Sevdiğimiz sürece kaygılanıyoruz; çocuğumuz için, sevgilimiz için, eşimiz için, kendimiz için. Peki ya kaygı bizim göbek adımızsa, kaygılanmadan bir adım atmıyorsak? Oysa gereksiz kaygı, boş midede dönüp duran mide asidi gibi bizi içten içe eritip bitirir
Tilki susup uzun uzun Küçük Prens’i süzdü:
– Lütfen, dedi, evcilleştir beni!
– Seve seve yapardım bu işi, dedi Küçük Prens, ne yazık ki çok vaktim yok. Dostlar bulmam, çok şey tanımam gerekiyor.
– Ancak evcilleştirdiğin şeyleri tanıyabilirsin, dedi tilki. İnsanlar artık hiçbir şeyi tanımaya vakit ayırmıyorlar. Hazır şeyleri satın alıyorlar tacirlerden. Dost satan tacir olmadığı için, insanların dostu da olmuyor hiç. Sen dost olmak istiyorsan, evcilleştir beni!
– Ne yapmalıyım, diye sordu Küçük Prens.
– Çok sabırlı olmalısın, diye yanıt verdi tilki. Önce benden uzakta, şöyle, otların üstüne oturacaksın. Ben sana göz ucuyla bakacağım, sen hiç ağzını açmayacaksın. Çünkü dil yanlış anlamaların asıl nedenidir. Ama her gün bana biraz daha yakın bir yere oturacaksın…
Ertesi gün Küçük Prens yine geldi.
– Aynı saatte gelseydin daha iyi olurdu, dedi tilki. Sözgelimi öğleden sonra saat dörtte geleceksen, ben saat üçte mutlu olmaya başlarım. Vakit ilerledikçe, ben de kendimi o ölçüde mutlu hissederim. Saat dört oldu mu da kıpırdanmaya, kaygılanmaya başlarım şimdiden; mutluluğun değerini anlamışımdır! Oysa sen herhangi bir saatte gelirsen, yüreğimi gelişin için hazırlayamam…
Ünlü yazar Antoine de Saint Exupéry’nin, çocuklar için yazdığı “Küçük Prens” adlı kitabı aslında tam bir büyüklere masallar kitabı. Kaygı ve sevgi konusunda da çok güzel sohbetler içeriyor. Exupéry’nin izinden gidelim; evcilleştirdiğin şeye bağlanırsın, onu seversin ve onu sevdiğin için de kaygı duyarsın. Yani umursadığımız zaman kaygı duyma ihtimalimiz yükselir…
İnsanlar neden kaygı duyar?
Mehmet, Arzu’ya saat yedide evde olacağını söylemişti. Saat yediyi çeyrek geçe, Arzu endişelenmeye başlamıştı. Bir dergi okumaya çalıştı ama saat yedi buçuk olduğunda okuduğu tek satırı bile anlamadığını fark etti. Aklı Mehmet’teydi; “Acaba niye gecikti? Bir şey olsa bana haber verirdi. Kaza mı yaptı?” Arzu dergiyi bırakıp televizyonu açtı, sadece birkaç dakika konsantre olabildi, saatin yedi kırk olduğunu görünce kalkıp odada gezinmeye başladı. Saat sekizde, Mehmet köprü trafiğine sövüp sayarak eve geldiğinde Arzu derin bir nefes aldı, birden rahatladı. Yüzüne bir gülümseme yerleştirmeye çalıştı ve Mehmet’e, onun için kaygılandığını söylemedi. Eğer Arzu kaygı kontrolünü yapabilen birisi olsaydı, bu bir saatlik rahatsız edici bekleme sürecinden kendini kurtarabilirdi. Kaygının iki özelliği, tekrarlayan düşünceler üzerindeki kontrolsüzlük ve işlerin daha da kötüye gideceğini düşünme eğilimidir. Bazen kaygı sizi doğruyu yapmaktan alıkoyar, mesela kırdığınız bir arkadaşınızı arayıp ondan özür dilemek istersiniz, bunu ne kadar çok ileri atarsanız o kadar zorlaşır.
Zaman kaygıyı arttırır
Kaygı “Doğru”dan Uzaklaştırır “. Belki… özür dilemeliyim.” Bazen insanlar sevdikleri insanı kırdıktan sonra tepkisiz bir duruma geçiverirler. Hiçbir şey olmamış gibi davranmak onlara daha kolay gelir. Bazen gerçeği görmelerini engelleyen öfkeleridir, bazen ise yanlış yaptıklarını bilmeleri… İşte kaygı bu noktada insanı ele geçirir. Kaygılanmak bazen çocukluktan edinilmiş bir alışkanlıktır. Çünkü hepimiz farkında olmasak da ailemizi kopyalarız. “En kötüsünü” beklemenin normal olduğu bir ailede büyüdüysek, bizim de “en kötüsünü” beklememiz normaldir. Konu üzerinde fazla araştırma olmasa da kaygının sağlık üzerindeki olumsuz etkisi büyüktür. Bir çalışmanın sonucuna göre, oldukça sıradan bir ameliyat için gereğinden fazla kaygılanan insanların iyileşmeleri daha uzun sürmektedir. “Endişeden yataklara düşmek” günlük hayatımıza girmiş ve kaygıyla hastalık arasındaki gizli bağı çok iyi açıklayan bir deyimdir. Kaygının ilk etkisi uykumuzu bizden almasıdır, sonrasında eksik uyku sebebiyle hormonlarımız salgılanma düzenlerini değiştirirler. Bu yüzden de nezleden (yani bağışıklık sistemimizin zayıflamasının ilk etkilerinden) başlayarak daha ciddi bir yelpazeye kapımızı açarız.
Sesinizi duyurun, önce kendinize!
Kaygı istem dışı bir etkinliktir ve başlayacağı zamana karar veremezsiniz. Bir kere başladı mı durdurmanız zor olur oysa bu duyguyu doğru kullanabilirseniz size problemi göstermek konusunda yararlı bile olabilir. Kaygı, vücudun sahip olduğu tek uyarı sistemi değildir, fiziksel acı da iyi bir uyarandır. Düşünün ki apandisitiniz tehlikeli bir durumda, fiziksel olarak acı hissetmeseniz nasıl önlem alır ve hayatta kalırdınız? Bu yüzden problemi çözmeyi denemeden önce akıl sağlığınızın (!) yerinde olması gerekiyor. İlk adımınız sakinleşmek ve gevşemek. Kaygının kaynağını tanımladıktan sonra kendinize soracağınız ilk soru, “Ben bununla ilgili ne yapabilirim” olmalı. Karşı karşıya olduğunuz sorunla ilgili birden fazla çözüm yolu bulabilirsiniz. Hiçbir şey yapamayacağınız durumlarda ise en doğru seçenek kaygılanmamayı seçmektir. Çünkü gereksiz kaygı, boş midede dönüp duran mide asidi gibi sizi içten içe eritip bitirir. Bazı çözüm önerilerine sıcak yaklaşmayabilir ve ilk tepki olarak “Evet ama” deyip geçebiliriz. Bu tepki bazen çözüm bulmaktan kaçtığımızı gösterir çünkü bir sorunu çözmek için öncelikle onunla yüzleşmemiz gerekir.
Kaygılı insanlar olaylara olumsuz yaklaşırlar ve genelde düşük bir özgüvenleri vardır. Hadi, çekinmeyin, kendinizi inceleyin ve kendi cevaplarınızı bulun. Düşünceleriniz duygularınızı etkiler ve bilinçaltınız her istediğinizi ekebileceğiniz verimli bir tarla gibidir. Solucanları ve kemirgenleri salarsanız tarlanıza, doğal olarak verimli mahsul alamazsınız. Düşüncelerinizin duygularınızı etkileyeceğinin farkına vardığınız zaman olumsuzların yerine doğruları yerleştirmek daha kolay olur. “Ben nasıl olsa bunu beceremem”, “Elbet bir aksilik çıkar”, “Yanlış yapabilirim” gibi düşünceler kesinlikle olumsuzdur ve önünüze set çekerler. Siz de o duvara çarpıp geri dönen sönük bir şelale gibi kalakalırsınız. “Umarım yolunda gider”, “Başarma ihtimalin yüksek”, “Bu kez doğruyu yapacağım” gibi düşünce biçimleri ise olumsuz gibi görünmeseler bile şüphe doludurlar. Şüphe ise kaygının kız kardeşidir. Yeni beceriler öğrenmeye çalışırken, alıştığınız olumsuz düşünme şekli sizi engelleyebilir. İlk kez problem çözmeye çalışırken hata yapabilirsiniz ama bu çabalarınızı “yenilgi” olarak kabul etmezseniz, vazgeçmezsiniz. Böylelikle sık sık pratik yaparak yeni beceriler kazanma şansınız olur.
Kaygıyı arttıran düşünce modelleri siyah-beyaz düşünme
“Ya hep ya hiç! Beceremezsem vazgeçmeliyim.” Yerine: “Sorunumu çok etkili bir biçimde çözemedim ama kaygımı daha çok kontrol edebildiğimi hissediyorum.”
Aşırı genelleştirme
“Şimdi işe yaramadı, sonra neden yarasın ki?” Yerine: “Bugün kötü gitmiş olması, yarın da gideceği anlamına gelmez, sakinleşip tekrar denemeliyim.”
Kendini suçlamak
“Her şey benim yüzümden ters gitti.” Yerine: “Elimden gelenin en iyisini yaptım, işlerin ters gitmesi aptal olduğumu göstermez.”
Gelecegi tahmin etmek
“Kesinlikle ters gidecek.” Yerine: “Sürekli başkalarının tepkileri veya olayların sonucu hakkında fikir yürütüyorum ama ben akıl okuyucu değilim.”
Başarıları gözardı etmek
“Bu sorunu çözdüm, ne oldu sanki!” Yerine: “Sorunu çözdüm ve daha az kaygılandım. Bu büyük bir başarı, kendimi ödüllendirebilirim.”
kaynak: COSMOPOLITAN