Sahte Değerlere Aldanmayın, Gerçek Değerlerinize Sahip Çıkın
“11 Kasım 1942 tarihinde evimin üzerine iki İngiliz bombası düştü. Koskoca bir evin sadece bir saniye içinde moloz yığını haline gelmesi ne feci şeymiş meğer. Yıllar yılı uğraşarak bir araya getirdiğim antika möbleler, halılar, tablolar, kristaller ve diplomat bir amcamın Latin Amerika ülkelerinden toplayarak bana hediye ettiği vazo koleksiyonu bir anda yok olmuştu.
Kireç ve tuğla yığınlarını karıştırırken elime bir kitap sayfası geçti. Yirmi bin kitaplık kütüphanemden kalan tek yapraktı bu. Dünyayı dolaştığım âvare yıllarda teker teker toplamıştım bütün bu değerli kitapları.
GÜNGÖR ÖZYİĞİT
bilgi@gencgelisim.com
Sahte Değerlere Aldanmayın, Gerçek Değerlerinize Sahip Çıkın
“11 Kasım 1942 tarihinde evimin üzerine iki İngiliz bombası düştü. Koskoca bir evin sadece bir saniye içinde moloz yığını haline gelmesi ne feci şeymiş meğer. Yıllar yılı uğraşarak bir araya getirdiğim antika möbleler, halılar, tablolar, kristaller ve diplomat bir amcamın Latin Amerika ülkelerinden toplayarak bana hediye ettiği vazo koleksiyonu bir anda yok olmuştu.
Kireç ve tuğla yığınlarını karıştırırken elime bir kitap sayfası geçti. Yirmi bin kitaplık kütüphanemden kalan tek yapraktı bu. Dünyayı dolaştığım âvare yıllarda teker teker toplamıştım bütün bu değerli kitapları. Bir esnaf için 20 bin kitap, satılma sırasını bekleyen bir maldır sadece… Fakat bir yazar için aynı kitap yığını hayatın ta kendisidir. Risaleler, az sayıda basılmış tarihi eserler, tesadüfün yardımı ile bir araya gelen gazete ve dergi koleksiyonları, meslektaş hatıraları, meçhul bir hayranınızdan gelen çok değerli bir cilt…
Evdeki her eşyanın kendine göre bir hikâyesi vardır. Dolaplar zamanla, aynalar hayalle doludur. Her koltukta, her çalışma masasında uykularımızdan, rüyalarımızdan, üzüntülerimizden, neşelerimizden ve kederlerimizden birer parça bırakmışızdır… Yatağın her köşesinde bakışlarımızdan birer iz kalmıştır. Sonra günün birinde, bir uçağın bıraktığı iki bomba gelecek ve bütün bunları bir saniye içinde yok edecektir.
Evimin yıkılıp gitmesi benim için çok faydalı bir ders oldu. ‘Şey’lere sıkı sıkıya bağlanmanın ne kadar yersiz bir şey olduğunu ancak bu sayede anlayabildim. Çünkü şeyler sürekli değildi. Hiç ummadığımız bir anda bizi bırakıp gidiveriyorlardı.
Eski düşüncemin aksine kitapsız da yaşanabileceğini anlamıştım. Evimdekiler yok olmuştu ama kütüphaneler kitapla doluydu.”
Ünlü İtalyan yazarı Pitigrilli “Hayatım” adlı kitabında bir yaşantısını böylece anlattıktan sonra sözlerini şöyle noktalıyor: “Gelecek çalışmalar için tuttuğum bütün notlar da taş, tuğla ve kireç yığınları arasında kaybolup gitmişti. Yeni romanlar için yeni yeni konular düşünmek mecburiyetindeydim. Kocaman bir defter alarak aklıma gelen şeyleri günü gününe kaydetmeğe başladım. Bir tek dolmakalemle bir tek bavula sahip olmanın da ayrı bir zevki vardı doğrusu. Bir çocuğun eliyle su içtiğini gördükten sonra Diyojen bile tasını fırlatıp atmamış mıydı?”
Şeylerden kurtulmanın deneyini II. Dünya Savaşı’nda çok sayıda insan yaşamış. Rauf Mutluay’ın “Savaş İngilizlerin günlük ve toplumsal yaşamında en çok neyi değiştirdi?” sorusunu, bu deneyden geçmiş bir İngiliz şöyle yanıtlar: “Gökten uçaklar bombalar yağdırdığında hepimiz sığınaklara kaçışıyorduk. Tehlike geçtiğinde ise dışarıya çıkıp yıkılmış, yerle bir olmuş eşya ve evlerimizi görüp ‘Çok şükür yaşıyoruz. Bize bir şey olmadı’ diye seviniyorduk.”
Demek ki, hayattan ölüme geçişin kıl payı kaldığı yerde insan, kendi değerini ve hayatın anlamını daha bir derinden duyuyor. Ve daha önce aşırı düşkün olduğu, değerlerini abarttığı şeylerin aslında, hiç de o kadar, onlarsız olunamayacak şeyler olmadığını görüyor.
Şey’lerin Yükünden Kurtulun
Ne yazık ki, şeylere düşkünlük, çağımızın tüketim toplumlarının en büyük hastalığı. Şeyleri elde etmek için çalışıp çabalayış ve mutluluğu bunda arayış, ne boş bir inanış ve ne yaman bir aldanış. Böylece ya elde edemediklerimizin yoksunluğuyla yanacağız, ya da elde ettiklerimizden dolayı hayal kırıklığına uğrayacağız. Yani her iki halde de mat olacağız. Bu yüzden Oscar Wilde “İsa fakirlere acırdı” der ve devam eder: “Fakat zenginlere daha da çok acırdı. Çünkü mutluluk umudunu da yitirmiştir onlar.”
Ayrıca şeyleri elde etmeyi amaçlayan bir tutum, insanın kendine yabancılaşmasına yol açıyor. İnsanın yaşaması için gerekli araçlar, amaç oluveriyor. Bir ev, bir araba, bir şu, bir bu için bütün bir ömür ve emek harcanıyor. Sonunda da bugünkü gibi mutsuz ve tatsız bir tablo çıkıyor karşımıza. Oysa insan, şeylerin tutsağı olacak yerde, şeyler insanın hizmetine koşulmalıydı. Ve insan, gerçek görevi gereği, insanca güçlerini geliştirmeli, yapıcı ve yaratıcı yönlerini çiçeklendirmeliydi. O zaman insanlık kendini bulur, kış uykusundan bahara uyanır, dünya mutlu ve tatlı olurdu.
Yine de treni kaçırmış değiliz. Önümüzde el değmemiş bir gelecek var. Dilersek, gerçek değerler üzerine kurulu yepyeni bir dünya kurabiliriz. Hem bunu başarmak için dünya bugün yeterince güçlü. İnsanlar günden güne bilinçlenmede. Barışa, sevgiye, dostluğa, birliğe ve özgürlüğe doğru serpilmede. Gençler, aydınlar ve uluslar gönül gönüle yeni bir dünyanın kumaşını dokuyorlar.
Genç yazarlarımızdan Sevgi Soysal çıkıyor ve özgürlüğü, “Şeylerin yükünden kurtulmaktır” diye tanımlıyor. Öykü ve romanlarında bunu işliyor. Son yazdığı öykülerden birinde, öykünün kahramanı kız, evinde mutfaktan başlayarak gereksiz şeyleri bir bir ayırıp atarak, en son çok gerekli birkaç şeyi bir çarşaf içinde toplayıp sevgilisine, öyle özgürcesine, yüklerden kurtulmuş ve arınmış olarak bütün gönlüyle varmayı özler.
Gerçek Zenginlik
Halk dilinde dolaşan bir öykü vardır. Ayrıntılarını anımsamıyorum şimdi. Özü aşağı yukarı şöyle idi: Bir kulübede, yoksul ama mutlu bir karı koca yaşar. Adam sabahtan işine gider. Akşam evine döner. Allah ne verdiyse, ekmeğini, katığını ve en önemlisi sevgisini bölüşür karısıyla. Ve çevreleri imrenir onların bu yaşantısına. Ne zaman ki adamın biraz parası birikir, yeni işlere girişir; parası, malı mülkü artar. Apartmanı, arabası olur ve adam patronlaşır. Gönlü ve kafası bir sürü iş-güç, malmülk kaygılarıyla dolar. İşte o zaman büyü bozulur. Önceki mutluluk ve huzurdan eser kalmaz. Karısıyla sevgiyi paylaşmak şöyle dursun, birlikte ağız tadıyla yemek yeme ve iki lâf etme olanağını bile bulamaz. Böylece zenginledikçe yükü, kaygısı, tutsaklığı artar. Boşuna dememiş koca Yunus “Gitmez gönülden darlık. Var iken bunca varlık.” diye…
Yine Rauf Mutluay’dan dinlemiştim. Dr. Adnan Adıvar, bir Avrupa dönüşünde yakın çalışma arkadaşına bir düzine kravat getirerek birini seçmesini ister. Arkadaşı “Teşekkür ederim. Ama almasam daha iyi.” der. Adnan Bey vermekte ısrar edince, o da almamakta direnir. Ve nedenini şöylece açıklar: “Dostum, benim bir kravatım var, şu gördüğün. Üstelik her renge uyan, şık bir şey. Hep bunu kullanırım ve memnunum. Şimdi bir tane daha alacak olursam, sabah kalktığımda karşımda iki kravatı görüp ‘Bugün bunu mu takayım, yoksa bunu mu?’ diye hiç yoktan bir seçme güçlüğü çekeceğim, oyalanıp vakit kaybedeceğim. Rahatım kaçacak yani.” Dr. Adnan Adıvar da bu gerekçeyi yerinde bulur. Bundan böyle kendine de tek kravat ayırarak, diğerlerini, seçme güçlüğü çekmeyecek arkadaşlarına dağıtır.
Oyuncaklarını Fazla Ciddiye Alanlardan mısınız?
Einstein de, söylendiğine göre ayrıca tıraş sabunu kullanmazmış. Ve “Niye kullanmıyorsunuz?” diyenleri de “İki türlü sabun aklımı karıştırıyor.” diye yanıtlarmış.
Kur’an’da dünya bir oyuncakçı dükkânına benzetilir. Dünya yaşayışı da oyun ve eğlenceden ibarettir, denilir. Ve dünyaya dönük bir yaşamın sermayesinin gurur olduğu belirtilir. Gerçekten de zenginlik, mal-mülk, şöhret, güzellik ve mevki eğer gaye edinilirse insana gurur verir. Ancak, aynı şeyler geçici değerler olarak bilinir, onlara bel bağlanılmaz da yerince ve değerince kullanılırsa elbette yarar sağlar.
Çocuklar oyuncaklarla oynarlar. Oyuncaklar, aslında büyüklerin hayatta kullandığı şeylerin küçültülmüş örnekleridir. Ve çocukları hayata hazırlar. Çocuklar oyuncaklarıyla haşır neşir olurken, bilgi ve beceri edinirler. Günü gelince de, oyuncaklarını bir kenara bırakırlar. Ve genellikle çocuklar, şeylerle olan ilişkilerinin geçici bir oyun olduğu sezgisindedirler.
Biz büyüklere gelince, kullandığımız şeyleri, yani bize göre oyuncakları fazla ciddiye alıyoruz galiba. Oyunda olduğumuzu unutuyor, oyuncaklarımıza sımsıkı sarılıyor ve belki gülünç oluyoruz. Değer verdiğimiz şeylerin üstüne uyanmamız için bir bomba düşmesini beklemek de abes. Kaldı ki, insan için bilgi edinme yollarından biri de başkalarının deneylerinden yararlanmaktır.