Süleyman Ceran
ÇOCUK EDEBİYATININ ÖNCÜ ESERİ
NİLS HOLGERSSON’UN SERÜVENLERİ
İnternet üzerinden bir sepet dolusu kitap siparişi verdiğim günün gece yarısı -birden, ansızın, dayanılmaz- kitap açlığına maruz kalmış ve kitaplığıma atletik manevralarla ulaşmıştım. Tüketilmiş romanlarla dolu raflardan birinin en altında bir kitap, “beni al, beni al!” diye adeta feveran ediyordu. Aldım ve okumaya başladım. Nils Holgersson’un Serüvenleri adlı kitabın sayfalarını çevirdikçe bir hazine sandığının kapağını ağır ağır açıyormuş hissine gark oldum. Cin çarpması sonucu küçülen ve bahçesindeki kaz kaçmasın diye boynuna sarılınca kendini havada bulan… derken beynimde o an şimşekler çaktı; bu roman çocukluğumun Nils ve Uçan Kaz’ından başkası değildi.
70’li yılların sonlarında Türkiye’de doğan her çocuğun zihin albümünün en cafcaflı köşesinde yer alan çizgi film, kuşkusuz Nils ve Uçan Kaz’dır. İsveçli yazar Selma Lagerlöf’ün (Vârmland-20 Kasım 1858/16 Mart 1940), “Nils Holgersson’un Serüvenleri” (Nils Holgerssons Underbara Resa Genom Sverige. 1906-1907) adıyla Türkçeye kazandırılan bu romanın çocuk edebiyatı alanında bir zirve olduğu su götürmez bir gerçektir.
SELMA LAGERLÖF: İSVEÇ’Lİ BİR ÖNCÜ
Selma Lagerlöf, İsveç’te Landskrona’da ilkokul öğretmenliği yapıp, hikâyeler yazmış, Kudüs’ü anlatmış ve yazımızın konusu olan romanını yazdıktan iki yıl sonra 1909 yılında Nobel edebiyat ödülünü kazanmıştır. Üstelik bu ödülü alan ilk kadın, kendisidir.
Lagerlöf’ün hikâyelerini yazdığı yıllarda Avrupa’da da oldukça derin değişiklikler olmaktaydı. Balkan Savaşları, 1. Dünya ve daha sonrasında 2. Dünya Harpleriyle taşlar yerinden oynamış ve bu durum edebiyat dilinde de değişiklikler yaşanmıştır. Bu durum daha ziyade “giz”i çağrıştıran bir sembolizm olarak yansımıştır. George Orwell, Hayvan Çiftliği adlı eserinde hayvan karakterleri üzerinden Komünizm eleştirisi yaparken, J. R. R. Tolkien, Yüzüklerin Efendisi’nde ürettiği fantastik ortam hatta yarattığı dil ile 2. Dünya Savaşı’nın atmosferini ve Almanların işgal politikalarını sembolleştirir. Selma Lagerlöf de benzer üslup daha yalın bir şekilde kullanılmakla beraber, yazar maksadını romanında -kendini ele vererek- oldukça açık bir şekilde gösterir:
“İsveç üstüne okul çocukları için, bir kitap hazırlamayı tasarlayan kadıncağız, Noel’den sonbahara kadar hep bu işi düşünmüş, ama daha tek satır kaleme alamamıştı. Sonunda bezmiş ve kendi kendine:
-Bu iş senin harcın değil, demişti, en iyisi mi sen masanın başına geç de, gene eskisi gibi hikâyeler, masallar yaz. İçinde gerçek dışı tek kelime bulunmayan öğretici ve ağırbaşlı bir eser yazma işini de başkalarına bırak. (vurgu benim, SC)
Evet, istemeye istemeye bu işten caymak üzereydi. Oysa hep İsveç üstüne iyi, güzel şeyler yazmayı kurmuştu. Bir an beceriksizliğinin, şehirde, sadece sokakları, ev duvarlarını görerek yaşamasından ileri geldiğini düşündü. Öyle ya, bir köye yerleşse, ormanların, kırların içinde yaşasa, belki bu işin üstesinden daha iyi gelirdi.
Yazarımız Vermlandlıydı. Kitabına bu eyaletle başlamak, önce de kendi doğup büyüdüğü yöreyi anlatmak istiyordu.” (s. 374)
Gerçekten de Vermlandlı olan Selma Lagerlöf, önce, “doğup büyüdüğü yöreyi” anlatmış ve kurgu dünya ile gerçek dünya arasında yer yer efsaneleri ve mistik öğeleri kullanarak sonuçta çocuklara yönelik coğrafi yoğunluklu, öğretici, serüvenlerle dolu, sürükleyici, ritmi hiç düşmeyen kısmen de olsa felsefî derinlikler taşıyan bir roman yazmıştır.
NİLS’E OLANLAR OLUYOR VE MACERA BAŞLIYOR
On yedi bölümden oluşan roman, 14 yaşında, ailesinin, “Allah ıslah etsin, akıl fikir versin bu oğlana” diye yakındıkları, dini duyarlılıkları zayıf, insan ve hayvan sevgisinden yoksun olan “Nils” adındaki erkek çocuğunun evde yalnız kalmasıyla başlar. Kiliseye giden ebeveynlerinin ödev olarak verdikleri İncil’deki duaları okumayan Nils, bir cinle karşılaşır. Annesinin sandığını karıştıran cini bir ağla yakalayan çocuk onu sıkıştırınca olanlar olur ve yaratık onu büyüleyerek küçültür. Cinlerin ahırlarda bulunduğuna yönelik yerel inancı hatırlayan çocuk oraya gidince, kazlarının, gökyüzünde uçan yaban kazlarının tahrikine kapılarak uçamaya karar verdiğini görünce hayvanın üzerine atlar ve bir anda kendini havada bulur. Nils, büyünün etkisiyle küçülmekle beraber hayvanların dilinden de anlamaya başlar ve böylece macera start alır.
Roman karakterlerinin başında Kabnekaiseli Akka gelmektedir. Bir dişi. Fakat çizgi film uyarlamalarının bazılarında erkek olarak lanse edilmiştir. Bunun nedeninin, Akka’nın sağlam karakterinin, soğukkanlılığının ve ileri görüşlülüğünün yalnızca erkekte bulunacağına yönelik yaygın inancın etkin olduğu söylenebilir. Akka Ana, sürünün birçok badireyi atlatmasında başat rol oynayacak ve kahramanımızın en yakın dostlarından biri olacaktır.
Nils’in üzerine bindiği kaz Martin’in hikâyesi ise oldukça farklıdır. Martin yağlı, besili bir evcil kaz olmasın rağmen özgürce kanat çırpan soydaşlarını görünce onlarla birlikte güneye uçmaya karar verir. Yazarın, Martin karakteriyle sık sık özgürlüğün kararlılık, azim ve bedel istediği vurgusu yaptığını belirtmek gerekir.
Serüvenin en kötü karakteri kuşkusuz Tilki Smirre’dir. Yaban kazlarının peşinde olan Smirre, işi inada bindirince romanın sonuna kadar kahramanlarımızı bırakmaz ve her seferinde Nils’in akıllıca planları sonucu başarısız olur. Ama sonu beklendiği gibi kötü neticelenmez.
NİLS HOLGERSSON’UN SERÜVENLERİ’NDEKİ SEMBOLİK MESAJLAR
Bir kazın üstüne bindirdiği minik Nils’in gözüyle Selma Lagerlöf, bizi kuşbakışı olarak İsveç üzerinden geçirip, seçtiği insan ya da hayvan öyküleri ile kahramanımızı birleştirerek konu sıkıntısı çekmeden oldukça akıcı bir dile kavuşuyor. Pek çok hikâye ile dolu olan romanda kara farelerle boz farelerin savaşlarının anlatıldığı hikâye sembollerle dolu. Skanya’nın güneyinde yaşayan kara fareler, yazara göre buranın yerlisi ve boz fareler de nereden geldikleri belli olamayan pek zavallı, pek yoksul hayvanlardır. Köprü altlarında, süprüntülerde ne bulurlarsa yiyen bu boz fareler sefil bir hayat sürdükleri gibi kara farelerin egemenliği altında bulunan şehre girmeye cesaret edemeyen yaratıklardır. Gel zaman git zaman çoğalan boz fareler sonunda kara farelerin soyunu kurutmuşlar ve kalan son fareleri Glimmingehus adlı şatoda sıkıştırmışlardır. Kale duvarları sağlam olduğu için boz fareler içeriye sızamamışlar ve bir baskınla kalyi ele geçirmek istemektedirler. Nils ve sonradan tanıştığı leylek arkadaşı Ermenrich’le birlikte bir şenlik nedeniyle kaleyi boşaltan kara farelerinin yardımına koşarlar. Küçük Nils, “Fareli Köyün Kavalcısı”nda olduğu gibi kavalını çıkarır ve çalmaya başlar. Kavalın büyüsüne kapılan boz fareleri şehrin uzaklarına götüren Nils, kara fareleri kurtarır. Kara fareler ve boz fareler benzetmesinin sınıfsal farklılıkları sezdirdiği aşikâr olduğu gibi Lagerlöf gibi bir burjuvanın da bakış açısını göstermesi açısından önemlidir. Kenti ele geçiren, banliyölerinden çıkıp burjuvaya yaşam hakkı tanımayan, göz zevklerini ve zarafetlerini inciten bu insanlara karşı yapılacak iş, onların akıllarını başlarından alarak (popüler müzik ya da futbol gibi) buralardan uzaklaştırmaktır. Yirminci yüzyılın ilk toplum mühendisliği örneklerinden biri Selma Lagerlöf’e aittir.
Romanın diğer önemli mizansenlerinden biri de ördek Jarro’dur. Jarro, yaşadıkları Takern Gölü çevresinde hemcinsleriyle eğlenirken avcının ateşiyle yaralanmış ve kendini bir konağın önünde bulmuştur. Kendisini iyileştiren ve iyi davranan ev halkına ısınan Jarro, çevreye uyum sağlayıp sağlığına kavuşur. İyileşen ördeği göle götüren evin kâhyasından ve köpeğinden işkillenmeyen ördek, göle bir iple salınınca mutlu olup arkadaşlarını çağırmaya başlayınca avcı ateş etmeye başlar. O an Jarro her şeyi anlar; yem olarak kullanılmaktadır. Hikâyenin buradan sonrasında yazar küçük Nils’i de olaya katıp Jarro’nun çiftlikten kaçmasını ve bataklığın kurutulmasını önleyecek planlarını devreye sokar. Selma Lagerlöf, ördek üzerinden bağlılığı, dostluğu ve vefayı anlattığı gibi saf olmanın ne gibi sonuçlar doğuracağını çocukların zihnine adeta işlemektedir.
Yazar, romanın pek çok bölümünde yaşadığı ülkeye ait efsanelere yer verir. Şehirlerin nasıl meydana geldiğinden tutun da insan karakterlerinin nasıl oluştuğuna yönelik ilginç örnekler verir. Fıçı ustası Hedeli’nin hikâyesi karakter analizi bakımından oldukça önemlidir. Çok zaman önce tahtadan fıçı ve gerdel (i. Tahtadan veya köseleden yapılan kova) yapıp satan Hedeli adlı adama kurtlar saldırmış. Mevsim de kış. Donmuş ırmağın üzerinden atlı kızağı ile giderken kurtlar iyice yaklaşmış. Usta, yolun kenarında dilene dilene memleketi dolanan Milene adlı zavallı bir kadına rastlamış. Kadın hem kambur hem de topalmış, üstelik kurtlara doğru yürüyormuş. Hedeli, bir an kadını almayıp yoluna devam ederse, onun vahşi hayvanların eline düşeceğini ve kendisinin de kurtulacağını düşünmüş. Kadını geçip giden adam, tehlikeyi fark eden dilencinin yardım çığlıklarını duyunca geri dönüp kadını almış. İhtiyar kadın kızağa binince Hedeli’ye, daha sonra gelip alabileceğini hatırlatarak fıçıları atmasını önermiş. Bu fikir adamın kafasına yatmış. Fıçıları atan Hedeli, kurtların yavaşlayıp fıçılara takıldığını görünce dizginleri ihtiyar kadının eline verip, köyden yardım getirmesini söyleyip atlamış ve fıçılardan birinin içine girmiş. Kurtlar bu ağır ve sağlam fıçıya bir şey yapamadıkları için Hedeli kendi kendine şöyle demiş: “Bundan böyle herhangi bir çıkmaza düşecek olursam hemen bu fıçıyı hatırlayacağım. Ne kendime, ne de başkasına karşı haksız bir davranışta bulunmaya ihtiyaç olmadığını düşüneceğim. Çünkü bunu yapmadan da insanı selamete çıkaracak bir yol muhakkak vardır. Yeter ki onu bulmasını bilelim” demiş. (s. 367)
SELMA LAGERLÖF’ÜN ÖYKÜLERİNDE DİN VE MİTOLOJİ
Selma Lagerlöf, romanını çeşitli menkıbe ve kıssavari anlatımlarla ve yer yer dini referanslarla da destekleyerek (Azize Valborg geceleri gibi) halka yönelik yabancısı olmadığımız bir anlatım diline kavuşmuştur. Bu üslup her şeyden önce mesaj temellidir. Dini duyarlılıklar, ahlaki davranışlar ve üzerinde yaşanan topraklara bağlılık gibi düsturlara yönlendirme kaygısıyla üretilen bu metinler, tarih boyunca hemen her toplumda kullanılmıştır. Mitlerle örülü bu metinler, ülkemizde de Mevlana’dan Molla Cami’ye, çağdaş yazarlardan Sadık Yalsızuçanlar’a kadar klasik din anlayışına sahip pek çok kişi tarafından, hatta televizyon programlarındaki “sır”lı dünyalara kadar nüksetmiş ve kullanılmıştır. Geçtiğimiz yıl Papa’nın vereceği vaaza katılanların cennete gideceklerinin açıklanması bu perspektifte değerlendirilmelidir. Çünkü abartı ve hurafe yayılmacı iken, aydınlanma ve akıl temkinlidir.
Selma Lagerlöf, dini duyarlılıkları romanda belirgin bir şekilde vermektedir. “Kaz sürüsü Skölding’e doğru yöneldi. Her yerde çanlar çalıyordu. Çanların bu şarkısı yüksekten duyulduğunda bir başka güzellikteydi. Sanki göğü çan sesleri ve müzik doldurmuştu.
-Şurası muhakkak, dedi içinden Nils, şu ülkenin neresine gittimse, çan sesleri duydum.
Bunu düşünmek ona bir güven duygusu verdi. Şimdi, bir başka dünyada yaşamsına rağmen, Nils’e öyle geldi ki, çanların alımlı sesi kulağında çınladıkça kendini hepten yitmiş, yok olmuş saymayacaktı.” (s. 202) Tabiî ki bununla birlikte Nils’e gittiği her yerde kiliseleri gezdirmesi, oralarda yapılan düğünleri hayranlıkla anlattırması, Türkiye’de üretilen sınırlı sayıdaki çocuk romanlarındaki dini duyarlılıklardan arındırılmış, arınık hâle getirilmiş perspektife ağır bir darbe indirmesi açısından dikkate değerdir.
Selma Lagerlöf’ün yazarlığı siyasal duruşunu göstermesi bakımından da ciddi veriler taşır. Öyleki bir falcı kadının ağzından şu cümleleri kurar: “Kralların, papazların, senyörlerin, şehirlilerin yapacağı şeylerin ömrü uzun olmaz… Yalnız toprağın bağrında çalışanlar, bir ülkenin refah ve onurunu yüzyıllardan yüzyıllara ulaştırabilirler.” (s. 195) diyerek hayatın şah damarını tutar adeta. Lagerlöf, pratik olarak da siyasetin içerisindedir. 1966 yılında Samuel J. Agnon ile birlikte Nobel ödülü alacak olan şiir ve oyun yazarı Nelly Sach’e Nazi döneminde İsveç’e kaçması için yardım etmiştir. Yaşadığı yıllar göz önüne alındığında çağının en aktif kadınlarından biri olarak görmek gereken Selma Lagerlöf aynı zamanda İsveç Akademisi’nin ilk kadın üyeliği payesine de sahiptir.
SONUÇ YERİNE
Gerek Selma Lagerlöf’ün bu eseri, gerek Saint Exupery’nin Küçük Prens’i, gerek Oscar Wilde’ın Mutlu Prens’i ve dahi pek çok klasik çocuk romanlarında ve öykülerinde, dini, tarihi hatta siyasi mesajları rahatlıkla görebiliyoruz. Ülkemizde üretilen çocuk hikâye ve romanlarında yaşadığımız politik bir illüzyon mudur, toplum mühendisliğinin bir ürünü müdür, tartışmak gerekir ama bunun sonucu olarak karşımızda bön, değerlerini ve kalitesini yitirmiş, ipod’u kulaklarına, cep telefonu da ellerine yapışmış bir nesille karşı karşıya kalmaktayız. Bu cümlelerin paralelinde ileri giderek sağlıklı bir din ve tarih anlayışının, ahlâkî değerlerle derinleştirilerek yeni ürünler üretmek gerektiğini söylemek yerinde bir tespit olarak algılanmalıdır.
“Savaşta dövüşenlerden çok kaçanlar ölür” ve “Dünyada hiçbir yol, kalp ile beyin arasındaki kadar uzun değildir.” gibi derinlikli sözlerin de sahibi olan Selma Lagerlöf’ün değerlendirdiğimizi romanı pek çok yayınevi tarafından basılmış olmakla beraber, Fransızlarca yapılan çizgi uyarlaması yıllarca genç kuşakların ilgisini çekmiştir. Bunların dışında ülkemizde 1935’li yıllarda Muhsin Ertuğrul, Lagerlöf’e ait olan tiyatro oyununu “Aysel Bataklı Damın Kızı” adıyla Türkçe’ye uyarlamış ve bu oyun uzun yıllar oynanmıştır.
Süleyman Ceran
Eğitimci-Yazar