Bir akşamüstü vaktinde, günün yorgunluğunun akşamın telaşına karıştığı yoğun dakikalarda kapıdan içeriye giren kişi kulağıma eğilerek dedi:
“Sanırım ben iyi bir eş, iyi bir anne, iyi bir dost ve iyi bir kul olabilmeyi aynı anda beceremiyorum. Acaba ne yapmam gerektiği konusunda bana yardımcı olabilir misiniz?”
Dönüp baktım, sorunun sahibi anne gibi gördüğüm sevgi dolu bir yürekti. Dalgın ve düşünceli duruşundan sıkıntılı olduğu hemen anlaşılıyordu. Bütün işlerimi yarım bırakarak, onu dinlemeye öncelik verdim. Yanına oturdum ve sordum:
“Niçin beceremediğini düşünüyorsun? Bunu sana düşündürten bir şey mi oldu?”
“Aslında somut bir olay var diyemem. Sadece çok uzun zamandır böyle hissediyorum.”
“Uzun zamandır hissettiğin nedir?”
“Hayatımda hiçbir şeyin tam olmadığı sıkıntısı.”
“Tam olsaydı nasıl olması gerekirdi sence?”
“Şöyle ifade edeyim; bir öğretmen olarak öğrencilerime en iyi şekilde eğitim vermeye çalışırken evimde eşime, çocuklarıma olan ilgim yetersiz kalıyor.
Başta hasta olan annemle olmak üzere etrafımdaki insanlarla gerektiği kadar meşgul olamıyorum. Zamanımı doğru kullanmayı beceremeyerek çevremdekilere haksızlık ettiğimi düşündüğüm için de Allah’a yakışır bir kul olamadığıma inanıyorum.”
“Bahsini ettiğin noktalarda sana yetersiz olduğunu kim söylüyor?” “Eşin mi?”
“Hayır.”
“Çocukların mı?”
“Hayır.”
“Annen, komşuların veya dostların mı?”
“Aslında hiçbirisi.”
“Öyleyse Yaradan sana rüyalarında kötü bir kul olduğunu ilham ediyor olmalı…”
“Değil.”
“Peki, o zaman kim?”
“İçimdeki ses böyle söylüyor.”
İçsesimiz sürekli bizimle konuşur. Onu fark etsek de etmesek de aslında her an duyuyoruzdur. İçimizden geçenleri susturmamız mümkün değilse bile savaşmadan akıp gitmelerine izin verebilir, iki düşünce arasındaki mesafeyi uzatabiliriz. Bir filozofun dediği gibi; varlığımızın ispatı düşünebilmemizde saklıdır ve hiç düşünce denen şey yaşamın durduğu andır.
Sonuçta başkalarının ne dediğini merak ettiğimiz kadar zaman zaman kendimizin bize neler söylemekte olduğunu durup dinleyebiliriz. Hatta onları analiz ederek kimden miras aldığımızı veya ilk ne zaman sahiplendiğimizi öğrenebiliriz.
“Hiçbir şeyi tam olarak beceremiyorum.” diyerek tekrarladığımız yargı adeta annemizin sesiyle beceriksizlik etmememiz gerektiğini söylüyor olabilir. Duyduğumuz sesin tınısı –sertliği, derinliği-ise yargının derecesiyle ilgilidir.
“Yanlış yapmamalıyım, her şey kusursuz ve dörtdörtlük olmalıdır.” şeklinde yinelediğimiz cümle her defasında gözlerimizin önüne sanki ilkokul öğretmenimizin kızgın çehresini getiriyor olabilir.
Aslında kimlerden hangi fikirleri ödünç aldığımızı bilmek, bir düşünceyi bir karara dönüştürdüğümüz ilk anı hatırlamak ve davranışlarımızla kimleri nasıl modellediğimizi (taklit ettiğimizi) anlamak şaşırtıcı bir deneyimdir.
Anlattıkça yüzünü buruşturan, bıraksam az sonra hıçkırarak ağlayabilecek olan dostuma isterse arka taraftaki odada dinlenebileceğini söyledim. Onun için güzel bir ney musikisi seçip, rahat bir koltuğa oturmasını önerdim.
Gözlerini yavaşça kapamasını, soluk alışverişine konsantre olmasını, bazı mutasavvıfların varoluşun sesi dediği sessizliğin sesine kulak vermesini istedim ondan. Bütün azalarının birer birer gevşeyerek rahatlamasına yardımcı oldum; başının, omuzlarının, göğsünün, karın kaslarının, bacaklarının… Beş duyunun sınırları ötesine çıkarken ona geçmişte yaşadığı her şeyi ışıklı bir yol gibi düşünerek hayalinde belli bir yöne doğru yerleştirmesini söyledim. O da bu zaman dilimini tamamen geride hissettiğini belirtti ancak onu uzun zamandır üzen duygunun geçmişteki izlerine dair herhangi bir şey hatırlamakta zorlandı. Bu kez kısa bir gevşemenin ardından dikkatini iki kaşının arasına vermesini ve hiç düşünmeden konuşmasının talep ederek her şeyin cevabını bilen benliğine içinden bir türlü söküp atamadığı eksiklik duygusunun nedenini sordum. Hemen o anda kendisini çocukluğunun geçtiği mahallede evlerinin önündeki avluda oyun oynarken gördüğünü anlatmaya başladı:
“Avludayım. Bir ambulans sesi duyuyorum. Bizim evin önüne gelip duruyor. Sonra babamı sedyeye yatırıp, götürürlerken ben de uzaktan seyrediyorum.”
“Peki, oradaki senin içinden hangi düşünceler geçiyor?” diye sorduğumdaysa kekeleyerek ve güçlükle yanıt verdi:
“Eğer babam iyileşir de eve dönerse onu bir daha hiç kırmayacağıma ve ona hiç hayır demeyeceğime söz veriyorum.”
Bir anda böyle bir kareyi net olarak hatırlaması kendisini de şaşırttı. Terlemiş, gözbebekleri büyümüştü. Üzerindeki yeleği çıkarırken, pencereyi açmam için ricada bulundu.
Geçmişini geride düşünmüş olması yine de her şeyi arkasına atabilmiş olduğunu gösteriyordu. Ancak çok sevdiği babasının yıllar önce kalp krizi geçirerek hastaneye kaldırılışını dün gibi anımsadığı ve düşüncesini karara dönüştürdüğü bu an zamanla babasıyla olan ilişkisi bağlamında kalmayarak bütün sevdiklerini de kapsamıştı. Bu nedenle çevresindekileri koşulsuzca onaylayarak kimseyi üzmemek adına her surette reddetmekten itinayla sakınması onu sık sık “Biz’in içindeki ben kim” şüphesine itiyordu. Her şeyi yirmi dört saatin içine sığdıramadığı durumlarda da kendi kendisini suçlu ilan etmeyi uygun buluyordu.
Zihnimiz belli deneyimlerden sonra özellikle çocukluk yaşlarında (0-10 yaş) farkında olmadan aldığı bazı kararlarla beyninde “meta-program” yani bir yazılım oluşturarak, yaşamımızın rotasını buna uygun olarak çizmektedir. Sonuçta da bütün hayatımız bir inşaatın temel taşları gibi zihnimize birer birer yerleştirdiğimiz bu kararlar üzerine inşa edilmektedir. Dolayısıyla bu taşlardan birinin yerini değiştirmek demek adeta alttaki küpü çekmek gibi köklü ve çok boyutlu bir değişimi meydana getirmektedir.
Yaşadığımız hayatın içinde hepimizin buradaki baba ile olan münasebetin bütün sevdiklerini sınırsızca kucaklaması gibi örneklerin benzerlerine rastlamamız da mümkündür:
· Kırmızı renkli bir otomobilin içinde kazaya uğrayan kişinin, bir süre bütün kırmızı otomobillerin kaza yapacağına hatta her bindiği arabada aynı hadiseyi yeniden yaşayacağına inanması,
· Bir köpek tarafından ısırılan şahsın her köpeğin ona aynı şeyi yapabileceğine dair bir endişe içinde olması,
· Eşinden ayrılan birisinin kim olursa olsun başlangıçta karşı cinsle olan yakınlığı son derece güvenilmez bulması gibi…
Biz’in içindeki ben küçüldükçe bunalan, büyüdükçe suçluluk hissine kapılan kendisine orta noktayı bulabilmesi için sordum:
“Sence denge nasıl kurulur?”
Dudaklarını büzüştürdü, gözlerini halının üzerinde bir şeyler arar gibi gezdirdi sonra uzunca bir süre sabit bir noktaya bakakaldı ve dedi:
“Bilmiyorum… Aslını sorarsan bütün bildiklerimi de unuttum…”
Sevdiklerimiz de dahil olmak üzere insanlarla olan ilişkilerimizin tamamında ölçülü mesafeler koyamadığımızda çelişkiler ve kararsızlıklarla karşılaşmak nasıl sürpriz bir sonuç olarak değerlendirilebilirdi?
“Eğer sürekli evet dersek bütün evetlerimiz anlamsızlaşır.”
Doğan Cüceloğlu |
Kişisel hareket alanının sınırlarını çizebildiği ve hayır diyebildiği zamanlar üzerinde yoğunlaşırken, bu konuda taşıdığı kararlılığa ve isterse dengeyi sağlayabilme gücünde olduğuna dair inancını gittikçe sağlamlaştırdı.
Özellikle son sözlerim onu oldukça duygulandırdı:
“İçinde bulunduğun bütün konumları hak etmek için özel bir şey yapmana gerek yok. Sadece bunlara layık olduğunu bilmen yeterli. Sen zaten iyi bir eş, iyi bir anne, iyi bir arkadaş ve iyi bir öğretmensin. Tıpkı denizin sayısız damlaları içine sığdırabilmesiyle var olabilmesi, yağmur tanelerinin her birinin birbirine karışmadan yeryüzüne güvenle dokunabilmesi ve gökyüzünün bütün evreni kucaklayabilmesi gibi hepsine bir denge halinde sahipsin ve hepsi de sensin…”
Başını kaldırıp yüzüme tekrar baktığında gözleriyle birlikte gülümsüyordu.
Aradan bir müddet geçtikten sonra bir telefon görüşmemizde bana kısa süreli olmasına rağmen gerçekleştirdiğimiz buluşmadan çok etkilendiğini belirterek hayatındaki bazı farkındalıkları ana hatlarıyla aktardı:
“Hafta içi öğretmenlik yapmaya devam ederken geceleri ve hafta sonlarını eşim ve çocuklarımla geçiriyorum. Fırsat buldukça arkadaşlarımla birlikte olmaya özen gösterdiğim gibi bazen de gelişimime katkı sağlayabilecek seminer ve yayınları takip ediyorum.
Çocuklarıma baktığımda onların ne kadar büyüdüğünü fark ederken eşimin yanında iken neleri paylaştığımızı hatırlarken artık daha çok huzur duyuyorum. Acaba şimdi neyi eksik veya yanlış yapmış olabilirim gibi şüphelerle boğuşmak yerine senin tavsiye ettiğin gibi hepsinin sakin bir nehir gibi zihnimden akıp gitmesine izin veriyorum.
Ölçülü sınırlar çizmeye ve hayır kelimesini kullanmaya başladığımdan beri bir de şunu fark ettim; daha çok özlenip arandığımı ve daha değerli görülmeye başladığımı…
Sanırım bütün bunların adı sizin “denge” dediğin şey olsa gerek, değil mi?”
Yönetmen mi, Seyirci mi?
Hayatımızın hükümdarı olarak
Onu yönetme becerisini mi edinelim,
Olup bitenin seyircisi olarak
Her kederden kaderi mi sorumlu tutalım?
Geçmişteki hatalarımızı kabul ederek
Tecrübelerimizin arasına mı ekleyelim,
Hepsini tek tek karalayarak
Yetersizlik olarak mı tanımlayalım?
Şimdinin gücünün farkına vararak
Her dakikanın kıymetini mi bilelim,
Düne üzülüp, yarına endişelenirken
Zamanın yetmediğinden mi şikâyet edelim?
İstemenin esrarına inanarak
Yeteneklerimizi kullanmanın yollarını mı arayalım,
Her birinin üzerini örterek
Tembelliğe haklı gerekçeler mi uyduralım?
Her şeyde bir güzellik mi görelim,
Her güzellikte bir kusur mu araştıralım?
Dengeyi, huzuru, sakinliği mi tercih edelim,
Öfkeyi, korkuyu, gözyaşını mı seçelim?
Yüzyıllar öncesindeki sözüyle
Mevlana’yı haklı mı bulalım, haksız mı sayalım;
“Evrendeki her şey senin içindedir,
Her şeyi kendine sor…”
ASLI HATİCE ARUSAN
Psiko-zihin Uzmanı