Irak Savaşı’nın başladığı günlerde Amerikan doları bir milyon yediyüz Türk lirası seviyelerini görmüştü. Savaş bir ay sürmüş dolar fiyatı sürekli gerilemişti. İkibinaltı yılının Mart aylarında, ortada fol yok, yumurta yokken, “düğün değil, dernek değil eniştem beni niye öptü” misali, baldız öpülmüştü. Buradaki baldız, bal tutup parmağını yalayarak birikimlerini yerli paraya çevirenlerdi. Yerli paraya güvenmeyip parasını “döviz” denilen yabancı para olarak tutanların ekmeğine yağ sürülmüştü. Bir bireyin kaybettim dediği, örneğin bir daire parası ötekinin cebine inmişti. Cebe inmekle kalmamış kaybedenlerin yüreğine de inmişti. Yüreğine inenlerin iç hesaplaşmalarında “Siyasilerin söylediklerinin tersini yapacaksın” inancından niçin vazgeçtiğinin acısını pahalı pahalı ödemek de vardı. Kedilerin kederli kederli miyavlamaları gibi, kederli kederli düşünmek düşmüştü başa.
Sonu “lik” ekiyle biten idari tarzların keyfiliği sülale boyu keyfiliğe dönüşerek beylerin hanımefendilerin keyiflerine göre şekillenir. Sonu “izm” ekiyle biten idari tarzları yine keyfiliğe yönelir. Tarih onu göstermektedir. Demokratik rejimlerin temeli farklı görüş, düşünce ve idari tarzların temsilcileri olan partilere dayanır. Partilerin yaşama gücü normal koşullarda halkın vereceği oylara bağlıdır. Oy ile partilerin vaadleri arasında bir ilişki, bir köprü vardır. İlişkinin köprünün sağlamlığı çıkar ilişkilerinin menfaat paylaşımına dayanır. Demokratik sistemlerin vazgeçilmez unsurları partiler güçlerini kapitalist zenginlerden olmaya başlayınca kapitalizmin düdüğü ötmeye başlar. Oy verenler, Nasrettin Hoca’nın fıkrasında olduğu gibi “parayı veren düdüğü çalar” misaline dönüşür ve seçimlerin serbest iradesi çıkar çamuruna bulaşır. Böylelikle idari doktrinlerin pabuçlar birer birer dama atılır. Dama atılma gerçek âlemde değil sanal âlemdedir. Gerçek âlemde demokrasinin kapitalist zihniyeti iş başındadır. Siyasetçilerin ve iktisatçıların matematik ve Fen Bilimlerini yeteri kadar kullanmadıkları için tüm halkı ve tüm insanlığı mutlu kılamamışlardır. Bu mutsuzluk devam ettikçe kapitalizmin çöküşünden sonra yeşerecek idari tarzın ne olup olmayacağı hakkında kafa yormanın zamanı gelmiştir. Bu işte kafa yormaya hazırlananların şu desturu göz önünde tutmaları gerekir. Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.” Şayet düşünenler yerel boyutlarda düşünmek zorunda kalıyorlarsa alt küme için “başarı cezasız kalmaz” gerçeğini de ilave olarak dikkate almalıdırlar.
Canlılar âleminin sınıflandırmasında iki ana âlem vardır. Hayvanlar âlemi. Bitkiler âlemi. Varlıkların sınıflandırmasını, sınıflandırmanın ne olup, ne işe yaradığını idrak edemeyen birini yerel yönetimlerin başına ya da kıçına getirirseniz, meyve ile tohumu, açık tohumlu bitki ile döllenmeyi birbirine karıştırır. Atkuyruğundan ebegümecinden bana ne diyerek itkuyruğuna takılarak arkasındaki güce güvenerek keyfine göre takılmaya başlar. Fenerogam ve kriptogam sözcükleri tepesini attırır. Fenerogamın çiçekli bitkiler Kriptogamın çiçeksiz bitkiler olduğunu ömür boyu bilemez. Angiosperm ve Gimnospermden bi haberdir. Biri ona Angiosperm, kapalı tohumlu bitkilere denir, Gimnosperm açık tohumlu bitkilere denir, dese “Bunlardan bana ne” der. Der demesine de bulunduğu çevreye verdiği zararı “bir deli kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkaramamış” misali, onarmak imkânsız hale gelebilir. Bitkiden çiçekten ottan böcekten anlamayan birinin gözü beton yığınlarında ve beton yığınlarından gelen parada olur. Gözü parada pulda, karıda kızda olanın, bırakın milleti-toplumu, kendi ailesine bile hayrı hasenatı yoktur. Adam gibi adamın, insan gibi insanın toplumsal yaşamanın bir bedeli olduğunu o bedeli topluma karşı ödemesi gerektiğini idrak etmesi gerekir. O bedel toplum çıkarlarını kendi çıkarlarından önde tutmaktır. O bedel toplumsal yasalara herkes gibi uymaktır. O bedel insan gibi insan olmaktır.
Fenerogamların alt âlemi olan Angiosperm ve Gimnosperm âlemleri başlı başına bir âlemdir. Bu âlemde üreme, ürümenin muhteşemliğini sergiler. Hayvanlar âleminin üremesinin hayvansallığını taklit eden insanlar çiçekli ve çiçeksiz bitkilerin üremelerinin nasıl ve nice yüceliklerle dala olduğunu bilmiyorlar demektir. Tozlaşmanın üremenin dansı olduğunu hiç duymamışlardır. Toslaşma üremenin dansıdır. Bu dansa, insanlar, böcekler, sular rüzgâr, kuşlar arılar ve geniş bir bitki âlemi katılır. Üremelerini bitkilerin muhteşemliğinden örnek alarak sürdüren insanlar sevişmenin gizemini onlardan aldıklarının bilincine ermişlerdir. İnsanlarda sevişmek, üremenin muhteşem dansıdır. Sevişmeyi, gelenek, görenek, örf, adet, ar, namus gibi toplumsal açmazlarla bezeyenler üremenin anlamının farkında değillerdir. İnsanlarda üreme kutsaldır. Kutsallık, şeffaflıkla bezendiğinde yüceliğine erişir. Üremenin yüceliği bireyin özgürlüğüne dayanır. Özgürlüğün onuru beslediği, onurlu insanların oluşturdukları toplumlarda onurlu yaşamlar sergilenir. Namus bacak arasından beyne, sevgi kalpten beyne taşınmalıdır. Aşkın, sevginin, namusun gerçek merkezi beyindir.
Çiçek çiçekli bitkilerin üreme organı, erkek insanda penis, dişi insanda vajina insanın üreme organıdır. Organlar doku topluluklarıdır. Dokular hücre yığınlarıdır. Aynı görevi gören hücreler doku yığınlarını, doku yığınları organları oluşturur. Organlar sistemleri, sistemler organizmayı oluşturur. Doğanın yasası böyledir. Doğanın yapısına el uzatan, dil uzatan insanoğlu üreme organlarına el, dil uzatarak olduğundan fark anlamlar yükleyip onları da sömürü aracı olarak kullanmayı akıl etmişlerdir. Bu akıl etme eylemi, başına öyle bir çorap örmüş, öyle bir çorap örmüş ki çorabın düğümleri penisin ucu ile vajinanın içine takılmış; o gün bugündür ar, namus insanın başına bela olmuştur. Oysa ar ya da namus insanı hayvandan ayıran önemli özelliklerden biridir. Bu önemli özelliği bile kirleten zihinler için ne söylense yeridir.
Bu kapalı tohumlu, angiosperm bitkinin üremesiyle insanın üremesi arasında korkunç benzerlikler vardır. Çiçekteki erkek organ yanı STAMEN ipçik ve başçıktan oluşan bir oluşumdur. Stamenin başçık kısmına ANTER ipçik kısmına ŞAMEN denir. Erkek üreme hücresi SPERM de STAMEN gibi başçık ve ipçikten oluşur. Erkek organ başçıklarından POLEN denilen çiçek tozları oluşur. Polen hücreleri redüksiyon bölünme ile kromozom sayılarını yarıya indirirler. Bu kaçınılmazdır, şarttır. Kromozom sayıları yarıya inmiş polen ana hücreleri üremeye hazırdır. Erkek üreme hücresi sperm de üremeye hazır olduğunda, kromozom sayısını yarıya indirmiş demektir. Aynı olay dişi üreme hücrelerinde de görülür. Bir çiçeğin dişi organında üç kısım vardır. Birincisi tepecik, ikincisi dişicik borusu üçüncüsü yumurtalık. Bir çiçeğin dişi organının yapısı, dişi insanın yani kadının üreme organının yapısını anlatır. Onda da tepecik vardır. Vezüv tepesi dişi organın tepeciğine benzer hassas hücrelerle doludur. Dişicik borusu sperm hücresinin, yumurta hücresine ulaşması için geçmesi gereken doğal yoldur. O yolda sperm hücresini yumurta hücresine ulaştıran erkekteki üreme organı penistir. Penisin kapalı bir yol olması bu kapalı yoldan erkek üreme hücresi spermlerin geçmesi için, penisin, vajinanın içindeki dişicik borusuna girmesi gerekir. Bu kapalı yoldan geçen spermler dişi organın yumurtalığındaki yumurta hücresini döllemeye çalışır. Burada büyük bir yarış vardır. Milyonlarca spermden ancak bir tanesi yumurta hücresiyle birleşir. Diğerleri hevesleri kursaklarında kalarak boşaltım yoluyla dışarı atılır. Yumurta hücresini dölleyen sperm hücresi kimin penisinden geçmişse yani kime aitse o kişi doğacak çocuğun babasıdır. Spermin döllediği yumurta hücresinin sahibi de anadır. Ana doğurandır. İnsan yavrusunun ana karnında gelişimin bir kısmını tamamlaması memeli hayvanların tümünde olan bir özelliktir. Bebeğin döllenmeden sonra, doğum anına kadar olan gelişme süreci insanlarda dokuz ay, kedilerde iki aydır. Bu süreler genel ve normal sürelerdir. Ananın yavrusunu dokuz ay karnında taşımış olması, yavrunun anaya ömür boyu minnet duymasını icap ettirir. Ananın yavrusunu dokuz ay plasenta denilen göbek bağı ile kendi kanından ve canından beslemesi yavrunun ömür boyu anaya bağlı kalmasının bir sembolüdür. Bu noktada da insanlar hayvanları taklit etmişler ve yavrularını terk eden analar gibi, analarını terk eden yavrular gibi birbirlerini terk etme yolunu seçmişlerdir. Bu kaderin cilvesidir. Kara Cin’in kızı Kader, karakter bakımından annesine benziyor. O annesine düşkün, yanından hiç ayrılmıyor. Onu taklit ediyor, ona yardım ediyor. Bir defasında Oya Hanım’ın kedisini Kara Cin kovaladığında o da peşinden hırlaya hırlaya koşmuştu. Kedilerin üreme biçimleri ve seks biçimleri de insanlara benziyor. Erkek kedinin üreme organı, dişi kedinin üreme organının içine giriyor, buradan geçen spermler yani erkek üreme hücreleri, dişi üreme hücresini döllüyor. Döl sözcüğü insanlar arasında. “İtin dölü, gavurun dölü” gibi deyimlerin oluşumunda da kullanılır. Burada “döl” sözcüğüne yüklenen anlam hoş değildir.
Yumurta hücresi ile sperm hücresinin birleşmesine genel olarak döllenme denir. Döllenme sonucunda oluşan yeni hücreye döllenmiş yumurta ya da ZİGOT denir. O halde insanlar ZİGOTORYAN varlıklardır. Zigotoryan varlıkların kaderleri iki ayrı kader varlığının varlıklarına ve özelliklerine bağlı olduğundan kader varlıklarıdır. Zigotoryan varlıklarının kadersel yapılarının değişimi moleküler biyolojinin gelişme sürecine bağlıdır.
Bir çiçeğin dişi organının içindeki yumurtalık önemli görevler görür. Bunlardan bir tanesi tohum taslaklarını oluşumunu sağlar. Tohum taslaklarının içinde embriyo kesesi vardır. İşte bu kese içinde önemli ama çok önemli hücreler vardır. Döllenmeye hazır bir dişi çiçeğin tohum taslağı içindeki embriyo kesesi içindeki hücreler kendilerini iyice belirginleştirir ve göreve hazır olurlar. Bunlardan OOSFER denen yumurta hücresi asıl döllenme işini yapar. Bir başka hücre, embriyon kesesi ana hücresi de bir başka döllenmeyi gerçekleştirir. Yüksek yapılı bitkilerin bu iki döllenme şekli, insanların döllenmesinden ayrılır. Ona benzemez. Burada döllenmiş yumurta, yani zigotun gelişmesiyle EMBRİYON oluşur. Embriyon bitkinin tüm özelliklerini içinde taşır. Gelişimini tamamlayarak bitkiyi meydana getirir. İkinci döllenmeyi gerçekleştiren embriyon kesesi hücresi de endospermi oluşturur. Endosperm besin deposudur.
İnsanların ve hayvanların besin kaynakları olan meyveler, meyve yapraklarının gelişmesiyle oluşur. Dişi organın yapısı da bir meyve yaprak yapısıdır.
Meyve yaprakların gelişmesiyle meyvenin oluşumuna çiçeğin ekseni ve çiçeğin tablasının katılmasıyla meyvelerin tipleri değişik olur. Hem meyve olgunlaşmamış meyvedir. Hem insan olgunlaşmamış insandır. İnsanın gelişimi, olgunlaşması meyvenin gelişimi ve olgunlaşmasına benzer. Ömür boyu ham kalan meyvede bir tuhaflık vardır. Ömür boyu ham kalan insanda ise bir kaç tuhaflık bir aradadır. Bu tuhaflıklardan dolayı ham meyveyi dalından koparır. Sevgilileri birbirinden ayırır. Şaire de;
“Ham meyveyi kopardılar dalından,
Beni ayırdılar nazlı yarimden” dedirtirler.
Nazlı sevgili, nazlı yar, nazlı eş, yiğidin babanın, yani sperm hücresi sahibinin yavuklusudur. Sevdalısıdır. Onu yakan ateş yavuklusunun içindedir. Yumurta hücresinin içindeki hararet sperm hücresini çeker, sperm hücresinin içindeki hararet yumurta hücresini çeker. İki çekim eyleminden bir döllenmiş yumurta, yani zigot yani dölüt, yani velet oluşur. İnsan evladının ömür boyu yanıp tutuşması aslında bundandır. Başka aslında bundandır da yaygaracı, vaveylacı olmasındandır. Ateş olsa cürümü kadar yer yakar. Kendi büyüklüğünü kendi cürümü kadardır. Eşeğini dövmeyen semerini döver misali işe yaramayan aklını bilme, ilme önemli işlere veremeyenler birbirlerini yemeye başlar. Erkek kedilerin yavruları boğup öldürme hevesi ham insanlarda mevcuttur. Onlar hayvanlıktan dışarı çıkamamışlardır. İnsan özelliklerinden, uygar olma özelliklerinden, hak ve hakkaniyet ölçülerinden, sevip, saymadan nasibini alamamış insanlar daha çok hayvansal özellik taşırlar. Varlıkların sınıflandırmasında insanlar biyolojik açıdan Hayvanlar Âleminin memeliler sınıfındandır. Hayvanlarda memeler süt bezleridir. Memeli hayvanların yavruları gelişiminin bir bölümünü annesinin içinde, karnında tamamlar. Dünyaya gelince de ilk besinleri anne sütüdür. Anne sütünü de annesinin MEME denilen süt bezlerinden alır.
Sevişmenin bir tane ve bir amacı vardır: Üremek. Her şeyin suyunu çıkaran, gerçek amaçlarından uzaklaştırmayı başaran insan evladı sevişmeyi de çığırından çıkarmış, ar ve namusla karıştırmış, sevişmeyi zevk alma ve kimileri para kazanma aracı olarak kullanır hale gelmiştir. Bunlar yapay ve sahte davranışlardır. Her yapay ve sahte davranışın altında çıkar ilişkileri vardır. Çıkar ilişkilerinin çoğu ilkellik bağlarıyla egoya uzanır.
Gerçek anlamda ne ile övüneceğini bilmeyen insan evladı, kendine övünecek abuk sabuk şeyler bulmakta ustadır. İnsanın bu abuk sabuk yani, çocuğun sorduğu, “Anne ben nasıl doğdum?” sorusuna “Seni leylekler getirdi” demesine kadar varmıştır. Kimini de çingeneler bahçeye bırakmıştır. Bir diğeri böyle soru karşısında kızarıp bozararak, ne söyleyeceğini bilemez duruma düşerek, “Hadi sen oyununu oyna” demiştir. Çoğunlukta böyledir. Normal bir doğal üreme biçiminin çocuklara anlatılmayışı, okullarda ayrıntılarının verilmeyişi, bazı davranışların tabu haline getirilmesidir. Davulla zurnayla, eşle dostla evlenen evlendikleri gece daha önce yapmadıklarını varsayarak, sevişeceklerini, seks yapacaklarını cümle âlem bilirken hatta ve hatta sağır sultan bile duymuşken seksin ne olup ne olmadığını çocuklarına anlatamayan ebeveynlerden oluşan toplumlar, sakat toplumlardır. Sakat toplumların her sakatlığı uygar olmaya, gerçekçi olmaya atılan adıma çelmedir. Çelme yemeye alışan toplumlar kırbaç yemeye alışmış adam gibi hep başkalarından çelme beklerler. Ha attı, ha atacak, atamadıysa, bu sessizlik, fırtına önceki sessizliktir. Tekme büyük olacaktır. O düşünceyle korkunun bekçiliğini yaparlar. Kara Cin’in yavrularına yaptığı bekçilik onların yaptığı bekçilikten daha üstündür.
El-Cabir erken davranmış, dünyaya erken gelmiş. O erken davranmasaydı iki eksi sayının toplamını imkânsız diye öğrenecekti bütün ahali. Olsundu. İyi ki bulmuştu. O da bir başka şeyi bulurdu. Yeter ki papazı bulmasın. Papazı bulmak deyimi olumsuz anlam içerir. Müslüman olmayanların bu deyimi kullanıyor olduklarının farkında değildi. Bu bir kültür olayıydı. Bir kültürde ak olan öteki kültürde kara olabiliyordu. Karaböcük Rum okuluna tayin olduğunda, okul müdürü Hüseyin Bey, “Kızım burası Rum okulu, sakın gâvur mavur lafını kullanma” diye sıkı sıkı tembih etmiş. O da olur demiş. Günlerden bir gün öğretmenler arasındaki masanın yer değiştirmesine yardım etmesi gerekmiş. Masanın ağırlığı, karşısında “Bu ne biçim masa gâvur ölüsü gibi” deyivermiş. Çevredekilerle bakışmışlar. Ama iş işten geçmiş. Yine bir gün “Sonradan görmeyle, gavurdan, dönmeden hayır gelmez” atasözünü kullanmış. Okul müdürü Hüseyin Bey, “Kızım iyi ki seni tembihledim. Ya tembihlemeseydim kimbilir neler söylerdin?” diye hayıflanıp durmuş.
Dijital makineye hafıza kartı almak için dükkâna girdi. “512 MB’lik bir kart istiyorum” dedi.
“Var, fiyatı yetmişbeş lira” dedi. Dedim, dedi dedik sözcüklerini sık sık kullanmaktan nefret ederdi. Bir başka nefret ettiği şey de suçu bile bile başkasının üstüne atmaktı. İnsan evladının bu akıl almaz davranışı onun Kara Cin kadar gurur, haysiyet sahibi olmamasından kaynaklanıyordu. Neydi onu küplere bindiren hop oturup hop kaldıran, sinirlerini bozan sinir katsayısını yükselten?
– Ben sizin yıllardır müşterinizim. Toptan fiyatına alıyorum diye buraya geliyorum. Siz bana perakende altmış liraya satılan bir hafıza kartına yetmişbeş lira diyorsunuz?
– Yok beyefendi. Bu imkânsız, o başka markadır. Siz yanlış anlamışsınız işte bu cümle onu çileden çıkarmıştı. Adam attığı kazığın kılıfını müşterinin anlayışsızlığına, yanlış anladığına bağlamak istiyordu.
Olanlar olmuştu. Ömür boyu o dükkâna bir daha girmemek üzere oradan ayrıldı. Meğer o hafıza kartının toptan fiyatı otuz lira civarındaymış. Bunu da sonradan öğrenince yükselen sinir katsayısını indirmişti. Aslında sinir katsayısının yükselmesi gerekirken inmiş olmasının nedeni, keçiyi keçi bacağından, koyunu koyun bacağından asmalarıydı. Kim asıyordu? Kasaplar. Bazen kasap kedilerin ciğere bakmaları gibi olaylara bakabilmenin sayısız faydaları vardı. Çocukla çocuk olunmaz, cahille cahil olunmaz, soysuzla soysuz olunmazdı. En önemlisi de kötü örnek alınmazdı. Feylesofların ortak kanıları “dengeli yaşamın” akıllı yaşam olduğu idi. Onlar dengeli yaşamı öneriyorlardı. Her şeyin aşırısı insan için zarardı. Asabın bozulması, yüksek tansiyona, kalp krizlerine strese ve tahlil sonuçlarının anormallik tavanına çıkmasına neden oluyordu. O da bile bile kendine zarar verecek değildi ya. Aşırılıktan, strese girmekten akıllı yaşama adına kaçınıyordu.
Kimin akıllı, kimin akılsız, kimin fakir, kimin zengin, kimin çirkin, kimin güzel olduğunu aslında Allah bilirdi. İnsanların bunlar hakkında bildikleri debelenip durmaktan öteye gitmiyordu. Böyle umutsuz düşlere dalmanın nedeni, insanı debelendiren şeylerin sayısının çok ama çok fazla olmasıydı. Düşlediği ülkelerde yaşayamıyor. Düşlediği yardımları yapamıyor. İnsanların eğitim ve öğretimlerine istediği gibi yardımcı olamıyordu. Sayın Suna Kıraç, “Yapmak istediklerim ömrümden uzun” diyerek hislerine tercüman olmuştu kendi sanısınca.
yazan: Hüseyin Ergül kaynak: akis kitap