Zamanımız ve Hedeflerimiz
Yani şimdi, bir sorun çıkarımı mı yaptık? Ne dersiniz bilemem. İster sorun ister sonuç. Buraya kadarki sözümüzü bir tahlilden sayınız. Fakat bu noktadan sonra; kimilerinin zamanı yönetmek ismini verdikleri ancak benim böylesi isimlendirmekten imtina ettiğim bir kapıdan gireceğiz.
Serimini yaptığımız tahlile katılıyor musunuz, bunu ne çok merak ediyorum bir bilseniz. Şundan merak ediyorum. Sizden rica edeceğim. Kitabımızın içindekiler listesine bir bakar mısınız? Gördüğünüz başlıklar hayata zaman telakkisi ilişkisinde birer atıftırlar. Bu ilişkiselliğe birlikte bakalım istiyorum.
Şu sonuca varabilecek miyiz? Birlikte bunu başarabilecek miyiz?: Bugünün insanı, önüne aldığı veya önüne çıkan işleri güne, haftaya, aya, yıla, ömre sığdıramıyorlar. Kendilerine verdikleri sözleri vaktinde, yerinde, geçerli ve yeterli bir şekilde bitiremedikleri gibi; eğer tamam edemezlerse ciddî yaptırımlarla karşılaşacakları vakti/saati belli işlere dahi yetişemiyorlar. Bu durumun esas sebebi, bu çağda, yaşadığımız hayatın verili şartlarının bizdeki zaman algısını, zaman belirlenimini öldürmüş olmasıdır. Güncel insanda, şimdinin insanında bir zaman tasavvuru yok. Ve bu sebeple hayatında bir önemlinin bir algının zamanla eşleştirmesi yer almıyor. Haliyle tesadüfler içinde yaşanan bir hayatın dayatmaları karşısındayız.
Birlikte, tesadüflerin dayatmalarına karşı bir duruş sahibi olabilmek için zaman telakkisi inşa etmeyi deneyebilir miyiz? Size teklifim bu. Yöntem olarak da iş yapış tarzımızı ele almayı önemsiyorum. Yeniden bir zaman algısı kazanmanın çözümünü iş yapış tarzı adresinden bulabileceğimize inanıyorum. Buna katılır mısınız?
Eğer iş yapış tarzı konusunun, zaman algılarımızla birinci dereceden ilgili olduğuna katılıyorsanız hayatın gerçeklerine kendimizi uyarlama becerisi kazanmamızı engelleyen birinci etkenin hayatımızdaki gerçeklerin ömrünün uzun olmayışıdır dememiz gerekiyor. Örneklendireyim. Ülkemizdeki televizyon yayınlarının renkli yapılmaya başlanmasını (bu bir gerçek), hayatımıza giren başka bir gerçekle eşleştirebildik ama bilgisayarın ana belleği ile ekran belleğinin ayrıştırılışını hayatımıza giren başka bir gerçekle eşleştirmeye fırsatımız olmadı. Çünkü, yeni yeni dünyamıza giren ürünler henüz bir zamanlandırma kıymeti yaşayamadan çekilip gidiyorlar önümüzden. Bir görünüp siliniyorlar. Öyle ki, “ölü doğan ürünler” tabiri var üretim camiasında, teknoloji çevrelerinde. Yenilik İktisadı diye bir inceleme alanı var, öğrenim çalışmalarımızda. Teknoloji çöplükleri var çevremizde. Öyle boğucu ki yeni bir ürünün pazara giriş sıklığı, üretim maddesi için “geri dönüşüm” ismini verdiğimiz tedarik kaynağı icat edildi.
Bugünün orta yaş diliminde olan insanların nineleri dedeleri hatta anneleri babaları, vaktim yok veya vakit yetiremiyorum şikayetinde bulunmuyorlardı. Kendime göre bir gün, hafta, ay, yıl vs. programlayamıyorum demiyorlardı. Fakat bu insanların çocukları ne kendilerine ait bir zamanlama yetisine sahipler ne de iş yetiştirebiliyorlar. Demek istiyorum ki, işte, bu fark iki neslin iş yapış tarzı arasındaki farka dayanıyor. Demek istiyorum ki, işte bu fark iki neslin hayatına ürün, teknik donanım, alet edevat, eşya, işleyiş, adet, görenek, vb. gerçeklerin giriş hızları farkına dayanıyor. İçgüdüsel olarak bu yeni gerçeklere göre zaman eşleştirmesi yapmak istiyoruz fakat ha nasıl bir ad alacağı belirginleşmeden bir yenisi boy gösteriyor. Bu yeni girdiler, doğal olarak eskinin ürün, teknik donanım, alet edevat, eşya, işleyiş, adet görenek, vb.lerinden ad alan eşleştirmeleri de siliyor. Ürün – Eser ayırımının bir önemi kalmadı.
Durumu geçmişimizden getireceğimiz çözümlerle halledilemez hale sokan başka bir şey daha var. Hani dedik ya, bu çağın yenileri, öyle ki herkesin müşteri olmasını şart koşuyor, dayatıyor. Ama bazı kültürel kodlar, bütün tüketici(!) kitlesinin eşanlı olarak müşteri oluş sürecini yavaşlattığından dolayı bir kısmına yerleşen görenek ve işleyişe kalan kısım yetişene kadar, o geri kalanlar artık bir koşturmacanın içine düşüyorlar. Aa bir de bakmışlar, koşuşturmalarının sebebi olan şey ortadan kalkmış, başka bir şey gelmiş oturmuş. Daha doğrusu oturmamış, kapıdan girmiş. Hadi bakalım o yeni gelene göre ayak değiştir. Hem değiştireceği ayağı düşünecek hem acaba o yeni giren oturacak kadar yaşayacak mı yoksa buhar olup uçacak mı diye bir gözüyle onu takip edecek.
Peki, bu kadar da mı kendimiz dışında gelişenin etkilemesine hazır bir durumdayız? Evet. Maalesef evet. Bu etkiye hazır bir durumdayız çünkü, buna hazır yetişiyoruz. Şimdi izaha çalışayım. Ne demiştik; bu konuyu iş yapış tarzımızı ele alarak inceleyebiliriz, değil mi? Bakınız, bir tablo çıkaracağım. Sanırım itiraz görmeyeceğim. Efendim, insanoğlunun cemiyete karışmaya hazırlandığı dönem 3-4 ila 18-20 arası yaşlarıdır. Bu yaşlar devresinde hep dört duvar arasındayız. Evde dört duvar, okulda dört duvar. Açık alan tecrübemiz olamıyor. Börtü böcek görmeden, ağaç tokaç ellemeden, kurdu kuşu koklamadan yaşadığımız dört duvar arasında yetiştiriliyoruz. Elimize ayağımıza taş, toprak deymiyor. Öğrendiğimiz isimlerin cisimlerine dokunma tecrübesi yaşamadan bilgileniyoruz. Yani, onlara ait bir zihin-duyu işaretlemesi yapamıyoruz. Çevremize ilişkin böylesi bir körlük ne kadar el veriyorsa o kadar bilgilenme ortamında yaşıyoruz. Hem de bilgilenmenin en önemli yaşlarını kör kör geçiriyoruz. Peki, çevremize körüz de giysi, yemek, binek, eşya falan bütün kullanımımıza sunulanlara dair bilgilenmemiz körlük içinde değil mi? Onlara karşı da kör yetişiyoruz. Fotoğrafımızı çıkaran insan yok hayatımızda. Bir makinada hallediliverilmiş fotoğraflarımız var. Soframızı yapan adamlar yok etrafımızda; sofralarımızı, kıyafetlerimizi, bineklerimizi, evimizi bir marka yapıp çatıyor da bize veriyor. Elinde testeresi, makası, tornavidası olan adamların ürettiği şeyler değil onlar. Bir markadan ibaretler. O markanın arkasını merak eden de, kimin hangi işi yaptığından habersiz insancıkları yahut robotlardan oluşan organizasyonları buluyor. Müzik sadece duyulan bir şey. İnsan hançeresinden de değil, mıknatıslı kartondan veya plastik düğmeden çıkan bir ses sadece. Yani özetle, hayatımıza giren eşyanın hangi mesleğin işi olduğunu bilmiyoruz, bu işin nasıl yapıldığını gözlemleyemiyoruz. Peki, yetişme çağlarında iken karşılaştıklarımızda kendimizi denemek güdümüz ne duruma düşüyor şu halde? O şeye kabiliyetim var mı diye öğrenebiliyor muyuz? Hayır. Kısaca, evden okula; bir dört duvardan diğerine kovalamaca içinde geçen yetişme çağlarımızda müthiş bir aylaklık yaşıyoruz. Bu duvarlar arasında öğrendiklerimiz arasında tek işe deyen ise, yine, nasıl bir şey meydana çıkaracağımızı bilmeden çalışacağımız markaların elemanı olarak donanmak. Başka markaların yeni yeni pazarladıkları ürünlere yetişme yarışına su taşımaya en ehil adam olmak çabasına koyuluvermek. Yani yetişme düzenimiz içinden çıktığımızda, kaybettiğimiz “zaman algılama yetimizi” kazandıracak çözümler keşfedemeyecek duruma geliyoruz.
Yine de “bir yerlerden kötü kokular geldiğini duyabiliyoruz” ki, bunları konuşuyoruz. Bakalım bu konuşma uzun ömürlü mü olacak? Bakalım, burnumuzu bütünüyle koku alamaz hale getirecek yoğunluktaki etkiler içinde iken bile “kötü kokular duyan insanlığımızı” koruyarak, insana yakışan bir çözüm bulabilecek miyiz? Zaman algısı kazanımı kaydedebilecek miyiz?
Usül olarak işleteceğimiz aklımızı da ÜÇ G İKİ Y kuralına bağlamayı öneriyorum: Gerekli, Gerçek, Geçerli, Yerinde, Yeterli. Bir zaman algısı kazanmamız bakımından Gerekli’yi karşılayan olgunluğa bu noktaya kadar eriştik düşüncesindeyim. Şimdi bu noktadan sonraki bütün incelemelerimizde karşılayacak olduğumuz iki tane g ve iki tane y kalmış bulunmaktadır.
Günlük Hedefler ve Zaman
Zaman, mekan ve hareket. İster insanı sınırlayan ister bütünleştiren deyiniz. İster insanı tamam eden ister insanın kendini ifade ettiği deyiniz. İşte onu çepeçevre saran şeyleri saymaya kalksak uzun bir liste meydana çıkar. Ama bunların en özeti ve bunların hepsiyle ilişkili olanlarını tesbite çalıştığımızda zaman, mekan ve hareket isimlerine ulaşıyoruz. Bir bebek iken daha, soyutlar alemine giriyor insan. Yakın olanı uzak olanı, hızlı olanı yavaş olanı keşfedişi, o soyutlardan ilk sırada yer alanlarıdır. Hemen bitsin veya bitmesin duygusu o bebeğin, çocuğun davranışlarında gözleniyor. Rakibinden önce ele geçirmek için hızlı hızlı gidiyor, koşuyor bir şeye; oyuncağa, topa, meraklandığı bir eşyaya. O şey aklında iken, annesinin ona yemek yeme, yıkanma, giyinme gibi dayatmalarından bir an önce kurtulmak çabası içine düşüyor. Elde ettiğinden uzaklaşmasına sebep olanı kendisinden uzaklaştırmaya uğraşıyor. Sonra bu süreleri ölçmek dürtüsü uyanıyor, bunu izah edemiyoruz. Nasıl, iki sene içinde yüzlerce kelimeyi hem öğreniyor hem kullanacağı yeri tayin edebiliyor ve biz buna hayret ediyoruz; işte aynen süreleri ölçmek dürtüsünü de izah edemiyoruz. Ne diyor? Hatırlayınız, “yarın gideceğiz oğlum” diyoruz da anlayışını doğrulatmak için bize “baba yatacağız kalkacağız da gideceğiz değil mi?” diye sormuyor mu? Gün, dün, yarın anlamlandırmasını yatmak – kalkmak durumuyla eşleştiriyor, ilk elden insan. Akşam yemeği için babanın eve gelişi, sabah yemeği için kalkmış olmayı bekliyor.
Belki gün’den başka süreleri yılı, haftayı, ayı, mevsimi ilk elden keşfeden olmuştur. Fakat genellikle önce gün’ü keşfederiz. İçine girdiği dünyada etrafındaki olayların sıralanışını, farkedilebilir ayrılışı ve birinden diğerine geçişi gözlemlediği süre; yatmak ile kalmak arasına sığanları zaten. Yani güne sığanlar.
Alışkanlıklarımızın büyük bir kısmının, gün içinde yapageldiklerimiz cümlesinde olduğunu söyleyebiliriz buradan. Yani genellikle etrafımızı kazanışımız, etrafımızın bize karışmaya başlayışı “alma zamanı” dediğimiz çağlarımızın hadiseleri olduğundan ve üstüne “adam sınıfına girme zamanı” dediğimiz çağımıza kadar hep tekrarlandığından; günün olayları alışkanlık haline gelirler. Ve yine genellikle günün olayları, zarurî olanlardan ibarettirler. Çoğunluğu zarurî hale gelir sonra ve giderek, zaruret içermeyenlerin toplamı zarurî olanlara eşitlenir. Zaruret içermeyenler ise gün içinde olup bitecek kısalıktaki “hayatı kolaylayan” ve “hayatı güzelleştiren” özellikli hareket ve durumlardır. Buradan şöyle bir gruplama yapabiliriz sanıyorum: Gün içine sığan oluş-bitişler ya seçmelerimize kendisini dayatan ya da seçmelerimizle yer alan türdendirler. Yani, bir günlük hareket ve durumlardan bir tür vardır ki, günle zaten birliktedir bir tür de vardır ki, onu güne biz katarız. Gün içine sığmaması ya içeriğinden/özelliğinden yahut seçimdeki yanlışlarımızdan kaynaklanır.
Kararlarımız olacak yani. Böylece günü yarım bırakmamış olacağız. Güne sığacağız. Bu bir hedef. Ve hedefi bulduran şekilde işlemek şartına bağlanacağız. Kestirebildiğimiz şartlarımız birer alt hedef oluyor demek ki. Sonuçta şuraya mı vardık?: Zorunluluklar ve seçimlikler ayırımıyla güne ait hedeflerimiz olacak.
Günün zorunlu hedefleri: Uyan, sabah yemeği ye, işine başla, gündüz yemeğini ye, işini tamamla, akşam yemeğini ye, bakımını yap, uyu.
Günün seçimlik hedefleri: Çevrenle iletişimde ol, öğreticiler edin, nefsini tatmin et, yapıp etmelerine ilişkin alet-edevat edin, güzelleş, para-mal biriktir.
Komik bir durum doğdu değil mi? Bence değil. Bunların hepsi birer gerçek. Fakat komiklik, bu yapılacaklar listesini biz tayin ettik biz işletiyoruz gibi geldi de ondan. Burada yaptığımız bir yerde günü standartlaştırmak. Anlaşmamızı kolaylaştıracak bir düşünme meydana getirelim, bakınız. Bizler dünyada yok iken, işler de yok idi. Yani işler dünyaya bizden sonra geldi. Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü isimli romanında, bu durumu şöyle veciz ifade etmiş: “Dostum, işler bizden sonra dünyaya gelmiştir, işleri onları görecek adamlar icat eder”. Yani işlerimiz, bizim dünyaya gelişimizle birlikte gelenler ve bir de dünyaya kendi ihtiyarımızla getirdiklerimiz olarak belirleyebiliriz. Yukarıda söylemiştik, zorunlu işler ve seçimlik işler diye. Zorunlu işler doğduğumuz anda doğan işler oluyorken, seçimlik işlerimiz ise bizim doğurduğumuz işlerdir. Buradan şu sonucu çıkarabiliriz. Her hal ve karda gün içindeki işlerimizin hepsini bir icad ettik. Yanı sıra işlerimizin güdümünde günü yaşamak var; bir de günü yaşarken işlerimizi güdebilmek. Eğer işlerimiz bizi güdüyorsa o günü biz yaşamıyoruz da, işimiz bize bir günü yaşatıyor diyebiliriz. İşin dayatmasında kalıyoruz diyebiliriz. İşlerimizi güdebilmeyi başarmak zorundayız yani. Güttüklerimizde de bir sonuç gözetiriz hep. Yani sonuçları hedef ediniriz.
Bütün bu çıkarımlarımız, gerçekliğin tesbiti anlamına geliyor. Bu sebeple zorunlu ve seçimlik olmak üzere yaptığımız iki ayrı liste komik değil: Gerçek.
Az önce standart lafı ettik. Buradan hemen, işimizi gütmek anlayışını, şu standart lafı ile karma edelim şimdi. Bakalım önce, bir standart nereden doğar?
1) Zaten yapılan işin tahliline dayanarak doğar,
2) O işle ilgili değilse bile zaten görülen oluş-bozuluşun tahliline dayanarak doğar,
3) Hem yapılan hem görülenlerin tahliline dayanarak doğar.
Tahlile konu ettiğimiz bir şeyi haliyle parçalıyoruz önce. Dolayısıyla gün içi hedeflerimiz birer gerçek olan uyumak, çalışmak, tanışmak, vs. işlerden oluşuyorlar.
Gereklilik anlayışımızı “zaman ve zamanımız” bölümü ile “zamanımız ve hedeflerimiz” bölümünün girişinde dile getirmiştik, hatırlayalım. Arkasından günün gerçekliğine değindik. Robotik geldiği için günün işleri komik bulunabilir yanılgısına düşmemek için, gerçeklik keşfi yönünde bir düşünme ortaya koyarak durumu açıkladık. Yine de birşeyler eksik gibi. Geçerlik düşünmesiyle bu eksiği de tamam edebiliriz.
Bir işin gün içine sığması gerçeği o işin günün neresine yerleşeceği bakımından geçerlik kazanacaktır. Uyandığınızda, önemi yüksek şekilde karşımıza çıkan gereklilik öncelikle yemek işimizin yerini belirliyor. Günün bize getirdikleri ve bizden götürdükleri dolayısıyla bakımımızı yapmak işine, gün içinde bir yer tayin ediyoruz. Günün ikinci, üçüncü yemeği işi de; kaybettiğimiz enerjiyi kazanmaya ve yine harcayacağımız enerjiyi almaya en uygun gelen yere yerleşiyor. Bu sebeplerle, gün içinde hangi işi günün neresine yerleştireceğimizi belirliyoruz. Belirlemek önemine katılıyoruz.
Bir yere atadığımız işin, başka bir işin yerini tayinde etkili olduğu ortaya çıkmış olmalı. Farkettiniz değil mi? Uyumakla bitirdik günü. Uyanmak gelecek sonrasında. Peki uyumak ne kadar yer işgal edecek? Dinlenmeye yetecek kadar. İlk yemeğimizi yiyeceğiz akabinde. Arkasından çalışmaya başlayacağız. Peki ilk yemek işimiz çalışma işimizin başlangıcına nasıl tesir edecek? Doymamıza yetecek kadar, başka bir ifadeyle çalışmamız için gereken enerjiyi kazanana kadar yememiz sayesinde elbette. Ya ne kadar çalışacağız? Gerekli gördüklerimizi yerine getirmek gibi çok geniş bir alanın sınırlarına dokunmuş oluyoruz şimdi. Fakat bu genişlikte bir değini gün sınırlarını aşacağından, “ne kadar çalışacağız” sorusunu geniş ele alışımızı “zamanımız ve işimiz” başlığımıza bırakıyoruz şimdi. “Ne kadar çalışacağız” sorusunu cevaplamayı, yani çalışma işimizi yerleştireceğimiz yeri gün sınırları içinde kalarak şöyle belirleyeceğiz: “Yorulana kadar”. Yorgunluğumuz ikinci yemek işimizin başlama yerini belirledi bakın.
Bütün bu, bir işin, diğerine sıra devretmesi serimimiz, farketmiş olmalısınız; üç g iki y kuralındaki yeterlik ve yerindelik kriterlerine karşılık geliyor. Güne işlerimizi sığdırırken yaptıklarımız eğer bir mesleğe benzetilirse, o mesleğin icrası içindeyken aslında bir meslek adamı gibi davranmaktan daha çok sergüzeşt içinde oluş kabulünü egemen kılmakla pek bir yerinde davranmış oluruz. Yani gün içindeki yapıp etmelerimiz bizim için bir sergüzeşt olmalı ki, günümüz, sekiz kenar cismin yuvarlanması gibi tangır tungur görünmesin. Eğer günü, bir sergüzeşt idrakiyle yaşamaya dikkat edersek, tam çember bir tekerleğin yuvarlanması gibi tatlılık hissedebileceğimizi bilelim.
İşte bu noktada, günün seçimlik işleri imdadımıza yetişmektedir. Zaten güne, bir sergüzeşt karakteri kazandıran da aslında bu tür işlerdir; seçimlik işlerimiz.
Yani, oluşumuna ancak kelle sayısına dahil olmak kadarcık katkımız bulunsa bile içinde yaşadığımız cemiyete sunduğumuz dostça ilgi; en belirsiz ve o oranda derin bir sevme şekli. Çevremizle iletişimimizin hem başladığı hem beslendiği kaynak. Dost aranıp taramamak yani. Bulunduğumuz yerde dost edinmek. İşte halkın dostları halka dost olanların tarifi. Ki, çevremizle iletişmek adında somutlaşıyor. Bu da mı iş olacak şimdi? Hayır, böyle sormayın. Sormayın evet, çünkü çevremizle iletişmek, bir iştir. Çevremiz benimle iletişmiyor da ben mi iletişeceğim? Böyle de sormayın. Karşılayana muhtaçlık içeren her şeyde olduğu gibi, yönelim tek taraflı olsa da bir yönelim olduğu için orada diğer biri ille de var. Bir de diğerinden yönelim alınmışsa o şey birliktelik karakteri kazanacaktır. Yani selamımızın alınacağını kim garanti etti de, yanındaki boş koltuğa oturduğumuz kişiye selam vereceğiz!? Selamımız alındı ise ne saadet. Fakat alınmayacaksa bile selamlaşmada bulunmakla çevremiz ile iletişiyor durumdayız. Cenazelere iştirak edeceğiz. Hasta ziyaretinde devam edeceğiz. Sıla-i rahim yapacağız. Büyüklerimizin eline gideceğiz. Alış-veriş ettiğimiz bakkala, manava, pazarcıya hoş sohbet davranacağız. Fakat yine de çalışma işinin yerini bozmayacağız. Yemeklerimizin yerini değiştirmeyeceğiz. Uyumamızı uyanmamızı şaşırtmayacağız. Günün zorunlu işlerini aksatmayacak, artırmayacak, eksiltmeyeceğiz ki seçimlik işlerimizde belirleyen kişi hep biz olalım. Etrafımızda öyle bilinen kişi olacağız ki, çalışmaya giderken bizi oyalamayı ayıp bilip ona göre davranacak çevremiz. Çalışmamızdan bizi alıkoyamayacaklar tanışlarımız.
İş arkadaşları ile selam, hasbıhal ne üşeneceğimiz ne uzatacağımız bir şeydir. Müşterilerin, mükelleflerin, hepsi için geçerli bu. Bu işin yeri… Çıpalı bir iş değil, bu anlaşıldı ama. Soluk almak mesabesinde bir iş. Ne kadar süren bir iş… “Ne iyi ettim de selamladım” “gözlerinden gördüm çok makbule geçmiş” sesini gerek çevremizden gerek içimizden duyacağımız kadar sürecek.
Öğreticiler edinmek de günün işidir. Seçimliktir hem. Disiplinli bir kurumda, meslek öğrenmeyi anlamayın bundan. Öyleyse eğer zaten o, çalıştığımız şey anlamına gelir. Nasıl söylenir; okul, kurs çalışmadır, öğretici edinmekten kastettiğimizin dışındadır onlar. Şu soru-cevap meramımı aktarmaya yeter sanıyorum: Çocuklar çalışır mı? Evet onların meslekleri olan oynamak, öğrenmek ve büyümeklikleri çocuğun çalışma hayatıdır. Öğretici edinme işinden olarak kişiye göre birçok değişik uğraşı sayılabilir. Kitap okuyucusu, bir öğretici edinmiştir mesela. Günün haberlerine gazeteden yahut başka bir vasıtadan kulak vermemiz öğretici edinimidir. Hobiler, edinilmiş öğreticilerdir. Bu işin en esaslısı da kendimizi öğretici edinmektir. Yürürken, otobüste, arabada, yıkanırken, tıraş olurken, piknikte, yeni tanışmalarda, vs. ya tahlilci gözümüzle bakmakla kendimizi öğretici edinmek yahut tek bir yöne yoğun düşünürlüğümüzle kendimizi öğretici edinmek gailesi içinde olalım. Teknenin yüzmesini, bayrağın dalgalanmasını, çocuğumuzun sevinmesini, trafik kazasının feciliğini, kuşların ferahlatıcılığını, suyun azizliğini, vs. teklere yoğunlaşın. Bir kendinize has “düşünme sanatı” inşa edin mesela. Belki Erol’un niye öyle davrandığını düşünün. Ergin oğlunuzdaki değişmeleri düşünün. Çocuklarınızın biricikliklerini, şahsî birimcikliklerini düşünün. İnsanların, size, zihinlerinde nasıl bir tanım verdiklerini düşünün. Sizi sınırlamamak için hüküm vaz etmek istemiyorum ya, aslında insanın edineceği en iyi öğretici kendisidir.
Nefsini doyurmak işi var bir de. Yani o, kendini doyuranın kim olduğunu bilsin. Köpek kendini doyuran eli ısırmaz, itaat eder o ele. Nefis de böyledir. Eğer sizi doyuran o ise vay halinize. Hem aklıma gelmişken söyleyeyim. Hani hiperaktif çocuklar var ya. Bir hasta olarak ele alınıyorlar. Davranış bozukluğunu aşmış, tam karakter bozukluğu da denemeyen arada duran, müthiş enerjik tarz içindedirler. Yüzsüz, arsız noktasındaki durumlarını bir kenara bırakırsak diyebiliriz ki o çocuklar; tatminsiz sonra nefisleri tarafından doyurulan ebeveynlerin çocuklarıdırılar hep. Nefsini sen doyur ki, o seni, vitrin önünden kapı arkasına, meydan anıtından kadın kalçasına, internetten kalıp atölyesine, sohbetten filme alıp götürüp sürükleyemesin.
Alet-edevat edinmeyi de günün işleri arasına koymuştuk. Otomobil, makine, demirbaş, vb. şeyler gelir belki aklınıza hemen. Ve bunların günün alet-edevatı ile ne gibi ilişkisi vardır diye sorabilirsiniz. Alet-edevat oluşları itibariyle ilişkisi var tabi. İşlerimize en uygun aleti kullanmanın gün içine yerleşen bir değeri var haliyle. Ama bunların gün içinde edinilmesi değil, kullanılması bakımından gün değerlendirmesine girmesi anlamlı. Bunların edinilmesi “zamanımız ve çalışmamız” bölümünde ele alınmalı. Elbette kabul edeceğinizi bekliyorum; gün içinde edinilen alet-edevat da vardır. Yani bir gün içinde edinilmesi mümkün olanlar. Bunlardan biri eskilerin tabiriyle “akıl defteri” dediğimiz alettir. Her an yanımızda bulundurduğumuz. Hafızanıza güvenmeyiniz, yazınız ilkesini hep dikkatte tutmaktan icap eden bir alet. Sonra hep kalem taşımak. Mesleğinizin esaslı demirbaşı da olabilir bu. Elektrikçi için “kontrol kalemi” mesela. Marangoz için, tesisatçı için şerit metre, terzi için mezura ve toplu iğne gibi. Bilgisayar teknikeri için program veya donanım sürücüleri gibi. Öğrenci için defter ve kalem… Şu akıl defterini anlatalım hele. Hani ajanda deniyor ya şimdilerde işte o. Bugün, çalışmanız gereği bir temsilci ile görüştüğünüzü varsayın. Görüşmeniz ileride belli bir güne, karşılıklı sözleşmeniz sonucunu doğurduğunda; o günü, ilgili kişiyi, sözleşmenin anahtar kelimelerini hemen akıl defterinize yazınız ki, unutmayın. Hem unutmayın hem o sözleştiğiniz günün hedeflerinden birini tayin etmiş olun da başka hedeflerle keşmekeş hasıl olmasın.
Yine, şehrinizin toplu taşıma vasıtalarının hareket tarifesini, taşımacılık tarifelerini bildiren yazılar elinizin altında olsun. Mühendis iseniz mesela, demirbaş formüllerinizi elinizin altında tutun. İnşaatçısınız diyelim, statik hesap tabloları. Muhabirsiniz diyelim, ses kaydedicisi belki fotoğraf makinesi. Çanta taşımak. Mevsimi gereği şemsiye yahut hırka, ceket. Hatta, kendi şartlarımız uyarınca tesbit ettiğimiz miktarda, yanımızda hazır bulunduracağımız bir para, günün alet-edevatından sayılmalıdır.
Güzelleşme işini anmıştık. Bunu ayna karşısında geçirdiğimiz anların işleri olarak da kabul edebiliriz. Karakterimizi, ruhsalımızı inşa eden işlerimiz olarak da. Kıyafetimize veya gönül ferahımıza yöneldiğimiz anların gün içinde bir yer sahibi kılınmasına dikkatinizi çekmek istiyorum. Bunları güneşin günlük devrine bağlamak en isabetli olanıdır. Gün içinde hangi yerde durduğu ile birlikte nasıl bir somutluk taşıyacağını da belirlemek gereği var. Yani namaz kılacaksınız ve öğlen namazının yeri belli, şekli de. Yani, bir giyim seçeceksiniz ve bu o günün getireceği beklenenlerle belli.
Bütün bu, günün seçimlik işlerine yer tayin edişimiz onların günümüzü bozan etkilerinden korunmuşluğumuzla ve günümüzü inşa edişleriyle sonuçlanacaktır. Lafı uzatmaya gerek yok. Açıklamalarımızda yer almamış örnekleri, siz okuyucu olarak kendi şartlarınızın getirdikleriyle eşleştirerek gününüzün hedeflerini bir disipline sokabileceksiniz.
“Ama, bu nasıl bir saate, nasıl bir makineye, nasıl bir yönetmeliğe benziyor farkında değil misiniz” diye mi sordunuz? Pekala, hem sınırlanmışlık duygusundan kurtulmuş hem de günü en güzel ölçülülük içinde yaşayabilmenin cevabını arıyorduk değil mi, şu konuştuklarımızla? Evet. Şu halde, bir örnek vermeliyim. Yahya Kemal’i örnek tutacak olursak; sınırlanmışlıktan azade bir hayat, serbest yaşanan bir gün ama serkeş değil. Hakkında yazılanlardan, hatıratlardan bunu keşfediyoruz. Çevresiyle ilişkisinde kurumlaştırdığı bir rakı sofrası adeti var kendisinin, üç duble rakıyı aşmaz imiş. Zira gece zirveye ulaşmadan (Mustafa İnan’ın biyografik romanını kaleme alan Oğuz Atay’dan öğreniyoruz ki) saat 10’da yatarlarmış kendileri. Hem şair, yani çalışması ilham perisine bağlı bir adam hem yatma saati konusunda titiz. Çelişik mi geldi, yanlış rivayet mi yoksa? Peki, bugüne kadar ismi, eserleri, üretimleri itibariyle toplumsal hafızada kayıtlı kalmış hangi adamı akla getirirseniz getiriniz, bir de onlar en serbestlerin hatta en serkeşlerin, avarelerin işidir diye bilinen mesleklerin adamı olsunlar ki bunlar; gün içi işlerini tam bir disiplin içinde gören adamlardır, göreceksiniz.
Yazan: Tahsin Yılmaz Kaynak: AKİS KİTAP