Hipnoz’un Nasıl Kuruldu?

0
900

Yunan Mitolojisi’nin Uyku Tanrısı Hipnoz, Gece’nin oğlu ve Ölüm’ün (Thanatos) kardeşidir. Kardeşi ile birlikte Hades’in Ölüler Diyarı’nda yaşar. Kanatlı bir genç şeklinde tasvir edilen Hipnoz, yorgun insanların alınlarına sihirli değneği ile değerek veya karanlık kanatları ile yelpazeleyerek ya da bir boynuzdan, insanların üzerine bir toz dökerek onlara uyku verir. Tahanatos da kanatlı bir ruh halinde tasvir edildiğinden aynen Hipnoz’a benzer. Hipnoz’un oğullarından biri, Rüyalar Tanrısı Morpheus’ dur.

Hipnoz’un Tanrılar üzerinde bile etkisi vardır. Ana tanrıçalardan Hera, Çanakkale yöresindeki İda dağında Zeus ile seviş¬mek ister. Arzusu, Zeus tarafından reddedilen Hera, Hipnoz’dan gelip Zeus’u uyutmasını rica eder. Zeus da, yarı uykuda iken o sersemlik hali içinde Hera’nın arzularına boyun eğer.

Hipnoz kelimesi, ilk defa Yunan Mitolojisi’ndeki bu anlatımdan esinlenen İngiliz doktor Braid tarafından kullanmıştır.

1.2. Hipnozun Tarihçesi

Franz Anton MESMER (1734 – 1815)
Viyana Tıp Fakültesinde okurken, manyetizma ile ilgili görüşlerden haberdar olan Mesmer, 1765’de “Yıldızların ve Gezegenlerin İnsan Vücudu Üzerindeki Fizyolojik Etkileri” adlı doktora tezini, astronomi ile tıbbı birleştiren bazı iddialara dayandırmıştır. Bu tezde insanların, yıldızların etkisi altında yaşadığını, kâinatı dolduran manyetik bir akımın insanlara nüfuz ederek onların hastalanmasına ve sağlıklı kalmalarına sebep olduğunu ileri sürüyordu. Eğer bu manyetik akım insan vücuduna eşit miktarda dağılmışsa insan sağlıklı, dengesiz dağılmış ise kişi hasta oluyordu.

Mesmer bu görüşlerin etkisi altında olduğu gibi dönemin tıp otoriterlerinden Hofman’ın (1660-1741), Filozof Laibniz’in Monadlar görüşünü tıbba sokmaya çalışan vitalist teorisinden de etkilenmiştir.

Bu arada Cizvit papazı Hell, zaten mıknatısların iyileştirici etkisine inandığı ve tedavi edilecek kişi organlar biçiminde mıknatıslar üreterek kişi tedavi etmeyi denediğinden Mesmer’ in doktora tezi ile pek ilgilendi. Ve ona birkaç mıknatıs gönderdi. İlk defa kalbinden şikâyetleri olan bir kişi üzerinde mıknatısla tedavi gerçekleştirerek parlak bir sonuç alan Mesmer; madem ki, mıknatıstaki akım vücuda geçip orada kalıyor, o halde bu akımı vücuda sindirip, eller ile akıtarak kullanmak ve şifa vermek mümkündür diye düşünmeye başladı. İkinci hasta¬sı Viyana’nın en ünlü hekimlerinin tedavi edemediği, Baron Hareczky idi ve yemek borusu darlığından rahatsızdı. Onu da başarıyla tedavi ettikten sonra Mesmer’ in şöhreti birdenbire arttı ve 1778’den itibaren hastalarını yeni tekniğiyle tedavi etmeye başladı. Böylece, bu tarih itibariyle Animal (canlı) Manyetizm doğmuştu!

Parlak başarıları nedeniyle Mesmer’i çekemeyen meslektaşları çoktu ve bu kıskançlıklar nedeniyle sonunda Viyana’yı terk etti. Bu terk edişte bardağı taşıran son damla, İmparatoriçe tarafından himaye edilen, kör olmasına rağmen oldukça yetenekli bir piyanist olan Theresa Paradi’ nin tedavisiydi. O zamanın Avrupa’sının en ünlü hekimleri, Therasa’nın rahatsızlığına göz sinirleri felci teşhisi koymuş ve bir çare bulamamışlardı. Histerik bir körlüğü olan bu kızı Mesmer tedavisine aldı ve kızcağız yavaş yavaş görmeye başladı. Bu olay Teresa’nın babasının günümüze kadar gelen yazılı hatıra kayıtlarından ayrıntılı olarak tespit edilmiştir. Başarıyı duyan saray doktoru Van Stoerk ve ünlü göz mütehassısı Wenzel kıskançlıklarının etkisiyle kızın annesini, eğer Theresa iyileşirse imparatoriçenin vermekte olduğu ödeneği keseceğini söyleyerek korkuttular. Nihayet, kızını Mes¬mer’in tedavisinden alıkoymak isteyen anne ile reddeden kızı arasında geçen dramatik bir sahnede kızın suratında patlayan bir tokat sonucu, kızcağız tekrar görmez oldu ve kendisini muayene eden hekimler de Mesmer’ in başarısızlığını ilan edince Mesmer de Viyana’yı terk etti.

Paris’e gelen Mesmer, Vendome meydanındaki bir otelde büyük, bir daire Kiralayıp, fakülte hekimlerinden Deslon ile beraber orayı muayenehane haline getirdi ve hızla yayılan şöhretinin akın akın koşturduğu hastalarını tedaviye başladı. Fransa’nın belli başlı şehirlerinde «Societe del’harmarie» adı verilen manyetizma dernekleri kuruldu. Nihayet sene 1874 Kral XVI. Louis, bu konunun bilimsel olarak araştırılması için bir komisyon kurulmasını emretti ve derhal bir değil, iki komisyon kuruldu.

Birinci komisyon Mesmer ile görüşemediğinden başka manyetizörleri inceledi. İlimler Akademisi Üyeleri ve Tıp Fakültesinden bazı profesörlerin oluşturduğu bu komisyonun raporu olumsuz oldu. İkinci komisyon Tıp Akademisi tarafından oluşturuldu fakat sonuç yine aynıydı. Komisyon raporlarından sonra her şey ve herkes birden Mesmer’in aleyhine dönüverdi. Hele manyetizma ile tedavi edilmiş bir hastanın, açık teşekkürü gazetelerde yayınlandığı sırada ölüvermesi, alay ve hakaretleri son noktaya çıkardı. Hezimetin bütün acılarını yaşayan Mesmer, ufukta toplanan büyük Fransız İhtilali’nin de bulutlarını hissederken Fransa’yı terk etti, İsviçre’ye yerleşti ve ömrünü fakir hastalara bakmaya adayarak 15 Mart 1815 de Mersebourg’ da hayata gözlerini yumdu.

Markiz De Puysegur
A. Mesmer’in öğrencilerinden olan Markiz de Puysegur hocasının yolunda çalışmalarına devam ederken, bir gün tesadüfen bir çobanda uyurgezerlik hali yarattığını fark etti. Elleriyle hastanın ağrıyan yerlerine dokunarak çobanın manyetik düzenini normale getirmeye çalışıyordu. Bu sırada sürekli hastanın gözlerinin içine bakıyordu. İki üç dakika sonra kişi kendisini Puysegur’un kollarına bırakmıştı. Bu manyetizmadan tamamen farklı bir durumdu. Hareketsiz duran hastanın bir süre sonra

yürüdüğünü, konuştuğunu ve sorulan sorulara cevap verdiğini gördü. Kişi tüm gürültüye, bağırmaya, çağırmaya rağ¬men uyanmıyordu. Sanki bir uyku içindeydi. Puysegur hastanın gerçekten uyumadığını, söylenenleri anlayıp cevap verebildiğini fark ettiğinden, hastasıyla mutluluk verici şeyler üzerine konuşarak bu konuda olumlu telkinler vermeye başlamıştı. Bir süre sonra uyanan kişi tamamen iyileşmiş bir halde ve sevinç içindeydi. Konuşmaları ise hiç hatırlamıyordu.

1784 Mayıs ve Haziran aylarını böyle tecrübelerle, 10 kişiyi yapay uyurgezer haline koymakla geçiren Puysegur, bu hali normal uyurgezerliğe benzettiği için, yapay uyurgezerlik hali olarak isimlendirmişti. Bu fenomenin keşfi ile Manyetizm tarihinde yeni bir çığır açılmış oluyordu.

Puysegur’ un bu keşfinden sonra 1787’de Petetine, 1813’de Deleuze yapay uyurgezerlikle ilgili kitaplar yayınladılar. Yapay uyurgezerlik yeniden dikkatleri üzerine çekince 1825 yılında Fransız Tıp Akademisi konuyu tekrar görüşme gereği hissetti. Daha önceden Mesmer aleyhine verilmiş olan kararın iptaline karar vererek; manyetik etkileri kabul ettiğini açıkladı.

Dr. John Elliotson manyetizma ile 1837’de ilgilenmeye başladı. Fakat bu davranışı resmi makamlarca kabul görmedi. Durum böyle olunca John Elliotson, üniversitesinden istifa etti. Manyetizma çalışmalarına devam eden J. Elliotson 1843’te Zoist isimli bir dergi çıkardı.

Hindistan’da, Kalküta’da Dr. James Essdaile, Zoist dergisini okuyarak konuyla ilgilenmeye başladı ve 1845’de başladığı manyetik anestezi ile ameliyatlarına 1851’e kadar devam etti. Bu zaman aralığı içinde binlerce ameliyatı başarı ile bitirdi. Ancak 1851’de memleketi İskoçya’ya döndüğünde yaptıklarına kimseyi inandıramadan öldü.

Bu arada kimyasal anestezi tekniklerinin gelişmesiyle birlikte (1844; azot oksit, 1846; eter) manyetizmin ameliyat amaçlı kullanımı giderek azaldı.

DR. JAMES BRAID
Dr. James Braid, usta manyetizörlerin bir sahne gösterisini çok yakından takip ederken, manyetize edilen kişinin gözlerinin sabit olması dikkatini çekti. Kendi kendine bu yapay uyurgezerlik halinin insanın göz sinirlerini yormakla mümkün olabileceğini düşündü. Ve bunu denemeye kadar verdi. Yakınları üzerinde yaptığı çalışmalarda insanların bakışlarını parlak bir objeye yönlendirdi ve onların gözlerini yormaya çalıştı. Bir müddet sonra aynı uyku halinin oluştuğunu gördü. Bu duruma Grekçe uyku anlamına gelen Hypnos (1841) adını verdi. Dr. J. Braid sayesinde yapay uyurgezerlik halinin çok basit bir şekilde elde edilebileceği gösterilmiş oldu. Daha sonra Braid, hipnozun uyku olmadığının farkına vardı, ama isim öylece kaldı.

1842 yılında Dr. J. Braid’ in Britanya Tıp Topluluğuna teklif ettiği hipnoz gösterisi reddedildi. 1843 yılında Dr. Braid Nevrohypnology isimli eserini yayınladı. Fakat Britanya Tıp Topluluğu bu eseri önemsemedi ve alaya aldı. Yine de hipnoz ismi Braid’in çalışmalarının, kendisinden öncekilerin çalışmalarından ayrılmasını sağladı. Braid’in kabul edilmiş ve muhafazakâr bir tıp uzmanı olması ve bilimsel yaklaşıma önem vermesi, bir süre sonra İngiltere’de hipnozun ilk defa saygı duyulan bir konuma yaklaşmasını sağladı.

Manyetik akım olmadan hipnotik durumun oluşturulabileceğini ilk defa savunan kişi Braid’dır. O, hipnozitörün kişiyi yalnızca telkin yoluyla etkilediğine inanıyordu. Bu nedenle hipnozun, hipnozu gerçekleştiren kişinin gizli, sihirli güçlerine değil; kişinin telkine yatkınlığına bağlı olduğu sonucuna varmıştır. Bu nedenle Braidizm olarak bilinen hipnotik uygulamasında, kendisi uygun telkinleri verirken, hastalarından bir noktaya odaklanmalarını istiyordu.

Jean Martin CHARCOT
Fransız nörolog Jean – Martin Charcot olaya daha değişik bir açıdan bakıyordu. Hipnotize edilen kişileri mutlaka açık veya gizli histerik kişiliğe sahip insanlar olarak kabul ediyordu. Ona göre hipnotize olabilmek anormal bir sinir yapısının ürünüydü. Normal kişilerin hipnotize edilemeyeceğini belirtiyordu. Bu görüşü ile Charcot modern hipnoz görüşünün bir parçası haline gelmese de, bu derece saygın bir tıp otoritesinin hipnozu araştırmaya değer bulması, hipnozun saygın ve kabul edilebilir hale gelmesinde önemli katkıları olmuştur.

LIEBEAULT ve BERNHEIM (NANCY EKOLÜ)
Braidism’ in etkisi, yıllar sonra Braid’in kitabını okuyan bir Fransız köy hekiminin çabalarıyla Fransa’da kendini hissettirdi. Liebeault adlı bu hekim, Braid’in sabit bakış tekniğine sözle telkini de ustaca katarak yirmi yıl boyunca hipnotizmayı başarı ile kullandı. Bu teknikle gerçekleştirdiği tedaviden para da almıyordu. Konuyla ilgili kitabını yayınladığı zaman ancak bir nüsha satıldı. Arkadaşları bile onunla ve çalışmalarıyla alay ediyordu. Bu alaya alış, Profesör LIEBEAULT Bernheim’in, onun bir şarlatan olduğunu belirtmek için bir makale yazmasına kadar vardı.Hatta bir gün Bernheim, siyatik ağrılarından şikayetçi bir hastasının kendi¬sinin haberi olmadan Liebeault tarafından tedavi edildiğini duyunca, kızdı ve gidip ona haddini bildirmeye karar verdi. Ama Bernheim her şeyden önce bir bilim adamıydı ve Liebeault ile bir konuşma ve hipnotizma tekniklerini yakından görünce, düşüncelerini değiştirdi. Böylece meşhur bir profesör, basit bir köy hekimi¬nin tedavi metodunu kabul ederek onunla çalışmaya başladı. Ve bu teknikle 10.000 kişi tedavi ettiler.

Liebeault ve Bernheim, hipnozun sadece telkin sonucu ortaya çıkan bir hal olduğunu ilan ederek Charcot ve ekolüne karşı cephe aldılar. 1886’da Bernheim, Telkin Tedavileri adlı kitabını yayınladı. Fransa’nın en ünlü hekimlerinden biri olarak hipnoterapiye yönelmesi oldukça büyük bir olumlu etki yarattı. Bernheim ve Liebeault, Nancy Hipnotizma Okulunu kurdular. Öncelikle onların çabalarından dolayı hipnoz bütün Avrupa Kıtası’nda hekimler ve psikologlar tarafından büyük ölçüde kabul edildi.

Emile COUE
Troyes’li genç eczacı 1885 yılında Liebeault ile ilk kez karşılaştı. 28 yaşındayken yaptığı bu görüşme hayatının akışını değiştirecekti. Liebeault yalnızca bir taşra doktoruydu. Gösterişçi ve hırslı değildi. Telkin fenomenini ilk kez açıkça gözler önüne seren ve neredeyse mucizelere imza atan da oydu. Son olarak Nancy’ye yerleşmişti. Burada, sonradan onun fikirlerini dünyaya tanıtmış olan öğrencisi Bernheim’i bulmuştu. Emile Coue, Liebeault’un deneylerinden bazılarına katıldıktan sonra hipnotik telkinler üzerine çalışmalara ve uygulamalara koyulmuştu. Kısa süre geçmeden bunun içerdiği potansiyelleri kavramıştı. Bir süre tek tek hastalar üzerinde Liebeault’un hipnotik tekniğini uygulamış, daha sonra toplu telkin tedavisine yönelmişti. Coue kendisine tedavi için başvuranları şezlonglara yatırıp, koltuklara oturtmuş, onları derin bir hip¬notik uykuya daldırmaktan yavaş yavaş vazgeçerek, hasta-larında hafif bir gevşeme durumunu sağlamakla yetinmiş, etkili bir dille hastaların tümüne birden seslenerek, onları telkin yoluyla şifaya kavuşturmaya çalışmıştı. Ama Coue hastalarına telkinlerde bulunmakla kalmamış, çalışmalarının ağırlık noktasını, onları kendi kendine telkin tekniğini uygulayacak şekilde eğitmek üzerinde toplamıştı. İşte Coue tekniğinin büyük önemi de buradan gelmiş ve bu noktada küçümsenmeyecek ileri bir adım oluşturmuştu.

Coue1922’de “Bilinçli Kendi Kendine Telkin Yoluyla Kendine Hakimiyet”, 1923’te “Telkin Ve Kendi Kendine Telkin Nasıl Uygulanır?”, yine 1923’te “Tekniğim: Amerikan İzlenimleri “ adlı eserleri kaleme almıştır.

Bu konudaki ilk modern kitap 1933’te Clark L. Hull (1884–1952) tarafından yazıldı: “Hipnoz ve Telkine Yatkınlık: Tecrübi Bir Yaklaşım” Hull’ın klasik kitabının yayınlanmasını takiben literatür hızla genişlemeye başladı ve bugüne kadar da böyle devam etti. 1953’te İngiliz Tıp Cemiyeti, görevlendirdiği bir komitenin raporunda, hem fiziksel hem de psikolojik bozukluklarda hipnozun kullanımını resmen onayladı. Amerikan Tıp Cemiyeti de bu onayı üç yıl sonra verdi.
Sigmund FREUD
Sigmund Freud, görkemli meslek yaşamına hipnozu öğrenerek başladı. Fransa’ya gelmeden önce bile, Avusturyalı nöropatolog Breuer’in ortaya attığı olgunun doğruluğuna inanmıştı. Breuer, hipnoz aracılığıyla, Bertha Pappenheim adında histeri hastası bir genç kızı tedavi ediyordu. Böylece, diyalog yoluyla geriye dönüş düzenlemesini bulacaktı.

Genç, oldukça güzel, çok zeki olan bu kız, çok yönlü huzursuzluklar, besinlerden tiksinme, organların kasılması, kendinden geçme gibi belirtiler gösteren ağır bir sinirsel histeriye tutulmuştu… Hipnotizmayla girdiği trans içinde genç kız konuşmaya başladı; Breuer onu kendisine güvenmesi için yüreklendiriyordu.

Doktor şaşkınlık içinde, Bertha’nın her sinirsel nevroz belirtisinin bir heyecanla ortaya çıkmış olduğunu ve hasta, duygusal uyarının nedeni olayı yeniden yaşarken kaybolduğunu saptadı. Breuer bu tekniğe; Yunanca, ‘ruhun arındırılması, ya da ferahlatılması’ anlamına gelen ‘katarsis’ adını verdi.

Uyanma durumunda genç kız, öteki hastalarda da olduğu gibi, hastalık belirtilerinin nasıl doğduğunu, aralarındaki bağlantıyı ve yaşamındaki herhangi bir etkiyi söyleyemiyordu. Hipnoz durumunda ise, genç kız araştırılan bağlantıları hemen buldu. Freud, bu bulguya derhal inandı. Hipnoz bilinç düzeyini indiriyordu. Böylece, bilinçaltında saklı duygular yüzeye çıkıyordu. Kişi geri dönüşle, derinliklere biriktirilmiş anıları yeniden yaşıyor, belirtiyi süpürerek kendini bağımsız kılıyordu.
Freud’un psikanalizi yaratmaya yönelmeden önce, hipnotizmaya gösterdiği merakı saptamak ilgi çekicidir. O çağda, yine de uyanma durumunda genç kızın kayıtsızca içini dökebildiğine Freud inanıyordu. Psikanalitik yaklaşım Freud’un şunları yazmasıyla belirginleşiyor: Tedavinin amacı, yanlış yollara girmiş duygusal yükü, bir başka deyişle oraya saplanıp kalmış genç kızı, içinde ilerleyebileceği olağan yollara aktarmaktır.

Freud, Yaşamım ve Psikanaliz adlı kitabında hipnoz altındaki işlemlerini anlatırken coşku içindedir: “Paris’te, hipnotizmanın hastalar üzerinde belirtileri ortaya çıkarmak ve sonra da bunları silmek için sakıncasız kullanıldığını görebilmiştim… telkin benim başlıca çalışma aracım oldu… üstelik hipnoz aracılığıyla çalışma göz kamaştırıcıydı… insan ilk kez kendine özgü güçsüzlüğünü aşmış olmanın duygusunu özümsüyordu; mucize yaratan olma adına övgü doluydu.” Bu anlatım, bizzat Freud’un kendisini çözümlemek isteyen biri için verdiği örnektir.

Freud, yine de çok geçmeden hipnoza sırt çevirdi. Bunun ayrıntılı gerekçelerini onun kendinden dinleyelim: “Bir gün çalışma yaparken, uzun zamandan beri kuşkuya düştüğüm şey kendini bana doğrudan doğruya gösterdi. O gün en yumuşak başlı hastalarımdan bir genç kızı, geçmiş neden¬lerden kaynaklanmış acılı buhranlarını bitiren hipnoz durumundan çıkarıyordum. Hastam uyanınca, kollarını boynuma doladı. Bu olayı kişisel dayanılmazlığıma bağlamayacak kadar soğukkanlıydım. Şimdi, hipnozun gerisinde etkili olan gizemli öğeyi düşünüyordum. Onu gidermek ya da en azından yalıtmak yerine, hipnozdan vazgeçmeliydim.”

Freud, böylece yer değiştirici olguyu buldu. Dostu Breuer de ona, Bertha Pappenheim ile buna benzer bir macera geçirdiğini itiraf etti. Güzel hastası iyileşince, yalnızca aşkını ilan etmekle kalmıyor, ona istemeden sorumlusu olduğunu öne sürdüğü hayali bir gebeliğin tüm belirtilerini sergiliyordu.

Ruhsal yer değişim korkusu, Freud’u hipnoza sırt çevirmeye yönelten etkenlerden biridir; hipnozun inatçı gizemliliği ikinci neden olabilir. Freud hastanın kişiliğine gerçek bir yağma uygulayan sihirsel bir eylem saydığı hipnozlu telkine düşman kesiliyordu artık. Üstelik belki de asıl neden Freud’un bu tekniğe egemen olamayışıydı. Eğer Freud iyi bir hipnotizmacı olsaydı; psikanaliz bugün belki ‘hipno-analiz’ olarak daha erken bir dönemde var olacaktı.

1891’de İngiliz Tıp Cemiyeti hipnozun doğası ve değerini araştıracak bir komite görevlendirdi. Araştırmanın sonunda hazırlanan raporda hipnoz fenomenin gerçek olduğu ve tedavi sürecinde hipnozun kullanımının da tatmin edici bulunduğu belirtildi. Hipnozun eğlence amacıyla kullanılmasının doğru bulunmadığı da belirtildi. Fakat soruşturmanın olumlu sonuçlarına rağmen; hem Britanya’da hem de Britanya dışında hipnoza olan ilgi azalmaya devam etti. Özellikle de Freud’un bu yaklaşımı bırakması hipnozu büyük ölçüde geriletti. Pek az istisna hariç, hipnozun kullanımı, yeniden şarlatanların, eğlence dünyasının ellerine düştü; bu da onunla ilgilenme konusunda uzmanları ürküttü.

Birinci Dünya Savaşında savaş nevrozlarının hızlı bir şekilde iyileştirilmesi ihtiyacı ortaya çıkıncaya kadar hipnoza olan ilgide bir canlanma olmadı. Hipnoterapi bu alanda değerini kanıtladı ve tekrar dikkatleri üstüne çekti. İlk çalışmaların çoğu doktorlar tarafından yürütülmüş olsa da, 20. yüzyılda psikoloji biliminin gelişmesi, hipnozu bilimsel inceleme altına alma sürecinde psikologların rolünü arttırdı.

2. Hipnozu Açıklamaya Yönelik Teoriler

Hipnozu açıklamak için bugüne kadar çok çeşitli görüş ve teoriler ileri sürülmüştür. Fakat bütün bunların hiçbiri, hipnozun doğasını açık, kesin ve net bir şekilde açıklayamamıştır. Bu durumun en önemli nedeni de, hemen her araştırmacının kendi tecrübe ve bilgi birikimiyle kendi inanç ve düşüncesi doğrultusunda teoriler geliştirmesi olmuştur. Araştırmacıların her biri kendi yakaladığı gerçeğin sınırlı bir parçası ile gerçeğin tamamını açıklamaya çalışmaktadır.

Hipnozun doğasını açıklamaya çalışan görüş ve teoriler Mesmer’le başlamış, gelişmeler değişmeler göstererek günümüze kadar sürmüştür. Bu teorilerin her biri zamanla yerini bir sonrakine bırakmış bazen de yeni bir bulgu yada fenomenin gösterilmesiyle eski görüşler ve teoriler yeniden gündeme gelmiş ve taraftar bulmuştur. Buna iyi bir örnek; detayları Hipnozun Tarihçesinde anlatılan Mesmer’in “Evrensel Fluid” teorisidir. Dr. Braid’in Manyetik etki ve paslar yapmadan da hipnoz oluşabildiğini göstermesiyle unutulan bu teori sonradan birtakım paranormal fenomenlerin ancak bu akışkanlarla oluşabileceğinin ileri sürülmesiyle tekrar gündeme gelmiştir ve bu teorinin günümüzde de savunucuları bulunmaktadır.

Bu kitapta; hiçbiri tam ve doyurucu olmayan ve bilimsel açıdan doğruluğu yada yanlışlığı kesin olarak ispatlanamamış olan bu teorilerin belli başlıları hakkında fazla detaya girmeden kısa bilgiler verilecektir.

2.1. Magnetisma Animale Teorisi

Hipnozu açıklamaya çalışan ilk teori Franz Anthony Mesmer tarafından ileri sürülmüştür. Bu teoriye göre bütün kainatı canlılıkla ilgili “manyetik bir akışkan” doldurmaktadır. Mesmer bu akışkanın mıknatıslardan veya hipnoz yapabilen kişilerden hipnoz olacak kişilere geçtiğine ve hipnozun bu şekilde oluştuğuna inanıyordu. 1765’de yayınladığı “Yıldızların ve Gezegenlerin İnsan Vücudu Üzerindeki Etkileri” isimli doktora tezi ile bu teorinin temellerini atmıştı. Bu tezinde “Kainatta hiçbir boşluğun olmadığına, maddelerin bölünebilen en küçük parçalarının bile aralarındaki boşlukların akışkan bir cevherle (fluid) dolu olduğunu belirtiyordu. Bu akışkanın canlı cisimlere değişik etkileri olduğunu, aynı zamanda da canlı cisimleri çeşitli gök cisimlerinin etkisine maruz bıraktığını ileri sürüyordu. Bu akışkanın insan vücudunda da özel bir etki ettiğini, insanı çevresindeki diğer canlı ve cisimlere karşı etkili olmaya kabiliyetli kıldığını açıklıyordu. Bu akışkanın canlı cisimlerdeki etkisinin mıknatısın etkilerine benzer gördüğünden bu etkiye de “Canlı Mıknatısiyet = Magnetisma Animale” diyordu. İnsanda da mıknatıslarda olduğu gibi kutuplanmalar olduğunu, bu kutuplanmalarda bir dengenin bulunduğunu, bu dengenin bozulması ile hastalıkların ortaya çıktığını ileri sürüyordu. Parmak uçlarından bu manyetik akışkanın diğer insanlara geçtiğine inanan Mesmer, pas adını verdiği el ve kol hareketleri ile bu akışkanı hastalarına geçirerek hastalarını tedavi ettiğine inanıyordu.

Mesmer’in bu açıklamaları doğrultusunda hipnoz olayı önceleri “Magnetisma (Manyetizma)” olarak anılmış, Mesmer’in açıklamalarına da “Magnetisma Animale” teorisi yada “Fluidistik” görüş ismi verilmiştir.

2.2. Hipnotizma Görüşü

Mesmer’den sonra yapılan pek çok çalışmada hipnotik trans halinin oluşmasında hipnoz yapılacak kişiye mıknatıslarla veya elle “Pas” yapılmasının şart olmadığı gösterildi. Özellikle bu konuda geniş çalışmaları bulunan Dr. Braid (1795-1868) deneklerin bakışlarını belli bir nesne üzerinde sabit hale getirmekle transın oluştuğunu gözledi. Sonuçta hipnoz oluşması için “Manyetik akışkanların” geçmesinin gerekli olmadığını göstermiş oldu. Bu çalışmaları sonucunda Dr. Braid, hipnotik trans haline Yunanca uyku anlamına gelen hipnoz (Hypnos) adını verdi. Manyetizma deyimi yerine de hipnotizma deyimini kullandı. Sonradan bir çeşit uyku hali olmadığı anlaşılmakla birlikte, hipnotik trans hali bu tarihten sonra hipnoz olarak anıldı. Dr. Braid hipnotizma ile ilgili görüşlerini açıkladığı “Neurohypnology” isimli bir de eser yayınladı. Ancak bu eseri ilgi görmedi. Dr. Braid hipnotik trans haline uyku anlamına gelen hipnoz demişti ama tam olarak, hipnozun “Bir çeşit uyku veya uyku benzeri bir hal” olduğunu söylememişti. Hipnozun uykunun bir çeşidi olduğunu ileri sürenler ise Braid’dan daha sonraki zamanlarda hipnozu araştıran fizyologlar olmuştur.

Mesmer’in bu açıklamaları doğrultusunda hipnoz olayı önceleri “Magnetisma (Manyetizma)” olarak anılmış, Mesmer’in açıklamalarına da “Magnetisma Animale” teorisi yada “Fluidistik” görüş ismi verilmiştir.

Hipnotizma Görüşü
Mesmer’den sonra yapılan pek çok çalışmada hipnotik trans halinin oluşmasında hipnoz yapılacak kişiye mıknatıslarla veya elle “Pas” yapılmasının şart olmadığı gösterildi. Özellikle bu konuda geniş çalışmaları bulunan Dr. Braid (1795-1868) deneklerin bakışlarını belli bir nesne üzerinde sabit hale getirmekle transın oluştuğunu gözledi. Sonuçta hipnoz oluşması için “Manyetik akışkanların” geçmesinin gerekli olmadığını göstermiş oldu. Bu çalışmaları sonucunda Dr. Braid, hipnotik trans haline Yunanca uyku anlamına gelen hipnoz (Hypnos) adını verdi. Manyetizma deyimi yerine de hipnotizma deyimini kullandı. Sonradan bir çeşit uyku hali olmadığı anlaşılmakla birlikte, hipnotik trans hali bu tarihten sonra hipnoz olarak anıldı. Dr. Braid hipnotizma ile ilgili görüşlerini açıkladığı “Neurohypnology” isimli bir de eser yayınladı. Ancak bu eseri ilgi görmedi. Dr. Braid hipnotik trans haline uyku anlamına gelen hipnoz demişti ama tam olarak, hipnozun “Bir çeşit uyku veya uyku benzeri bir hal” olduğunu söylememişti. Hipnozun uykunun bir çeşidi olduğunu ileri sürenler ise Braid’dan daha sonraki zamanlarda hipnozu araştıran fizyologlar olmuştur.

2.3. Fizyolog Görüşleri

Bir fizyolog olan Bernet hipnozun serebral korteksin bazı temel hücrelerinin fonksiyonlarındaki değişiklikler sonucu oluştuğunu ileri sürüyordu.

Meşhur Rus fizyoloğu Pavlov ise yaptığı uzun çalışmalar sonunda hipnozun birtakım şartlandırma refleksleri ile oluştuğunu ve normal uykunun bir çeşidi olduğunu söylüyordu. Pavlov’a göre normal uyku ile hipnoz arasında, kantitatif bazı farklar dışında asla kalitatif bir fark yoktu Hipnotik trans hali de normal uyku gibi tamamen “Korteksin bir inhibisyon hali” idi. Pavlov inhibisyonun normal gece uykusunda tüm kortekse yayılmış olduğu halde, hipnozda korteksin belli bölgelerine lokalize olduğunu söylüyordu. Hipnoz seanslarında kişi ile kurulan temasların, korteksteki inhibisyon alanları dışında kalan “Uyanık” kısımlar sayesinde olduğunu ileri sürüyordu.

Pavlov’un bu açıklamaları ilk bakışta büyük ölçüde doğru gibi görülmektedir. Fakat; kortekste uyanık kısımların kalarak uyuma hali yalnızca hipnoza has bir durum değildir. Başka bazı durumlarda da benzer hallere rastlanmaktadır. Örneğin gece çok uykusuz kalmış, yorgun düşmüş ve bu nedenle uyuyakalmış bir anne kolay kolay uyandırılamazken, çocuğunun hafifçe ses çıkarması onu kolayca uyandırabilmektedir. Benzer şekilde değirmen gürültüsünde uyuyan bir değirmenci, değirmenin durmasıyla hemen uyanmaktadır. Her iki örnek hipnoz dışında da kortekste uyanık kısımlar kalarak uyunabildiğini göstermektedir.

Yine bugün için biliyoruz ki; hipnotik durum fizyolojik açıdan uykudan çok uyanıklık haline benzemektedir. Çünkü; Hipnotik trans halinde çekilen EEG dalgaları uykudaki bir insanınkinden çok uyanık ve şuurlu bir insanınkine benzemektedir. Yine uykuda bazal metabolizma hızı % 10 azaldığı halde hipnotik trans halinde değişmemektedir. Benzer şekilde beynin oksijen ve glikoz tüketimi de uyanıklıktaki gibidir. Uykuda tendon refleksleri tamamen ortadan kalktığı yada oldukça zayıfladığı halde hipnotik trans halinde uyanıklıktaki gibi normal bulunmaktadır.
Diğer bazı fizyologlar ise hipnotik durumun merkezi sinir sisteminin aktivitesindeki değişiklikler sonucu yada beyin içindeki bazı ganglionların inhibisyonu ile oluştuğunu ileri sürmüşlerdir. Günümüz fizyologları ise hipnozu, “Birbirini takip eden telkin veya çeşitli uyarımlar sonucu nörolojik mekanizmalarla ortaya çıkan spesifik bir Fizyolojik hal” olarak tarif etmektedirler.

Bütün yönleri ile ele alınıp incelendiğinde hipnotik trans halini sadece fizyolojik mekanizmalarla açıklamanın da mümkün olmadığı kolayca anlaşılacaktır. Özellikle de hipnotik trans halinde ortaya çıkan ve ilerde incelenecek olan paranormal fenomenleri bugün için bilinen fizyolojik mekanizmalarla açıklamanın imkanı yoktur.

2.4. Psikiyatristlerin Görüşleri

2.4.1. Histeri Görüşü

Bu görüşlerden ilki Charcot’un görüşüdür. Charcot; histerinin sinir sistemindeki bir bozukluktan meydana geldiğini, hipnozun da ancak benzeri sinir sistemi rahatsızlıkları olanlarda meydana gelebileceğine inanıyordu. Gerçekte histeri konusunda zamanında büyük çalışmalar yapmış olan Charcot’un kendisi hiç hipnoz yapmamıştı ve yalnızca asistanlarının yaptığı toplam 15 hipnoz vakası üzerinde çalışmıştı. Bu vakalar da kendi kliniğindeki histeri vakaları idi. Charcot’un görüşleri önceleri taraflar bulmuşsa da sonradan tamamen terkedilmiştir. Günümüzde yalnızca histerik kişilerin değil, aynı zamanda aklı başında normal kimselerin de hipnoza gayet uygun kişiler olabildiği herkes tarafından kabul edilmektedir.
Düşünme becerisinin geliştirilmesi yönünde yapılan çalışmalar sonucunda, ‘kavramsal terapi’ tekniği ortaya atılmıştır. ‘İyimserliğin Gücü’, ‘Dostluğun Gücü’ adlı kitapların yazan olan Alan Loy McGinnis’e göre ‘kavrama terapisi’, dış olayların değil düşüncelerin ruhu biçimlendirdiği gibi basit bir fikre dayanır. Kavramcı hipnozitörlere göre duyguların olaylardan doğduğunu var saymak yanlıştır. Duygular daha çok olayların ortaya çıkardığı düşüncelerden doğar. Düşünceler gerçekle uyuşmadığında, çoğunlukla gerçekler düşünceye uydurulur. Bu tür direnç ve içten karşı çıkışlar çok kuvvetlidir ve çoğu zaman onları yenmek olanaksız görünür. Şöyle bir eğilim vardır: ‘Hata yapmış olamam. Anne babamın söyledikleri her zaman doğrudur. Doktorumun söylediği doğrudur. Sen ne söylersen söyle ben haklıyım.’ Bu haklı olma oyunu istendiği kadar genişletilebilir; eğitime, evliliğe, mesleğe, bilime, politikaya ve dine uyarlanabilir.

Kavramsal terapinin çarpıtılmış düşünce olarak tanımladığı, aslında olumsuz düşünceden başka bir şey değildir. İnsan olabildiğince çabuk bir şekilde bu çarpıtılmış ya da olumsuz düşüncelerden sıyrılmanın yollarını bulmalıdır. Bu konuda birçok teknik vardır.
Olumsuz düşünce yapısından ve olumsuz düşüncelerden sıyrılmaya yardımcı olacak tekniklerden biri psikolog Robert Oyler tarafından keşfedilmiştir. Teknik şuydu: Bileğinize lastik bir bant takıyorsunuz ve günün yirmi dört saati çıkartmıyorsunuz. Kendinizi, otomatik olumsuz düşünceler den birini yinelerken yakaladığınızda lastiği çekip bırakıyorsunuz. Böylece birkaç hafta size, belli kavramsal çarpıtmaları ne kadar sık yinelediğinizi fark ettiriyor. Başka bir tekniği de Marilyn vos Savant ileri sürüyor: “Mantık doğru düşünmenin temelidir; duygulardan ve tutkulardan arınmıştır. Mantık silahını taşımaya başladığınızda,düşünmenin ve sorun çözmenin yeni alanlarına doğru gözü pek bir şekilde ağır ağır ilerleyebilirsiniz.

Çalışma ABD’deki ünlü tıp araştırmaları merkezi Mayo Clinic tarafından gerçekleştirilir. İngiltere’deki The Daily Telegraph Gazetesi okurları arasında yapılır: Çalışma için The Daily Telegraph gazetesi iki ayrı baskı yaptı. Aynı gün, ülkenin değişik yerlerinde dağıtımı gerçekleştirilen birinci baskıda, okurlara günlük aktivitelerini nasıl artıracakları öğretildi. Örneğin işe ya da okula yürüyerek gitmek, TV’yi uzaktan kumanda yerine cihazın üstündeki düğmeleri elle kontrol etmek, asansör ye-rine merdivenleri kullanmak gibi… İkinci baskıda yayınlanan ‘zayıflama önerileri’ listesi ise tek bir madde içeriyordu: ‘Daha zayıf olmayı düşünün ve hep zayıf olacağınız günü hayal edin…’ Bir ay boyunca uygulanması istenen bu öneriye katılan her iki gruptan da günlük beslenme alışkanlıklarını değiştirmemeleri istendi. Bir aylık süre sonunda, belli bölgelerden seçilen ve önerilere sıkı sıkı uyan 500 okurun durumları incelendiğinde, aktivite artıranlarla sadece dü¬şünmekle yetinen grubun kilo kayıpları arasında hiçbir fark bulunmadığı görüldü. Çalışmaya katılan ve söylenenleri harfiyen yerine getirenlerin yarısından fazlası, hangi tekniği seçerse seçsin, bir ayda yaklaşık 1,5 kilo civarında zayıfladılar. Çalışmayı uygulayan Dr. James Levine, düşünmek ile zayıflama tekniğinin ilk kez denendiğini ve sonuçları yorumlarken dikkatli davrandıklarını hatırlatarak, ‘Görülüyor ki, kişinin kendisini iyi motive etmesi ve güçlü bir öz kimliğe sahip olması kilo kaybında önemli bir etkendir.’ dedi. Mayo Clinic’in İngiltere’deki Daily Telegraph okurları arasında gerçekleştirdiği çalışma sonucu devamlı zayıflamayı düşünenler, vücut aktivitelerini artıranlar kadar kilo kaybetti.

Benzer bir çalışma da New York, Sloan-Kattering Kanser Merkezi’nin Başkanı Lewis Thomas tarafından yapılır. McGinnis anlatıyor: “Uzman tarafsız araştırmacılar tarafından kılı kırk yararak yapılan çalışmalar, siğillerin sadece ‘düşünmek’ denebilecek bir teknikle yok olabileceğini gösteriyor. Bu çalışmada, vücutlarının her iki yanında da başa çıkılmaz siğiller olan 14 kişi hipnotize edildi. Bu teknikle vücudun bir tarafındaki siğillerin tümünün yok olacağı öne sürülüyordu. Birkaç hafta içinde alınan sonuçlar tartışmasız bir şekilde olumluydu. Hastada öngörülen bölgedeki siğillerin hepsi ya da tamamına yakını kaybolurken, kontrol altındaki bölgede her zamanki kadar çok siğil vardı.

Bu çalışmayı irdeleyen Lewis Thomas, bilinçaltından dağıtılan talimatların doğasını çözmeye çalıştığını söylüyor. Bilinçaltı, çeşitli lenf hücresi gruplarına emirler göndererek, bir bölümdeki siğilleri ortadan kaldırılırken diğerlerine dokunulmaması için doğru yönde görevlendiriyordu. Ve Lewis ancak şu sonuca varabildiğini söylüyor: “Bilinçaltım, benden çok daha fazla ilerde.”

Vera Peiffer’a göre, olumlu düşünme, bilinçaltı zihninizin yönlendirebilme yeteneğini olumlu biçimde kullanmaktır. Bu yetenek, ters anlamıyla kullanıldığında, Bilinç ve Bilinçaltı’nın ele alındığı bölümde de değinildiği gibi kişi aslında hiç gitmek istemediği mutsuzluk ve çaresizlik diyarına ulaşabilir. Olumsuz düşünce o kadar büyük bir güçtür ki, bir anda insanın bütün yaşamını alt üst edebilir. Bu nedenle bu iç gücü kontrol altına almak bir zorunluluktur.

Anthony Robbins, ‘Sınırsız Güç’ adlı kitabında, Avust¬ralya’daki yerli kabilelerden birinde yaşanan bir olaydan bahseder. Bu kabilelerden birinde büyücü doktorlar kemik gösterme olarak adlandırılan bir büyü yaparlar. Bazı sihirli seslerden oluşan bu büyü; kurban üzerinde o kadar etkili olur ki, kurban mutlaka çok büyük bir hastalığa yakalanacağını veya muhtemelen öleceğini bilir. 1925’te gerçekleşen böyle bir olayı, Dr. Benson şöyle anlatmıştır: “Düşman tarafından büyülendiğini fark eden adam, gerçekten acınacak haldeydi. Tehlikeli ve anlamsız sözlerle, gözleri parlayarak, ellerini sanki kanına karışan zehirleyici sıvıyı geçiştirmek ister gibi kaldırarak donup kalmıştı. Yanakları soldu gözleri donuklaştı,yüz ifadesi korkunç şekilde bozuldu. Çığlık atmaya çalışıyor fakat genellikle sesi boğazında düğümleniyordu. Ağzında oluşan köpükleri görmeliydiniz. Vücudu titremeye, adaleleri istemeden burkulmaya başlamıştı. Sallanırken sırt üstü yere düştü, kısa bir süre sonra bayıldı ve biraz daha sonra can çekişir gibi kıvranmaya ve yüzünü elleriyle kapatarak inlemeye başladı…O’nun ölümü bir an meselesiydi.”

Bu olayı kısaca analiz edersek:
• Kemik gösterme adlı büyünün gücü hakkında kuvvetli bir olumsuz düşünce, olumsuz inanç boyutuna ulaştırılmış olarak tüm kabile bireylerince paylaşılıyordu.
• Kişi kendisine büyü yapıldığını fark ettiği andan itibaren bilinçaltı, hastalık veya ölümle ilgili olumsuz düşünceleri (bu büyüden kurtuluş yok gibi) eyleme

2.4.2. Telkin Görüşü

Telkin; Bir fikrin bir düşüncenin muhatabına kabul ettirilmeye çalışılmasıdır. Bu sözle, yazıyla, işaretle veya sembollerle olabilir. Hipnozun da telkinler sonucu oluştuğu düşünülerek bazı psikiyatristler tarafından “Hipnoz; telkinle ortaya çıkan, düşüncenin yalnızca bir fikir veya obje üzerinde odaklanması halidir (monoideism)” diye tanımlanmıştır. Yine bu psikiyatristler tarafından, “Hipnotik trans halinin ortaya çıkması için kişinin dikkatini bir noktada veya fikirde toplamak ve kişiyi bunun dışındaki her türlü gayretten alıkoymak gerekir” denilmiştir. Bu nedenle de sessiz, loş ortamların ve monoton bir şekilde uygulanan telkinlerin hipnozu kolaylaştırdığı bildirilmiştir.

Yine telkinle ilgili olarak, kendi kendine telkinin, bütün telkinlerin esası olduğu ileri sürülmüş, hipnozun da aslında oto hipnoz olduğu, hipnozitör rolünün ise gerçekte kişinin oto hipnozuna yardım etmek olduğu iddia edilmiştir.

Hipnozu telkinle ilgili olarak açıklamaya çalışan bir diğer görüşe göre de, “Hipnoz; kişinin bir fikri tenkitsiz kabulündeki bir artış” olarak tanımlanmıştır. Bu düşüncede de doğruluk payı olmakla birlikte hipnozu, sadece telkine uygunluktaki bir artış olarak tanımlamak da doğru değildir. Çünkü; bazı kimseler uyanık halde iken, hipnotik trans halindekinden daha fazla telkine müsaittir. Bu bilinen bir gerçektir. Ayrıca; hipnotize edilen bir insan, çoğunlukla zannedildiği gibi tamamen pasif ve telkinin her türlüsüne her zaman hazır da değildir. Bugün için bilinen bir başka gerçek de, telkinin hipnozdan ayrı müstakil bir fenomen olduğudur.

Hipnotik transın oluşmasında telkinin ve kişinin telkine uygunluğunun önemi herkes tarafından kabul edilmektedir. Ayrıca her zaman olmamakla birlikte hipnotik trans halinde telkine uygunluğun arttırdığı da bilinmektedir. Fakat trans halinin oluşmasında telkinden başka faktörlerin de bulunduğu tartışmasız bir gerçektir.

Bütün bunlar göz önüne alındığında hipnozun telkinle; ilişkisi olduğu kolayca anlaşılacaktır. Bununla birlikte hipnozu yalnızca telkinle açıklamanın hem eksik hem de yanlış olacağı gayet açıktır.

2.4.3. Psikanalitik Görüşler

Psikanalitik görüşün kurucusu olan Freud’da diğer pek çok ilim adamı gibi bir sahne hipnotizmacısının gösterisinden sonra hipnoza ilgi duymaya başlamış ve hipnozu tedavide kullanmayı denemiştir. Fakat bazı hastalarını hipnoz etmekte güçlük çekip başarısızlığa uğramış ve hipnozdaki bilgi ve gözlemlerinden yararlanarak meşhur psikanaliz metodunu kurmuştur.

Psikanaliz metodu ise zamanın fikri akımlarının da etkisiyle giderek revaç bulmuş ve uzun yıllar hipnozun unutulmasına veya görmemezlikten gelinmesine neden olmuştur.

Freud ve onun ekolünü takip eden psikanalitik görüş yanlısı psikiyatristler de kendi görüşleri açısından hipnozu açıklamaya çalışmış ve kendi görüşleri doğrultusunda bazı teoriler geliştirmişlerdir.

Hipnotik trans halini psikanalitik görüş doğrultusunda açıklamaya çalışan teorilerin hemen tamamında hipnoz ve hipnoz için verilen telkinlerin esasında erotik mahiyette olduğu ileri sürülmektedir. Freud’a göre kişinin hipnoza girişi, yüksek bir kudret karşısında kişinin aciz kalması, hipnoz da yalnızca “Pasif mazoşistik” bir teslimiyet halidir. Bu görüşün hemen tüm taraftarlarına göre de hipnozun gayesi erotik haz ve tatmindir. Hipnotik trans hali de inhibe olmuş amaçlarla dolu erotik halden başka bir şey değildir. Hipnotik trans halini yalnızca bu şekilde açıklamaya çalışmanın da son derece yanlış olacağı gayet açıktır. Nitekim psikanalitik görüş taraftarlarının pek çoğu daha sonradan kendi teorilerinin birer hipotez olduğunu kabul etmişlerdir.

 

kaynak: dahibeyin.blogspot.com

 

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız