçmeye ad oluyor: “Erik zamanı”. Etkeni ve gayesini burada incelemeye pek gerek yok. Eriğin maddesi ve biçimi, zaman adlandırmasının bir GERÇEK ile eş­leştirilmesine yetişi­yor: Erik Zamanı. Niye? Çünkü o biçim, durağan devamlılıkta değil. Yani durumu sabit olmayıp, yok iken çiçeği şimdi çiçeklendi. Çiçekte kaldığı süre boyunca yaşanan anlara bir ad bu­lundu. Ad oluşu ise bizim seç­memiz. Bir seçme, fakat nasıl, seçimi et­kileyen bir madde ve onun biçimi var, öyleyse, tamamen kendinde bir seçme oldu­ğunu söyleye­meyiz.

Bu örnek yeterli gelecekse eğer şu tesbite varabiliriz: Zaman bir süre­gelen ile ilgili. Süregeliş, olageliş; devr-i daim bir değişme içinde de olabilir, bir halin devamlılığı da olabilir. Yani değişme, dönüşme, de­vinmeleri kapsayan HAREKET var, bir de duruşun, durumun, halin devamlılığını gösteren SUBUT. Ağaç örnek­lemesi kullandık ya, yine bir ağaç ile devam edelim; kız çocuğu olur bir ailenin ve dede, ceviz ağacı diker. Kız ve ağaç, ikisi birlikte büyürler. O ağacın adı da bir za­manlama ile eşleşir: Çeyiz ağacı. Kızın, evle­neceği zaman gelince o ce­viz ağacı kesilip çeyize katılacaktır. Kim bilir o kız çocuğu kiraz za­manı doğmuştur. Ağacın ve bitkile­rin, inşasında etkileyen olduğu bir kültürde ölümlere de ağaçla, bitkilerle zaman konur: Hurma zamanı öldü yahut tütün za­manı.

Bu halde, zaman şu mudur?: Oluşlar ve bozuluşların gözlenebil­miş en çabuk bitiverenlerine veya hemencik olanlarına AN, bunların mey­dana gelmelerindeki olgunlaşma yahut çürüyüşle­rine HAL sıfatı verdi­ğimiz ölçmelerin toptan adı. Hareketin adı oluyor yani. Ama gerçek­lerle eşleştirme, ya da kabul ederseniz eğer GERÇEKLEME çabamızda bu kadarını yeter sayarsak, dik­katimizi sadece hareket ile sınırlı tut­muş olmaz mıyız? Oluruz gibi gelmedi mi size de? Sanki bana MEKAN’ı dikkate almadık gibi geliyor.

Hareket mekanı şart koşuyor. İster uzam ister uyar ister yüzey her bir teki, ikisi ya da üçünün yok sayılabildiği bir hareketten bahsedilebilir mi? Zaman, hareketin bir diğeri ardı sıra geleninin ölçümü ise ve hare­ket de mekan içindeliği şart koşuyorsa, bu konuya mekanı dahil etmek gerek.

Bulduklarımızı bir sayalım hele: Hareket, mekan. Şu durumda, bunca­ğız buluntu ile yetinerek zamanı tanımlayalım. Zaman, mekanda göz­lediğimiz hareketin gerçek ile eşleştirme ölçüsünün adı. Peki gerçek ile eşleştiremediğimiz şeyler zaman dışı mı kalı­yor yani? Belki öyle belki değil. Kesin bir şey söyleyemeyiz. An­cak şu kesin, “gerçek ile eşleşme” yani gerçeklemeyi yapana ait bir zamandan bahsedebileceğiz. İşte yeni bir konuya kapı açtık. Mekanda bulunma ve yahut mekanda devinmeyi hem yaşayan hem gözleyen varsa zamandan bahsedebiliyoruz. Bu, “algı sahibi şahıs” olmalı herhalde.

Size bir teklifim olmuş ve siz kabul etmişsiniz şartını sağlamış bir yazar olarak, bu yazı mecraında, konumuzu şu “algı sahibi şahıs” yani sen, ben veya o hatta hepimiz, biz üzerine yükleye­rek konuşalım. Hareket, mekan, şahıs kelimeleri sayesinde za­man kavramını. Kimi yerde zaman imkanını, zaman meselesini ele alalım. Hani diyorduk ya bazı kelime­ler vardır, onları bir türlü anlata anlata konuşa ede bitiremeyiz. Ko­nuştukça yeni yeni alanlara açılır söz. İşte zaman, bu tür kelimelerden biri imiş bu­raya kadar ortaya çıktı. Madem öyle, bir anlaşmayla konuşukluğumuza, zamanla ilgili olduğunu gördüğümüz üç ke­limenin amirliğinde devam edelim: Hareket, mekan, algı sahibi şahıs.

Algı

Buraya kadar nasıl bir hazırlıkla geldik? Dedik ki en son, algıla­yan için zaman vardır. Tersinden deyişle, algılayan yoksa zümün yoktur. Bu laflar çok büyük laflar. Yani algılamak o sırada yap­mak oluyor. Algı­lanmamış olan yapılmamış olan anlamında. Yapanı bizzat sen olmasan bile algılamışsan, olup bitenin zamanı senin de yaşadığın bir şey. Algı­lamamışsan yaşamamışsın de­mektir. Bir şarkı sözünde, şu etrafında dolaştığımız anlam dile gelmiş. Ne diyordu Yıldırım Gürses?:

Bir ilkbahar sabahı güneşle uyandın mı hiç / Çılgın gibi koşarak kırlara uzandın mı hiç / Bir his dolup içine uçuyorum sandın mı hiç / Geçen günlere yazık, yazık etmişsin gönül sen / Öyleyse hiç sevmemiş, sevil­memişsin gönül sen.

Demek ki, mesele önem vermeyle değerli görmeyle ilgili. Zaten bir söz var önemli saymanın adı olan: TECRÜBE. Başkalarının elinden çıksın ya da bizzat kendimiz yapalım, eğer bir önem yüklememişsek yapılan­lara edilenlere, onlar birer tecrübe olmu­yor. Önem verdiğimiz olaylara tecrübe diyoruz. Dolayısıyla za­man, hem algılama hem önem verme ile birlikte. Önemli saydı­ğımız oranda algılamamız derin yahut yüzeysel oluyor ya da hiç olmuyor. Algılamamızın şiddetine denk önemli, az önemli veya önemsiz sayıyoruz.

Örneklendirelim. Bir zaman tayinimiz var: İlkçağ. Bu zaman algısının merkezine ben Adem’i koyarak bir, ve iki Muhammed’i koyarak baş­kaca iki ilkçağ değerlemesi yapıyorum. Adem’i mer­keze aldığımda; ci­lalı taş, yontma taş, maden, tarım, sanayi,bilgi çağı anlatımlarına gülüp geçiyorum. Çünkü biliyorum ki, Adem eşyanın isimlerini öğ­renmiş olarak dünyaya geldi. İlk insan eseri olarak bugüne kadar yaşa­yan Ka­be’nin temelini attı. Dola­yısıyla insan kendinden öncekinin halefidir ve O’nun çocukları olarak biz, sonraki nesiller hep tohum nedir, inşa nedir biliyor­duk. Yani şunu diyorum; Adem’e değer verişim ilkçağ za­manını algılayışımda belirleyici oluyor. Muhammed’i merkeze aldı­ğımda ise, bir şeyin sonuna değil başına yoğunlaşıyorum. Çünkü bütün yaratılanların ilki Muhammed’tir. Orun ruhudur. Sonraki her şey O’nun hürmetine yaratıldı. Fakat Muhammed, Adem’e “atam” de­mek­tedir. Yani yaratma ve yaratılmanın sonu/süreci ta başından belli.

Algı ve önem ilgisinin, zamanı tanımlama ve belirlemeye ne kadar ka­rıştığını başka örneklerle göstermeye çalışabiliriz. Geç­mişten ve sonra gelecekten bir iki örnek getirelim.

1976 senesi idi. Haritada Türkiye’nin kuzey kıyılarının dağlık yüzeye sahip ve iki boyutlu çizimde giderek yükselen bir tepe biçiminde oluşu ile, Beykoz’daki evimizin penceresinden görü­nen karşı tepenin gö­rüntüsünü eşleştirirdim. O tepe, hep ülke­mizin Karadeniz sınırını teş­kil ederdi zihnimde. En sivri görü­nün noktası da Sinop’tu muhayyi­lemde. Bu soyutlamam o sene yıkıldı, buharlaştı gitti. Çünkü, Sinop’a gittim 1976’da ve Bey­koz’daki tepenin ülkemizin kuzey sınırı olmadı­ğını öğrenmiştim. O sene, başka bir yere daha gittiğim yıldı. Alman­ya’ya. Hem de bir başıma. Üstelik İstanbul’a bulutların üstünden gün­düz gözü bakmıştım. Yabancısın sen diyen gözleri ilk olarak o yıl gör­düm. Misafir edilmenin kıvancını ilk olarak duydum o yıl. Evimizin inşası. İlk, trene biniş. İlk, uçağa biniş. İlk, şehirlerarası araba yolcu­luğu. Ayhan Işık gibi uçak merdiveninden uğurlayıcılarıma el sallayış. Annem, babam ve ablamla birlikte ilk defa ev halkı oluşumuz. Bütün namaz surelerini ve duaları ezberleyişim. Bir teyzem daha, bir halam daha olduğunu görmem. Hepsi 1976’da yaşadıklarımdı. Benim çocuk­luğum sadece 1976’da başlar ve biter algısını yerleştiren olaylar bu ka­dar değil hem. İşte çocuk­luk algılarım ve çocukluğumun önemi 1976’da toplanır. Benim çocukluk çağım eşittir 1976. Sekiz yaş biter­ken büluğa erdim derim kendime. 365 gün olarak algılamam o seneyi. Bütün er­genlik ruhsal, bilişsel gelişimi yaşadığım yıldır ve çok önemli­dir benim için. Neden böyledir diye sordum, yıllar sonra kendime. Bulduğum tanıtım şu oldu: O yaşlarımda iken, dünyaya girmiş bulunan bütün ürünler ve yerleşmiş kültürün araçlarından habe­rim olmuş, isimlerini öğrenmiş biri idim ve ben onları haberdar olmaktan başka kullanmıştım. Yani çağımı yaşamıştım. Çağıma erişmiştim. Ergenlik, etrafında ve kendinde olan biteni idrak oluyorsa, ben etrafımda olan biteni idrak etmedimse de onlara (eskilerin tabiri ile) tedahül etmiştim.

Algı önem ve 365 günü, 6-12 yaş = 7 x 365 güne denk tutmak örneği idi bu. 0-5 yaş = 6 x 365 güne denk tuttuğum zaman algısı ise iki tane hayalî, bulanık anımsayıştan ibarettir. Biri, ninemi sırtımı bıkmadan usanmadan kaşıması, diğeri; onun apandisit ameliyatı için evden apar topar götürülmesi. Az şeye sığışmış bir önem ve algı. Ama çok yoğun bu yüzden. Ki, ninemin ameliya­tını tam bir anlatımla hatırlayışım hayret uyandırıyor olaya şahit olanlarda. 20 aylık falan bir bebeğim çünkü. Aslında ninem be­nim için çok önemli ve onunla ilişik her olayı ve zamanlamasını algılayışım da derin, yoğun.

Geçmişten bir örnekle daha, algı ve önemin zaman tanımı ve belirle­nimine nasıl karıştığını gösterelim: İstanbul’un fethi. Bili­yorsunuz İs­tanbul önemli bir şehir. Derler ki coğrafî-politik değeri yüksektir. As­lında önemi coğrafî konumundan ileri gel­mez pek. Politik değeri dola­yısıyla coğrafyası önem kazanmak­tadır. Fetihten önceki duru­munda ne coğrafyası farklı idi ne de politik yaklaşımlara etki edenler başkaları idi. Fakat fetihle bir­likte doğan İstanbul algısı ve önemi, za­man algı­sına öyle tesir etti ki, bir çağın başlangıcını temsil eden yer hükmünü kazandı. İstanbul 1453’ten önce Bizans’a, Latinler’e kuzey­lilere yurt olur­ken bu olaylar zaman tanımına etki etmedi de Müslü­manların olunca hem yerin hem zamanlamanın algısı, önemi değişti. Aynı za­manda Kudüs, coğrafî-politik değerini yitirdi.

Bu iki örnekten ilki çok kişisel ve ikincisi de makro ölçüde gele­bilir size. Gerçekten öyleler. Kişiselinize denk görebileceğiniz genellikte ve aynı zamanda makro olmayan başkaca bir örnek bulalım bakalım.

Hani şöyle bir soru vardır. “Bugüne gelişinizde en çok sebep saydığınız şey nedir?” Bu sorunun bütün cevaplarında işte şöyle şöyle olduğu za­man, gördüğüm zaman, geldiğim zaman, duydu­ğum zaman gibi hep ZAMAN’lı cümleler vardır. O odaklanılan zaman ya tekil bir olayın, öngörülemeyen yahut pek beklenir sa­yılmayan bir oluşun veya bozu­luşun adı olmaktadır. Bununla birlikte hiç tekil olmayıp süregelen, tekrarlı, belirli ve bilinen takvimli meydana gelişin farkına varışımıza ad olduğu da gözle­nir. Deprem beni kendime getirdi lafını duyarız mesela. Belki şöyle “madem henüz okumadın bunları ne diye konuşu­yorsun benimle” demiştir bize bir insan ve esaslı bir okumaya başlamı­şızdır. Kimimiz, çok kısa aralıklarla kim bilir aynı anda aile bü­yükle­rini kaybetmiştir de algılarında ve değerlendirmelerinde büyük değiş­meler yaşamaya başlamıştır. Bir hastalık, bir sakat­lanma başımıza gel­miştir de o andan sonra algı ve değerleme sistemimiz müthiş sapmalar göster­miştir. Evden ilk uzaklaşma­mız, yeni tanışlar kazanmamız, maddî ka­yıplar yaşamamız, ser­vet sahibi oluşumuz, vs. bunların hepsi münferit oluş-bozuluşun gösterdiği gerçeklere eşleşen zaman adlan­dırması kuv­vetindeler. Tekilliğine odaklandığımız, öngörmediğimiz, pek de bek­lemedi­ğimiz gerçekleşmelere koyduğumuz zaman adları oluyor şu sı­raladığımız örnek olaylar.

Demiştik ki, süregelmeye başladığı için farkettiğimiz, tekrarlı oldu­ğunu görebildiğimiz, takvimli olduğu için planlayabildiği­miz türden gerçekler vardır bir de hayatımızda. İşte mesela ül­kemiz insanının ne­redeyse hepsinin yaşadığı göç, böylesi olgu­lardandır. Ve olup-biteni farkettiğimiz şartla, algılarımızda ve değerlendirmelerimizde büyük dönüşümler yaşamamıza sebep olurlar bunlar. Ya da yaşadıklarımıza zaman düşürürken, zaman adlandırmasını yaparken algılamak şarttır. Bu tür olgulardan olduğu için anabileceğimiz bir ergenlik çağı algımız var. Cinsel­liğin farkına varmaya doğru insan önce bedeninin farkına varır. Bir şey, üstelik cinsiyetiyle hiç alakası da olmayabilecek bir şey kişinin bütün içgüdülerini uyandırır. Zihnine, o ana kadar böyle müt­hiş bir şey hissetmediği düşüncesi yerleşir. Büyük bir ayrı­calık duyar. Öyle ki kafa karıştıran bir giz ile karşılaştığını ve bunun hayatla çok sıkı ilişkili olduğunu düşünür. Böyle diyor Gabriel Garcia Marquez. Gerçekdışılık da yakıştırır ona. Ve kur­calanmaması gerekenler arasına iter onu. Bütünüyle anladığımız ama ne olduğunu bilmeden bize yer­leşen; abi olmak, kardeş ol­mak, abla olmak, komşu olmak, evlat olmak tasavvurlarından biri olur çıkar: Cinsellik, cinsiyet ve bedenimiz. Ne idüğünü bildiğimiz için huysuzluk duyuran bir etken olarak algıladı­ğımız da olur. Kısaca insan iffeti cinselliğinin ve bedeninin farkına vardığı zaman tanır. Vakar da bu tanıyışın arkasından gelen, kendimizi utanılacak duruma düşürmediğimiz her anlar birik­mesiyle inşa olur. Mevsim adlandırmamız da böyledir. Biliriz bir değişme mukadderdir. Yaşanacaktır, daha yaşanmamıştır ama yaşayan olmuştur. Tekrarlıdır yani. Ya bizde tekrarlanır, ya cin­simizde yahut çevremizde. Nevi şah­sına münhasır algılar uyan­dırırlar bu değişmeler bizde ve artık onlar bir matematik göste­riminden soyut imajlarla andırırlar kendilerini. Bahar zamanı deriz, güz deriz. Gençlik çağı deriz. Bıyıkların terlemesi deriz. Kadınlığa geçiş deriz. Genç kızlık, delikanlılık olur bu zamanın adları. Önemi, bizde yol açtığı tasavvur genişlemesi belki derin­leşmesi dolayısıyladır. Tasavvurlarımızı işaret eden kelimelerle de o anı adlan­dırırız. Ahmet Rasim şehir mektuplarından ilkinde, bahar zamanını ne güzel tasvir eder de ona 4. ay (1. ay) demez. Gerek yoktur zaten. Bahar süresince birbirine bayrak devreden geçişleri, “bahçeler kırmızıdan çiğ bal rengine döndü” gibi tel­mihlerle gösterir. Çünkü bu hem yetişir hem yerindedir, zira al­gılarımıza böyle işaretler gönderir bahar. Ben şununcu ay oluyo­rum demez ki.

Peki insanlık yapıp etmelerini konu edinen tarih incelemeleri, oku­maları ve yazınında önümüze sürülen zaman; üzerine tere­yağı sürüp çay yanında yiyebileceğimiz bir dilim ekmek kadar basite indirgenmiş çağlar skalasından mı ibarettir? Aslında böyle tarih düşürme, zaman adlandırmaları yine de bir algı görünümü­dür. Fakat ilkçağ, ortaçağ, yeniçağ, yakınçağ tesbitleri neredeyse saat 18.00 hadi paydos çağı gibi algılanıyor değil midir? Yahut 6. ay girdi hadi tatil zamanı gibi!? Sanki deprem oldu bak şaşkınlığı veya bir hafta sonra bilmem ne kasırgası sahillerimizde olacak beklentisine/korkusuna gömülmüşçesine zaman algısı yaşıyor insanlık. Üç gün sonra havalar ısınacak haberinin kesin­liğinde zaman bilinci içinde yüzüyoruz. Belki bu bir boğulma. Ölüp ölüp boğulma. Boğuluyoruz ama ölmüyoruz. Bu yüzden de yüzdüğü­müzü sanıyoruz. Gelişini bilmek bile şok olmamızı engellemi­yor. Çünkü zamanı yaşamak değil bizim şu halimiz. Olsa olsa bir tür ajanda hayatı yaşıyoruz. Olmaya doğru sürgit hali veya bozulmaya doğru sür git hali algılamadan yaşıyoruz. Niye? Belki, sadece sonuçlara yoğun­laşmışlığımızdır bunun sebebi. Yani, süreci önemli görmediği­mizden sergüzeşti atlıyoruz.

Zamane

Eskiler zaman arabasına koşulmak demişler. Bu deyiş, kiminde yergi kiminde tavsiye olarak kullanılagelmiştir. Sevgili Yücel Yaman, Ata­türk’ün Gençliğe Hitabe’sine nazire kaleme almış ve büyük oğlumun hazırladığı bir ödevi için kendisine vermişti. Şimdi buraya alıntılaya­rak zaman arabasına koşulmak deyişinin hem yergi hem tavsiye olarak kullanımını örneklendirmek isti­yorum.

“KIMILDAYABİLMEK İÇİN KENDİ AKLININ DIŞINDA BİR “İRADE”DEN MEDET UMANLARA “BİLGİ ÇAĞI NUTKU” TASLAĞI

Ey Türkiye’nin Bireyleri,

“Bilgi Çağı” içinde, birinci vazifen, Cumhuriyet’ini, istiklalini, ilele­bet, muhafaza ve müdafaa etmektir. Bunu yapabilmen için, kendini bir “başkasından ayırtan farklılığı”nın bilincine varmış, evrensel değerleri olan, özgücüne güvenen, itidal içinde bir işin “usta”sı, bir Sürmene Kaması gibi “tanım”lı bir “birey” olman gerekmektedir. Bu güçte ve kişilikte bir “birey”, Türkiye Cum­huriyeti’nin “yurttaş”ı olarak, hakla­rını “küresel köy içinde ışık hızı”nda dünyanın her yerinde kararlılıkla kullanabilir, görevle­rini yapabilir, sorumluluklarını yerine getirebilir, Cumhuriyet’i ve tüm ülkenin “unique” varlıklarını da iç ve dış modern ve ışık hızındaki saldırganlara karşı, koruyabilir.

“Bilgi Çağı”nda, varoluşunun ve geleceğinin yegane temeli seni global dünya içinde tanımlayacak bu maddi ve manevi “unique”liğin, yani “biricik”liğindir. Bu temel farklılık ve bu güç, senin en kıymetli hazi­nendir. Gelecekte dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteye­cek, dahili ve harici bedbahtların olacaktır. Onlar senin bir “birey” ola­rak “unique varlığını” tanımlamadan, dilinin, sözcüklerinin anlam­larını netleştirmeden, ürettiğin ürünlerini, sunduğun hizmetlerini, yaşadığın adresi, Türkiye’yi, onun illerini, ilçelerini, köylerini, mahal­lelerini, so­kak ve cad­delerini, kapı numaralarını standartlaştırmadan, seni bu çağa, küreselleşen dünyaya sokacaklarını söyleyerek, sana do­nanım ve yazılımlar satmaya, ya da, globalleşme rüzgarı karşısında seni “mısak-ı milli sınırları” içine hapsetmeye kalkışacaklardır. Biri, yaşadığı “çağı anlamadan”, diğeri girilen çağdan “korkarak” ya­pılan bu tür önerilerle kurulan ilişkiler, ülkenin “bilgi çağı”na girme sorununu çözemez. Hatta Cumhuriyet’i kurulan her bir sistem ile parçalar ve sınırları içinde hapseder. Bu durum ülkeni ve seni ancak global amibin beslen­diği bir koful kılar. Bir gün, “bilgi çağı” karşısında istiklal ve cumhuri­yeti savunmak mecbu­riyetine düşersen, burada savunacağın “çizili” bir hat yoktur… Bu hat, tüm evren içinde geçerli olan senin kimliğin, yaşadığın coğrafya ve kültürün kesin tanımlarıdır… Bu ta­nımları bir mermi, bir gülle gibi ışık hızında kullanacaksın. Çünkü yeni dünya içinde bu “standart tanım”larla varlığını koruyabilirsin. Vazifeye atıl­mak için, birey olarak kendini ve yurdunun tüm “unique varlıklarını” tanımlamanın ne kadar zor ve imkansız ol­duğunu kesin­likle düşünme­yeceksin. Bunu başarmak için im­kan ve şartlar gerçek­ten kısıtlı ve zor olabilir. Sana saldıranlar müs­tevliler tanımlı bilgilerle saldırdıkları için sen de tanımlı bilgi­lerle kendini savunacaksın. Zehrin çaresi yine ze­hirdir. İs­tiklal ve cumhuriyetine kast edecek düşmanlar bütün dünyada dona­nım ve yazılımları üretmiş ve geliştiriyor olabilir­ler. Ama seni sen yapan “unique”liğinin evrensel tanımlarını hiç kim­seye bı­rakmadan, tüm ülkenin bilgi birimlerini ve kültürünü ışık hı­zında giden 7.65 mermiler gibi standart olarak tanımlarsan va­roluşunu korursun. An­cak bu hal, seni global köyde ışık hı­zında var edebilir. Çünkü “bilgi çağı”, “tanımlı evrensel bilgi”nin çağıdır, tanımsız ve standardı olma­yan değil. Cebren ve hile ile belki bilgisizlikten, ülkenin bütün ku­rumlarında birbi­rinden bağımsız, birbiri ile bilgi alış verişi yapamayan, bilgileri karşılaştırılıp, ölçülemeyen her kurumun ve ku­ruluşun tam ba­ğımsızlığını ilan ettiği, derebeylik veya dukalık döne­mini andı­rır, bilginin üretimi ve hayatı değiştirici niteliklerini anla­madan kullan­mak yerine, çocukça, göstermelik ve sığ biçimde kullanıl­dığı geçici ara dönemler de yaşanabilir. Bütün bu şartlardan daha elim ve vahim ol­mak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar, tüm dünyanın giderek küresel bir köye dönüştüğü bir ortamda, seni ve ülkeni sınırla­rın içine hapsedecek, senin yete­neklerini kısıtlayacak, evrensel değer­lerle rekabet edebilmeni engelleyecek standart dışı uy­gulamalar yapa­rak, vizyon yetersiz­liği içinde olabilirler. Ödediğin ver­gilerini, göster­melik, yarar sağlamayan, kendi kurumsal iktidarını pe­kiştiren “bilgi çağı” ya­tırımlarına harcayarak har vurup harman savu­rabilirler. Bu ker­vana çağı anlamayan bazı özel kurumlar da katılabilir. Top­lu­mun her kurumunu, bölüşüldükçe sebillerin can verdiği gibi büyüyen, yarar sağlayan bilgi alış verişinden yoksun kılabilirler. Bu durum, “sanayi devrimi”ni uygulamada geç kalmış ülkende, “bilgi çağı”nı da kaçırma noktasına kadar gelebilir. Yurdunun her tarafı ve her noktası bir çok donanım ve yazılımlarla kendi içine kapanmış sis­temlerle dolmuş ola­bilir. Bu fiili durumun bilgi çağına girmiş olmak olmadığını bilerek, evrensel ölçülerle unique, biricik varlık bilgilerini; dünya ile rekabet edecek biçimde, yeni dünyanın “ışık”tan ata biner gibi binmiş, kendine güvenen “nettaş”ı olarak; ülkende üretimi artır­mak, hayatını kolaylaş­tırmak, verimliliğini sürekli denetlemek, en az kaynak ile en çok ya­rarı elde edecek bir süreçte kullanmak istemelisin. Millet; elindeki tek tek pc’lerle, mac’lerle yazılımlarla, internetcafelerde tek yönlü ve bi­reysel bazda bilgi alışverişi ya­pıyor, yaptığı işin çağdaş bir iş olduğunu sanıyor da olabilir. Yılmayacaksın. Dağılmış bir tespihin tanelerini bir ipe geçirir gibi bütünlüğü sağlaya­cak evrensel tanımları yapacaksın. Tesbih tanelerini yan yana getire­cek bu ip, senin tanımlanmış kültü­ründür.

Ey Türkiye’nin geleceğinin bireyi! Dünyanın nettaşları! Bu hal ve şartlar içinde dahi vazifen, ülkenin kurum ve kuruluşlarının her biri­nin Türkiye’de kendini kendi içine hapsetmesini önleye­cek, bağımsız­lık ilanını ortadan kaldıracak standartlaştırma uy­gulamalarını hızla ya­parak, ülkeni çağın teknikleri ile küresel köy içinde yönetilebilir ve kimlikli kılmak, topyekün istiklal ve cumhuriyetini global dünyada ayakta kalacak noktaya taşımak­tır. Bilgi çağı sana bu atmosferi oluş­turmak için gerekli gücü verir. Muhtaç olduğun akıl sende mevcuttur ve ışık hızında dü­şündüğün gibi hareket etmektedir. Uluslararası ya­rışa katılmak, yani muasır global dünyada var olmak, buna bağlıdır. Bu çağdan kaçış olmaz, korkunun ecele faydası yoktur.”

Bilgi Çağı. Bu ifade yaşadığımız çağa ad olmuştur. Kanıksamış şekilde kullananlardan veya mecburen söz edenlerinden olabi­lirsiniz. Bu mü­him bir ayırım. Ancak şimdi, bu kitapla, çağımı­zın adlandırmasının yerindeliğini, yersizliğini önümüze almadı­ğımız için isme takılmaya­cağız. Burada, algılarımıza şekil veren önemsemelerimiz ve tersinden, önem yüklemesi dayatan algıla­rımıza değiniyoruz. Bu dairede kalarak, şimdiye has, yaşa­dığımız verili şartlara bakarak algı ve önem ışığında zaman ta­savvurumuzdaki değişmeye dokunmaya çalışacağız.

Kestirmeden hemen bildirmek istiyorum. Bu noktaya geliş süre­cimizde kanımca en etkin belirleyiciyi, iş yapış tarzımız olarak isimlendirebili­riz. İş yapış tarzımız büyük bir başkalaşmaya uğramış ve artık hiçbir şey eskisi gibi değil. Eskiden olanın de­vamı değil. “O eskimeyendir” diye bir kabulümüz kalmamıştır.

Artık işleyişimiz, beklentilerimiz, tercihlerimiz falan hız, kon­for, ko­laylık, yeni, değişik, başka kelimeleriyle kodlanabilir bir yola girmiş durumda. Buradan farklılık, biriciklik çıkar sanıl­makta. Hatta bütün bütün bu hedefe yoğunlaşıldığı yorumları yapılmakta. Bilakis, söz etti­ğimiz yeni kodlar biriciklik getireceği zannını uyandırmakla birlikte hız, konfor, kolay, yeni, değişik, başka olarak yaşama sokulan­lar top­luca katılınan şeyler olduğu için ne biriciklik ne farklılık özel­liği taşı­maktadırlar. Topluca katıldığımız değişiklik, başkalık olduğu için geç­miş zamanlar­daki biricikliğin yüksek seviyesine ulaşamamak­tayız.

Herkesin katılmasını dayatan, eğer herkes katılmazsa yeni’den sayıl­mayan ürün, hayat, düşünüş, tercih, beklenti, işleyiş; finans organizas­yonlarıyla yol alan pazarlama-propaganda operasyon­ları üzerinden bi­reye ulaştırılıyor. Birey kalışını koruduğunu sananı da birey kal­makta bilinçli ve kendi içinde tutarlı reddi­yelerde bulunanı da etkili­yor.

Zamane insanı öyle bir iş yapış tarzı içinde ki. Yani, çağın tek­nolojisi­nin ürettiği bir kompozisyonun parçası. Öyle bir parça ki, o kompozis­yonun hem finansörü hem müşterisi hem öğreneni hem unutanı. Ya önereni! Kesinlikle önereni değil. Ancak şika­yet edeni olabiliyor. Bu bir işe de yaramıyor. Hatta şikayetlerin toplamı, kompozisyonun kur­gusunu yapana başka bir kompozis­yon için fikir kütüphanesi olabiliyor ancak.

Bir fırın düşünün. Fırıncı, dün kendisine gelen siparişlerin top­lamı ka­dar mı ekmek çıkarır? Elbette hayır. Çünkü kendisine sipariş falan gelmez. O mahallin nüfusu hakkında bilgi sahibidir. O bilgisine daya­nan bir üretim yapar. Şimdi de bir cep telefonu üreticisini düşünün. İşletme, düne kadar kendisine gelen sipa­rişleri dikkate alarak mı tele­fon çıkarır? Elbette buna da hayır. Çünkü kendisine gelen müşteri gö­rüşleri, mühendislerinin en son kulak verdiği sestir. Bunu çok iyi bili­yoruz. Gözüne kestir­diği pazarın nüfusu hakkında bilgi toplar. O bil­gisi istikametinde “finans organizasyonu ile yol alan pazarlama-propa­ganda”sı uya­rınca üretim yapar.

Bu yaptığımız karşılaştırma bize nasıl bir tablo çıkardı bir baka­lım: Ekmek zarurî ihtiyaçtır ve üretimi de zarurî ihtiyaçlar uya­rınca bir şe­kil/şemal bulmuştur. Peki, ekmek üretimi de telefon üretimi de aynı şekil/şemal üzere gerçekleştiğine göre telefon da bir zarurî ihtiyaç ola­rak algı kazanmıştır. Bu tablo, otomobil için de böyle deniz araçları için de. Elektrikli ev ve işyeri aletleri için de böyle. Hiçbir çeşidi için istisna olmaksızın bütün ayakkabı, don, gömlek, dış elbise için yine böyle. Peki mobilya, döşeme, öğrenim için başka mı? Hayır. Ya çak­mak, kalem, bardak, göz­lük, kaşık, vs. için yine aynı değil mi? Aynı. Yani tabloyu şöyle mi okumalıyız?: Dünyadaki bütün üretim konuları zarurî ihti­yaçtan doğmuştur. Ee, eğer üretim ve müşteriye ulaşma bi­çim­leri aynıysa üretim sebepleri de aynıdır. Peki, tek bir üretim biçimi varsa o halde tek bir ihtiyaç sebebi var demektir ve ihti­yaç derecelen­dirmesi yapmanın bir anlamı kalmıyor demeliyiz, değil mi? Evet öyle demeliyiz. Şu halde zarurî ihtiyaç, kolaylaştı­ran ihtiyaç, güzelleştiren ihtiyaç tesbitlerinin bir hükmü yok. Ha belki var. Eğer bu derecelen­dirmeyi sadece pazar fiyatına daya­narak yaparsak…

 

 

Yazan: Tahsin Yılmaz Kaynak: AKİS KİTAP

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız