En ciddi problemlerimden birinin uyumsuzluk olduğunu anlamam oldukça güç oldu.
İnsanlar güldüğünde ben ağlıyordum. İnsanlar ağladığında ben gülüyordum. Biri çiçeğin, gülün güzelliğinden söz etmeğe başladığında, ben dikenlerini anlatıyordum. Biri denize gidelim dediğinde, ormana gitmemiz gerektiği konusunda uzun uzadıya bir nutuk atıp, sonra da problem çıkarmak için her fırsatı değerlendiriyordum.
“Buradan gidelim, yoook olmaz şurdan gidelim”
“Bu yol kısaysa ne olmuş, uzun yolunda avantajları olmaz mı, uzun yoldan gidelim”
Şimdi bana komik gelen bu davranış o günler yaşadığım bir realiteydi.
Adeta problem yaratmak için yaratılmıştım. Sanki çevreme hiç bakmıyordum. Doğadaki, yaşamdaki ahengi hiç ama hiç görmüyordum. Şimdi ise size anlattığım ve anlatacaklarımla bu ahengi görmekle kalmıyor, onu damarlarımda hissediyorum.
Sizden suyu düşünmenizi istiyorum. Ama öylesine rasgele bir düşünce olarak değil, onun derinliklerine dalarak. İki hidrojen ve bir oksijenden meydana gelen suyu. Gezegenimizin ve bedenimizin büyük bir çoğunluğunu oluşturan suyu. Yaşamımızın temel taşı olan, her şeyimizle varlığına bağlı olduğumuz suyu. Sel olan alıp götüren suyu.
Kaybettiklerimizin arkasından duyguların anlam bulduğu ve gözyaşına dönüştüğü bir damla suyu. Ya da bir mutluluğun ardından sevinç çığlıklarıyla göz yaşı olarak gelen suyu. Dünyamızın 3’de 2’sini oluşturan suyu. Maaşımızın karşılığında verdiğimiz alın teri olan suyu. Ya da çöldeki yolcu için hayat anlamına gelen suyu. Bitkiye, insana can veren suyu.
Sadece bu kadarla da kalmıyor onun büyüsü. Biri yakıcı diğeri yanıcı olan iki maddeden oluşan bu yapı ateşi söndürüyor. Yani kendi türünden olan şeyi yok ediyor.
Yanıcılığın ve yakıcılığın belli oranlarda ve dengelerde bir araya gelmesiyle sönüyor ateş. Böylesi bir uyumu, böylesi bir ahengi biz insanlar nasıl oluyor da göremiyoruz?
Ya panzehir? Bizi ısıran yılanın zehrinden yapılan panzehir. Bizi kurtaranın bizi öldürecek olandan yaratılması. Çelişkinin içindeki bu denge tüylerimi diken diken ediyor.
Belgesellerde bol bol izlemiştim. Bir canlının ölümü bir başkasının yaşamasına neden oluyordu. Hassas, çok hassas bir denge vardı. Her şey, her yerde birbiri ile uyum içindeydi. Yaşamın kendisi bir uyumdu. Bu uyuma ayak uyduranlar hayatta kalıyorlardı. Uyum sağlayanlar başarılı oluyorlardı. Uyumsuz davranışlar gösterenler elenip gidiyorlardı. Kışın soğuğuna ayak uyduramayan kuru yapraklar ve yazın sıcağına uymayan kar tanesi gibi.
Bazen birbirini tanımayan, ilk kez karşılaşan, iki insanın çok kısa sürede ‘’ Kaynaştıklarını ‘’ , çok iyi ‘’Anlaştıklarını’’ görürüz. Bu durum kimisi için o kadar hızlı ve uçtur ki şaşırır kalırız.
“Siz birbirinizi daha önce tanıyor muydunuz?”
“Hayır, neden sordun?”
“Hiç canım, birbirinize çok çabuk ısındınız da onun için sordum, aynı frekanstan konuşuyorsunuz galiba!”
(Buradaki biraz şaşkınlık hatta belki de biraz kıskançlık taşıyan ses tonunu zihninizde canlandırın lütfen)
“Ha birbirimizden pozitif elektrik aldık ondandır.”
Tüm bunlar uyumu ifade eden cümleler ve kelimelerdir. Bize uyumu anlatır. Uyumu yalnızca bu iki yabancı da bulmayız aslında. Çocuğuyla oynayan annenin ya da babanın hareketlerinde de uyum gizlidir:
“Çocuğuyla çocuk olmuştur.’’
“Çocuğun seviyesine çıkıp onunla çocuklaşır.”
“O gülen yüzü, kahkaha seslerini elde edebilmek için yavrusunun küçük yumak yumak ellerini tutarken, ebeveynin yüzünde aynı çocuksu heyecan vardır.”
Yıllar sonra bir araya gelen kırk yıllık dostlar da uyum içindedir. Yalansız, hilesiz anlatırlar içlerinden geçenleri. Tek bedendirler sanki. Belki de konuşan bedenleri ordayken kim bilir kendileri hangi âlemdedir.
Bir birini seven iki aşığın uyumuna ne dersiniz? Aynı noktada buluşan gözler, birbirini izlerken yakalanan bakışlar, kaçamak dokunuşlar, yolda yürürken atılan aynı adımlar, birbirlerinin cümlelerini tamamlamalar… O mahcup kızarıklıkla, acemi konuşmalarla, elini koyacak yer bulamamakla başlayan aşk bile, iki kişinin ahengi olarak tanımlanmaz mı? İnsanlık tarihindeki aşkın tanımlamalarına bakın. Hepsinin içinde uyumun kokusunu, tadını alacaksınız.
Uyum az bulunan gizli bir niteliğe sahip değildir. Konuşan iki arkadaş, yürüyen bir çift, ders dinleyen öğrenciler aslında hep uyum içerisindedir ve uyum her yerdedir.
İşte bu yüzden hayatımızın bir parçası olan uyumu kontrol etmek bizim elimizdedir.
Yaşamda mutlu olmak için ille de doğal bir uyumun gelip sizi bulmasını beklemek zorunda değilsiniz. Aslında uyumu bilinçli olarak oluşturup, kendi mutluluğunuzu kendiniz yaratabilirsiniz.
Nasıl mı?
Haklı Olmak mı, Mutlu Olmak mı?
Haklı çıkmaktan bıktınız mı?
İnsanların saçma sapan iddialarına karşılık vermek, onlara yanlışlarını göstermek, iddialarından vazgeçirmek, pes ettirmek size artık zor mu geliyor?
Ama yine de kendinizi bundan alıkoyamıyor musunuz?
Nereye gitseniz böyle insanlar karşınıza mı çıkıyor?
Ha bir de tam olarak mutluluğu yakalayamadınız, değil mi?
Belki fark etmişsinizdir, bekli de etmemişsinizdir, ben yine de söyleyeyim: Aynı zamanda uyumsuzsunuz da.
Sürekli bir şeyleri savunmak ve haklılığınızı ispat etmeye çalışmak insanlarla aranızdaki mesafeyi artırır. Benzerlikleri azaltır, farklılıkları çoğaltır.
Kim hatasının bulunmasını ister ki? Sürekli hatalarınızı bulan insanları sever misiniz? Sizinle fikir çatışmaları yaşayan, sizinle çoğu zaman farklı düşünen, karşı kutuplara düştüğünüz insanları çevrenizde ister miydiniz?
Başkalarının hatalarını bulurken üzerinizde kazanmanın baskısı ve kaybetmemin korkusu vardır.
Başkalarına kendi doğrularımızı kabul ettirmek için sürekli boşa giden zamanlarımızı harcarız ve hiçbir şey değişmese de bu tavrımızdan vazgeçemeyiz. Başkalarının hatalarını gösterirsek, karşımızdakinin bundan memnun olacağı gibi bir yanılgıya düşeriz.
“Üstünüzdeki elbise size pek gitmemiş.”
“Gerçekten mi? Evden aceleyle çıkarken öylesine giydim.” (İçsel konuşma: çok biliyorsun sanki geçen gün giydiğin şeyi görmemiş olsak neyse!)
Giyimi eleştirilen bundan hoşlandı mı? Teşekkür etti mi? Durumu kabul etti mi? Hayır.
Burada ortaya çıkan tablo uyumsuzluk olabilir mi? Evet.
Bu güne kadar kaç kere “pat” diye haksızlığını dile getirdiğiniz birinin bundan hoşlandığına, size teşekkür ettiğine şahit oldunuz? Çok az hatta belki de hiç.
Karşıdaki insanı ikide bir düzeltme alışkanlığı olan insanlar pek sevilmezler.
Bir arkadaşımın iş yerinde yaşadığı bir olayı, kahramanların isimlerini değiştirerek sizlere aktarmak istiyorum:
“Metin iş yerimizden gözlüklü bir arkadaştı.” diye anlatıyor: “Onun arkasından “O gözlükleri insandaki kusurları daha rahat görmek için takıyor.” diye dalga geçerdik.
Metin her zaman her şeyin en doğrusunu kendinin bildiğini düşünür ve insanlarla sürekli iddialaşarak haklılığını ispat etmeye çalışırdı.
Bir yerlere giderken arada bir kibarlık olsun diye Metin’i de davet ederdik ama çoğunlukla ondan uzak dururduk.
Bir öğle arası nezaketen gideceğimiz pastaneye Metin’i de davet ettik. Herkesin suratı asıktı. Sanki eğlenceye değil de cenazeye gidiyormuş gibiydik. Tek bir kişi uyumsuzluğu ile o kadar kişinin neşesini adeta emiyordu.
Metin’in eleştirileriyle dolu işkence gibi geçen bir saatin ardından işe dönmek için kalktık. Kasaya vardığımızda, Metin kendisinin ödeyeceğini söyledi. Hiç birimiz bu jestinden etkilenmedik. Bize bir saat boyunca işkence etmenin zevkini çıkaran bir tek o vardı ne de olsa.
Kasadaki genç delikanlı para üstü için bozuk para bulamayınca Metin’den bozdurmasını rica etti. Çok içten ve kibar bir ricaydı bu. Bizler hemen “Ben vereyim, ben de bozuk var.” diye devreye girdik. Ama Metin herkesi susturdu ve kasadaki delikanlıya dönüp, onu eleştirmeye ve müşteriye nasıl davranılması gerektiği konusunda nutuk atmaya başladı.
Delikanlı renkten renge giriyordu. Metin’in “Parayı müşteriden bozdurmasını isteyemezsin.” konulu nutkunu duyan patronda gelip “Müşteri her zaman haklıdır” felsefesinden yola çıkarak sert bir şekilde delikanlıdan özür dilemesini istedi.
Delikanlı cılız bir sesle “Tamam abi, özür dilerim, ben bozdurayım.” diyerek, seke seke tezgahın arkasından çıktı.
Genç delikanlının bir bacağı yoktu!
O anda Metin’in yüzünden belli belirsiz bir suçluluk ifadesi geçerken, zayıf bir sesle “Ben bilmiyordum ki…” diye mırıldandı.
Arkadaşlardan biri parayı ödedi ve sessizce oradan ayrıldık. Herkesin yüzü gelirken olduğundan daha da asıktı. Metin’in yüzü ise adeta taşlaşmıştı. Ne hissettiğini, düşündüğünü anlamak mümkün değildi.
O günden sonra iş yerinde hiç kimse zorunlu olmadıkça onunla konuşmadı. O da içine kapanık, mutsuz bir adam olup çıkmıştı.
Kısa bir süre sonra da işten ayrıldı. Hiç kimse bu duruma üzülmedi.
Onun işten ayrıldığından birkaç hafta sonra iş yerinde, pastanedeki genç delikanlıya bilinmeyen birinden yüklüce bir para gönderildiği söylentisi yayılmaya başladı.
Pastaneye işin aslını öğrenmek için gittiğimizde delikanlı orada yoktu. Patronu “Okulu bitireceğim, çünkü benim isimsiz bir kahramanım var.” diyerek işten ayrıldığını söyledi. Galiba hepimiz o isimsiz kahramanın kim olduğunu biliyorduk…””
Bazen uyumsuzluk yüzünden açtığımız yaraları tamir etme şansımız vardır, bazen de yoktur. Ama önemli olan dönüp dolaşıp bizim mutsuzluğumuz olacak uyumsuzluklarımızı hayatımızdan ayıklamaktır.
Metin’in uyumsuzluğu onun mutsuzluğu olmuştu. O bunu telafi etmek için bir şans elde etti. Ama bu şans ona verilmedi. O nerede hata yaptığını bularak, kendi şansını kendi yarattı. Sonuçta elde ettiği yine, kendi iç huzuru ve mutluluğuydu.
Elbette ki doğrularımızı savunacağız, her şeyi olduğu gibi kabul etmek zorunda değiliz. Ama başkalarını ezerek haklı çıkmak bize istediğimizi değil, istemediğimizi kazandıracaktır.
İnsanlarla uyum sağlayın, onları karşınıza almayın. Onların yanında olun. Göreceksiniz çevrenizde sevilen, takdir edilen, beğenilen, alkışlanan biri olup çıkacaksınız.
Belki insanları karşınıza aldığınızda da sizden söz ediliyordu. Ama kötü yönlerinizden. Şimdi ise sizin sevecenliğinizden, anlayışınızdan, yargısız yaklaşmanızdan, onları anladığınızdan bahsedeceklerdir.
Kim kötü tanınmak ister ki? Aslında başkalarına müdahale edişimiz, farkında dahi olmadığımız bir yönümüzdür.
Bu yüzden kendimize karşı daha uyanık ve dikkatli olmalıyız. Kendimizi başkalarını düzeltmeye çalışırken yakaladığımızda, uyumun gücünü hatırlamalı ve adımlarımızı ona göre atmalıyız.
Bırakın başkaları haklı olsun, ama siz mutlu olun!
İletişim Hayatımızın ve Varlığımızın Medyasıdır.
İnsanlarla iletişime girmeme şansımız yoktur. Sosyal bir varlık olarak en temel özelliklerimizden biri budur. Dolayısı ile iletişim hayatımızın ve varlığımızın medyasıdır.
Her an iletişim içindeyiz. Öncelikle kendimizle, sonrada canlı, cansız tüm varlıklarla ve insanlarla. Öyleyse bu iletişimi en sağlıklı şekilde gerçekleştirmek bizim sorumluluğumuzdadır.
Uyumun ilk ayağı bedenle uyumdur. Sonrada zihnen ve kalben uyum kurmak gelir.
İlgi çekici güzel bir konferansı izlediğinizde, gözünüze ilk çarpan; bir grup insanın aynı şekilde oturduğu, kollarını ve bacaklarını aynı şekilde kavuşturduklarıdır. Başları bile aynı yöne düşmüştür. Nefes alış verişlerinin aynı tempoda olduğunu görebilirsiniz. Bu bilinçaltı düzeyde gerçekleşen işleme ‘’Ayak uydurma’’ denir.
Ayak uydurma kişinin dünyaya bakış tarzına katılmaktır, kişiyi onaylamaktır, ona saygı göstermektir ve onu kabul etmektir.
Onaylamadığınız kişiyi karşınıza alırsanız, düzeltmeye çalışırsanız, kişinin bilinçaltı tarafından bu bir saldırı olarak alınır. Size fiziksel olarak saldıran birine karşı kayıtsız kalabilir misiniz? İletişimde de size uyum sağlamayan, ayak uydurmayan kişi saldırıyor demektir ve kayıtsız kalamazsınız.
Karşınızdaki kişinin görüşünü paylaşmasanız bile ona saygı gösterip, kendi tarafınıza çekebilmek, onu kaybetmemek ve onu kazanabilmek için önce izleyip, bedensel ritmini yakalayıp, aynı dili konuşup, aynı ruh halini paylaşabilmelisiniz. Bu güçlü uyumdan sonra, yönlendirme başlayacaktır.
Tekrar o konferans anını düşünün. İzleyicilerden biri ayaklarının şeklini kollarının duruşunu ve bedeninin şeklini değiştirir. Kısa bir süre sonra farkında dahi olmadan tek tek gruptakiler aynı pozisyonları alırlar. İşte bu yönlendirmedir.
Yönlendirmeyi başardığınız kişileri kazanabilir ve onlarda fark yaratabilirsiniz. Doğrudan eleştirdiğinizde ya da haklılık tartışmasına girdiğinizde elde edeceğiniz tek şey size karşı savunmaya geçmiş bir kişi olacaktır. Oysa uyum kurarak yönlendirme anını yakaladığınızda, karşınızdaki kişiye fikirlerinizi ve düşüncelerinizi kabul ettirebilir, anlamasını sağlayabilirsiniz.
Birçok politikacının, başarılı iş adamlarının bulundukları noktaya gelmelerini sağlayan temel stratejilerinden biri budur. İnsanlarla uyum sağlayarak, yönlendirme yaparak istedikleri sonucu elde etmeyi “Tereyağından kıl çeker” gibi kolaylıkla başarırlar.
İnsanları karşımıza almaya değil, onlara liderlik etmeye ihtiyacımız vardır. Bunu da ayak uydurarak sağlayabiliriz. Daha sonra da kişiye istediğimiz düşünceye göre davranabilmesi için önderlik eder, yol gösteririz.
Şöyle bir düşünün; çevrenizde değiştirmek istediğiniz ne kadar çok insan var, değil mi?
Lütfen burada okumayı bırakın ve bir liste yapın.
Değiştirmek istediklerinizin listesi
1-Çocuklarım
2-
3-
4-
5-
Düşünmeye devam edelim lütfen, bu güne kadar kaçını değiştirdiniz? Çok mu az. Üzgünüm ama bu beklenen bir sonuç.
Elinizde bir çekiciniz var ve her şeyi onunla tamir etmeye çalışıyorsunuz. Buzdolabı mı bozuldu? Hemen kafasına elinizdeki çekiçle vuruyorsunuz. Televizyonunuz mu bozuldu? Vurun kafasına çekici. Kapımı bozuldu, yoksa iş yerinizde patronun davranışlarını mı beğenmiyorsunuz? Ona da çekiç. Tek aletiniz varsa ve bu da çekiçse tek şansınız onunla tamir etmeye çalışmaktır.
Bir aile topraklarında her ürünün yetişmesiyle ünlü olan bir kasabaya tatile gitmişler. Kasabayı gezerlerken meydandaki heykel küçük çocuklarının dikkatini çekmiş ve babasına sormuş: “Babacığım neden onun heykelini dikmişler?” Başını kaldırıp, heykele bakan baba çok şaşırmış. Kasaba meydanın tam ortasında dev bir pamuk kurdu heykeli uzanmaktaymış.
Çocuğuna verecek cevap bulamayan baba kasabalılardan birine sormuş: “Neden bir pamuk kurdunun heykelini diktiniz?”
Kasabalı bilmiş bir tebessümle cevap vermiş: “Bu soruyu buraların yabancısı olan herkes sorar. Biz pamukçulukla geçinen küçük bir kasabaydık. Derken bir yıl pamuk kurtlarının saldırısına uğradık ve tüm ürünlerimiz mahvoldu. Ekonomik bunalım yüzünden çok zor bir yıl geçirdik.
Maalesef ertesi yılda başımıza aynı şey geldi ve pamuk kurtları ürünlerimizi yine mahvettiler. Bir çözüm bulamazsak açlıktan kırılacaktık, çünkü tek geçim kaynağımız pamuktu ve bir yıl öncesinin yaralarını çok zor sarmıştık.
Bizde topraklarımızda başka şeyler yetiştirmeye karar verdik. Ve o zaman gördük ki bizim topraklarımızda farklı mevsimlere, farklı kaynaklara ihtiyaç duyan her türlü ürün birlikte yetişmekte.
Bu durum bizi zenginleştirdiği gibi ün yapmamızı da sağladı. Artık turistler, topraklarında her çeşit ürün yetişen dünyadaki tek yere, yani kasabamıza akın ediyorlar.
İşte bu yüzden pamuk kurtlarına çok şey borçluyuz. Eğer onlar olmasalardı, bunu asla bilemeyecektik.
Şimdi siz söyleyin bakalım, pamuk kurdunun heykelini dikmeyelim de, kimin heykelini dikelim?”
Ya elinizdeki tek aletle her şeyi tamir etmeye çalışırsınız ya da kasabalılar gibi yaşadığınız sorunu kabullenip, ona uyum sağlayarak, farklı alternatifler geliştirirsiniz.
Uyum size alternatif sağlar, alet çantanıza koyacağınız yeni ve etkili aletler sunar. Etkin olmanıza, sonuçlar elde etmenize imkan verir. Pamuk yerine farklı ürünler yetiştirip, o güne kadar fark etmediğiniz zenginliklere ulaşma şansı tanır.
”İnsanlar kendilerine benzeyen insanlardan hoşlanırlar’’
Ters, uyumsuz, kendinden farklı insanlarla iletişim kurmakta zorlanırlar. Birinden bir şey istiyorsanız, önce onun o anlık ruh halini paylaşmanız gerekir.
Çocuğunuz hazırlanmış ders çalışacak veya okula gidecek. Ya da arkadaşları ile buluşacak. Bir bardak su istiyorsunuz ve çocuk size tepki gösteriyor. Bu duruma birçok anne baba sinirlenir, kızar. Hatta “Bizim zamanımızda…” diye başlarlar, “Biz böyle miydik, biz hiçbir şey bulamıyorduk” vb. nutuklar atarlar.
Acaba o mu suçlu yoksa uyumsuzluğunuzla ona saygı duymadığınız mesajını ileten siz misiniz?
Eşiniz, bütün günün yorgunluğunu atmak için tam ayaklarını uzatacağı sırada, bir şey istemeniz veya bir şey yapması gerektiğini hatırlatmanız (muhtemelen acil bir şeyde değildir) o anda, o kişinin ilgi odağını paylaşmadığınızın ve uyum sağlamadığınızın göstergesidir.
Nedense hep başkalarının bize uymasını bekleriz. Hani şu küçük hikayede olduğu gibi:
“Küçükken tüm dünyayı değiştirmek isterdim.” diyor yatağındaki hasta yaşlı bilge. “Çevremdeki kusurları bulur ve değişselerdi ne kadar güzel olacaklarını düşlerdim.”
“Şimdi ölüm döşeğinde anladım ki; dünyayı değiştirmek için en yakınımdan başlamalıyım. Yani kendimden.”
En çok gücümüzün yeteceği kişi bizizdir ve bu yeterliliği ortaya koyduğumuzda, uyum sağlayarak, yavaş yavaş başkaları üzerinde de etkilerimiz olduğunu fark ederiz.
Biriyle iletişim kurarken aceleci davranmamalısınız. Önce o kişinin endişelerinin, sıkıntılarının, arzularının, dertlerinin, sorunlarının, mutluluğunun, beklentilerinin içine girmeli ve dinlemelisiniz. Önyargısız onu anlamaya odaklanmalısınız. Onun durumuyla ilişkili, aynı türden örnekler vermeye özen göstermelisiniz.
Bunların tümü uyum sağlamak ve ayak uydurmaktır. İkinci adım uyumdan sonra kişiyi yavaş yavaş aklınızdan geçen davranışa veya düşünceye yönlendirip, önderlik etmektir.
Karşınızdaki ile ortak noktalar bulup, bu ortak noktalara dayalı iletişim kurmazsanız, asla karşınızdakine önderlik edip, konuşmak istediğiniz konuya çekemezsiniz.
Çocuğunuzun ders çalışmasını istiyorsunuz. Geçmişsiniz televizyonun karşısına, maç izliyorsunuz ve çocuğa sesleniyorsunuz; “Oğlum Ahmet gel buraya-”
Dikkat edin! Sonuç elde etmek istiyorsanız iletişimin bu ilk adımında çocuğu ayağınıza çağırmamalısınız. Hele gözleriniz televizyondayken konuşmak uyum adına hiç olmaması gereken bir durumdur.
Yerinizden kalkmalı, çocuğunuzun yanına gitmeli ve önce neden ders çalışmadığına dair onu dinlemelisiniz. O size ders çalışmamasının gerekçelerini sıralarken, onun büyüğü, ondan daha iyisini bilen rolünden çıkıp, onu gerçekten anlamak isteyen bir arkadaşın davranışına bürünmelisiniz.
İlgiyle ve dikkatle dinledikten sonra sözcükleriniz ve davranışlarınızla, gerekirse kendinizden kısa örnekler vererek onu anladığınızı ona hissettirmelisiniz. Buradaki önemli nokta, vereceğiniz örnekler onun davranışıyla örtüşen, onun duygularını bir zamanlar sizinde yaşadığınızı anlatan örnekler olmalıdır. Onun durumuna zıt düşen ya da öğütler içeren bir örnek ters tepecektir.
Ardından uyumu tam yakaladığınız anda sizin beklentilerinizin ne olduğunu, bunun sizin dünyanızdaki öneminden bahsederek, onun sizi anlamasının ne kadar önemli olduğunu vurgulamalısınız. Bunu vurgularken, ders çalışmasının sizin için anlamını ifade ederken, suçlayıcı ya da nasihat veren tavırdan kaçınmalısınız. Uyum içinde, aşırıya kaçmadan, bu durumun sizin için ne ifade ettiğini açıklamalısınız sadece. İşte bu an ona önderlik edip, yönlendirmeyi sağlayacağınız andır.
Sizinle aynı ortamda ama farklı ruh hallerini yaşayan birisiyle beraberken, önce onun temposunu yakalayıp, ona ayak uydurun. Örneğin siz neşeliyken o ciddi ise, o sessizken siz cıvıl cıvılsanız, önce onun ruh halini paylaşın. Sizde ciddileşin ya da sessizleşin. Tam bir uyum sağladıktan sonra, artık onun ruh halini değiştirip kendinize uydurabilirsiniz.
Olaya Nereden Bakıyorsunuz?
İnsanlarla kurduğunuz iletişimde sıklıkla düştüğümüz hatalardan biri de karşımızdaki kişinin değerlerine, inançlarına göre değil, kendi bakış acımıza göre olayları değerlendirmemiz ve böyle hareket etmemizdir. Bu genelde itici bir etki bırakır.
Karşıdaki kişi ondan farklı düşündüğünüz için görüşlerini size empoze etmeye, sizi ikna etmeye çalışır ya da aksini yaparak görüşlerini saklar ve bir cephe oluşur. Karşıdaki kişiyi anlamamaya veya anlamaya çalışmazsınız, sizde aynı şiddetle karşı koyarsınız. (Hatırlayın ki: anlamadığınız kişiyi etkileyemezsiniz.)
Bunu bir uzak doğu sporuna özellikle de kungfu veya judo ya benzetebiliriz. Karşıdaki ile uyum sağlayıp, onu onun gitmek istediği yöne doğru çekerek, hamle yaptığı yöne doğru oyununu bozabilirsiniz.
Karşıdaki kişinin nereden geldiğini, nesneleri nasıl algıladığını anlamaya çalışmak bu kişiyle iletişim kurmak için hangi taktikleri kullanmanız gerektiği konusunda size bir fikir verir.
Karşıdaki kişiyi kendi fikirleri ve değerleri ile ikna etmek ve kazanmak gerekir. Onun bakış acısını anlayabilmek iletişimin vazgeçilmezlerinden biridir. Fakat siz karşıdaki ile taban tabana zıt bir fikre sahipseniz, bu her zaman kolay olmayabilir.
Güce güçle karşılık vermek Freud’un da üstünde durduğu gibi saldırganlık içgüdümüzün bir gereğidir. Ama akıllıca olan bu değildir. Karşıdakini anlamak ve böylece yönlendirmek akıl sahibi insan için bir içgüdünün esiri olmaktan daha iyidir. Sonuç, ancak bu şekilde elde edilir.
Bir ev gözünüzün önünde canlandırın. Günün belli saatlerinde, farklı mevsimlerde, farklı noktalardan eve bakın, baktığınızı hayal edin, duyun ve hissedin. Bu çalışmayı gözleriniz kapalı da yapabilirsiniz.
Evi kendiniz tasarlayın. İster bir apartman dairesi olsun, ister tek katlı ahşap bir ev, ister şehrin göbeğinde kalsın, ister ıssız bir çölde. Yeter ki sizin hayal gücünüzün ürünü olsun.
Benim istediğim; çok farklı zamanlarda ve farklı açılardan aynı eve bakabilmeniz, hatta yüzyıllar öncesinden ve yüzyıllar sonrasından bile bakabilirsiniz.
Eve her noktadan bakarken; her defasında durup, düşüncelerinizi kontrol edin. Her noktada evle ilgili farklı düşünce kalıpları oluşturduğunuzu gördünüz mü? Çok güzel. İşte her farklı noktadan baktığınız an, aslında farklı birini temsil ediyordunuz. Hepsi aynı şeye bakıyordu ama farklı şeyler duyumsuyorlardı. Hepsi çok farklı insanlardı, farklı kitlelerden gelmişlerdi ve o anki ruh halleri farklıydı.
İnsanlarla doğru iletişim kurmak istiyorsanız onların bulunduğu zamandan olaylara bakmalısınız ve onların evini görebilmelisiniz. İletişim; dolayısı ile yaşamda başarı böyle elde edilir.
Bağcıyı Dövmek mi, Üzüm Yemek mi?
Kendi kendinize sorun lütfen; yaşamdaki amacınız veya davranışlarınızdaki amacınız nedir?
Güzel bir bahçeye girdiğinizde amacınız nimetlerinden faydalanmak, güzelliklerini fark etmek, çiçeklerini koklamak, üzümlerinden yemek mi yoksa bağcıyı dövmek mi?
Bu soruya içtenlikle ve yüksek bir farkındalıkla cevap verirseniz şunu fark edeceksiniz:
Yaşamdaki amacımız sonuç elde etmek olmalıdır. Eylemlerimizin davranışlarımızın altında yatan temel dürtü bu olmalıdır.
Zaman zaman bilinçli veya bilinçsiz olarak amacımızdan saparız ve meyve yemek için girdiğimiz bahçeden, bağcıyı döverek çıktığımızı fark ederiz.
Eşimize, çocuklarımıza, iş arkadaşımıza, annemize, babamıza saldırdığımız ama sonuç elde edemediğimiz ne kadar çok çatışmamız vardır.
Ders çalışması gerektiğini söylemek için odasına girdiğimiz çocuğumuzla, diyalogumuz öyle bir gelişir ki, çoğu zaman kavga etmiş, üzmüş veya üzülmüş olarak kendimizi dışarıda buluruz. Oysa içeri girerken ne kadar iyimser duygulara sahiptik! Ama bir anda en son sırada dahi olmasını istemediğimiz bir sonuçla karşı karşıya kaldık.
İçeri girdiğimiz andan itibaren ne yaptık?
Öncelikle; geçimli, sabırlı ve sevecen bir tablo sergilemedik. En son söylememiz gereken şeyi, en başta söyledik. Konuşmanın bir anda başlayıp, bitmesini arzuluyorduk ve öyle de oldu. Sonuç elde etmeye değil, içinde bulunmuş olduğumuz sıkıntılı ruh halinden kurtulmaya odaklandık ve başardık. O ruh halinden kurtulup, çok daha kötü bir ruh haline girdik.
İhtiyacımız olan şey, öncelikle sakin olmak, sabırlı olmak ve sonuca odaklanmaktı. Çünkü uyumun önemli ayaklarından biri de sabır ve sakinliği koruyabilmektir.
Yaşamın çarklarının istediğiniz gibi dönmesini istiyorsanız, öncelikle olduğu gibi kabullenmeyi bilmelisiniz. Bu da aslında uyum ve ayak uydurmaktır.
Mevcut durumu kabullenmeden, sadece çevremizdekileri kör bir inatla değiştirmeye çalışıyorsak, kaybetmeyi ve sonuçsuz kalmayı, hatta olumsuz sonuçları da göze almışız demektir. Böyle bir hayat bezdiricidir. Kolayca öfkelenir ve tahammülümüzü kaybederiz. Oysa sabır yaşamımıza sihirli bir el girmişçesine sükunet ve kabullenme boyutunu katar. Şunu hatırlayalım ki bir şeyi kabullenmeden değiştiremeyiz.
Öfkeli ve uyumsuz davranışlarımız olayları gerçek boyutları ile algılamamızın önünde bir engeldir. Sıkışık trafikteki halinizi düşünün; birinin sizi sollaması, bir başkasının araya girmesi, arkadan bir korna sesi aslında sizi öfkelendirecek olaylar değildirler. Bir kişinin önünüze geçmesi bile en fazla bir kaç saniye veya dakika kaybettirir.
Oysa öfkeli biri; o an dünyanın sonuymuş gibi algılar, abartır ve zihninde bir probleme dönüştürür. Böylece zihninin çözüm üretmesine engel olur.
Eşimizle, çocuklarımızla, patronumuzla en kritik durumlarda bile karşımızdaki sorunun, basit bir sorun olduğunu kabul edersek, sorun daha kolay çözülür.
Aksine küçük bir olayı, ölüm kalım meselesi haline getirmiş isek, çözümsüzleştirmeyi başarırız.
Bu sebeple uyumun gücünü kullanırken sabırlı ve sakin olmayı kendimize zorunluluk kılmalı, elimizdeki durumu kabullenmeli ve yönlendirme ile arzuladığımız sonuca ulaşarak mutluluğu kendimiz yaratmalıyız.
Zihnimizin İplikleri
Zaman zaman iletişim sorunu yaşadığınız birini düşünün. Bir türlü anlamadığınızı ya da sizi anlamasını arzu ettiğiniz birini seçin.
Gözlerinizi kapatıp, rahatlayın ve o kişiyi karşınızda görün. Zihninizde o kişinin yüzü size dönük, tam karşınızda durduğunu hayal edin. Bu canlandırmada mümkün olduğunca ayrıntıya girin. Ne giymiş, giysileri ne renk, saçları nasıl vs.
Onun bedeniyle sizin bedeniniz arasında bir bağ görün ve hissedin. Bu bağın, rengiyle, şekliyle sizde güzel ve olumlu duygular uyandıran nitelikte olmasına özen gösterin. Bağı detaylı bir şekilde tanımlayın. Arzu ederseniz fona çok sevdiğiniz bir müzik de ekleyebilirsiniz.
Bu bağı güçlendirin. Bu bağın rengini daha da parlaklaştırarak ya da bağı kalınlaştırarak, etkisini ve gücünü arttırın. Fondaki müziğin sesini yükseltin.
Geleceğe uyarlayın: Bugünden sonra o kişi ile bir araya geldiğinizde, kurmuş olduğunuz bağın gücüyle ona karşı daha anlayışlı ve sabırlı olduğunuzu kurgulayın. Gelecekte ona karşı tavırlarınızın değiştiğini, daha uyumlu olduğunuzu görün ve hissedin.
Gözlerinizi açın ve rahatlayın.
Bu çalışma o kişiye karşı uyumu yakalayabilmeniz için ihtiyacınız olan kaynaklara (sabır, önyargısızlık, kabullenme vs) ulaşmanızı sağlayacak ve sizi zihinsel düzeyde uyuma hazırlayacaktır.
Kaynak: Hipnoz ve NLP ile Mutluluğu Yakalayın – Ares Kitap
www.gencgelisim.com