Döngüsel Hedefler ve Zaman

0
903

Döngüsel Hedefler ve Zaman

Ağaç kesicisi, keresteci, hayvan yemi tüccarı, işletme yönetimi danış­manı, tarım sanayii mühendisi veya çöp toplayıcı yahut hangi mesleğin adamı iseniz ona göre yüklenme – bırakma itiyadınız söz konusudur. Mesela ben yazarak geçim eden biri olarak bir yüklenme bir de bı­rakma kuralına bağlıyorum çalışmamı. Herhangi mesleğin özeline ine­rek örneklendirmeye gerek mi var, canım. Her iklim şartının getirdiği; hanelerin, iş yerlerinin çekilip çevrilmesine dair mesela yaz hazırlığı, kış hazırlığı işte bu döngüsel hedeflerdendir. Ya bir takım kıyafetler kaldırılır başkaları çıkarılır. Ya kurutma, kaynatma, ezme, tuzlama iş­leri gündemimize girer. Takım tezgahın bakımı. Satın alma takvimi, alış veriş vakti. Eğer ziraatçi değil ama bahçenize ekip dikiyorsanız mahsul zamanı. Bunların hepsi bir yüklenme – bırakma, yani hazır­lanma işidir. Birer döngüsel hedeftirler.

Burada da, zaman mekan ve hareket kavramlarına indirgeme yapabile­ceğiz. Günlük hedefler bahsinde temellendirmeyi “ilk soyut algılayış” üzerine yapmıştık. Döngüsellikte ise temele yerleşen “mülkiyet”, “sa­hip olma” kavrayışıdır. İçinde olduğumuz bilincine erdiğimiz dünyada etrafımızdaki olayların sıralanışını, farkedilebilir ayrılışını ve birinden diğerine geçişini gözlemlemek yanı sıra idrak ve katılışımız; en özde “sahip oluş” ve “sahip olduğumuzu korumak” arasına sığanlar bütünü­dür. Değişme takvimine, yıpranma telef olma sürecine sığanlar yani. Yıl, mevsim gibi…

Her anlamda, maddî manevî biriktirdiklerimizin büyük bir kısmının yıl içinde yapageldiklerimiz toplamından olduğunu söyleyebiliriz bu­radan. Yani genellikle sakıncak şeylerimizin ve sunacak şeylerimizin meydana gelmeye başlayışı; “edinme” çağımızdan “adam olacak çocuk” çağımıza oradan “adam sınıfına girme” çağımıza kadar hep inşa halin­dedir. Bu yüzden yılın veya mevsimin olayları alışkanlık haline gelir. Bir önceki bölümde dile getirdiğimiz gibi burada yine, bir zorunluluk bir de seçimlik ayırımını yapabileceğiz. Yani, yılın mevsimin olayları­nın çoğunluğu zarurîdir. Giderek zarurî olmayanların toplamı zaruret içerenlere eşitlenir. Zaruret içersin içermesin yıl yahut mevsim içinde oldurulacak, başlayıp bitecek kadar ömrü olup; “tekrarlı karakterde” toplanır olay ve durumlardır. Bunlar gün içine sığmazlar. Çünkü içe­rikleri ve özellikleri bunu dayatır. Zaten yılı, mevsimi kaplayan; bir diğer ifadeyle tekrarı süreç alan, takvimlik olaylardır bunlar. Takvimli oluşları dolayısıyla da onları sürelerine sığdırmak yaklaşımı işe yara­maz. Onlara yetişmekten bahsedebiliriz. Sığdırmaktan değil.

Tam burada bazı kararlar almış olmalıyız. Böylece takvime yetişebilmiş olacağız. Bu tür olayları, işleri yarım bırakmaklık yoktur. Ya yetişebilinmiştir ya yetişememişizdir. Hedef yetişmek yani. Yetişmek şartına bağlanacağız. Yüklenme – bırakma yani hazırlanma dediğimiz işler ise birer alt hedef oluyorlar bu halde. Yine aynı sonuca vardık: Döngüsel zorunlu ve döngüsel seçimlik ayırımı ile değilse bile sezişiyle takvime bağlanmış hedeflerimiz olacak.

Döngüsel Zorunlu Hedefler: Edin, muhafaza et, artır, kullan.

Döngüsel Seçimlik Hedefler: Aktar, geliştir, biriktir, kolaylaştır, gü­zelleştir.

Abartılı olmamıştır umarım. Hep kendine yontan, başkasıyla ilgilen­meyen birinin ilkelerini saymışız gibi de gelmesin. Şöyle soralım ken­dimize, “bizler dünyaya gelmeden önce mülkiyet, edinme diye bir şey var mıydı acaba?”. Burada zorunlu hedeflerdendir diye sıraladıkları­mız, yıl ile mevsim ile zaten tekrar tekrar yüklenene – bırakılana, gi­rene – çıkana kendini hazırlayan ve o yüklenen – bırakılan ile hazırla­yan insanoğlunun tabiatından kaynaklanıyor. Bulduğunu yemez mesala insan. Yanında bulundurduğunu yer. Bulundurmak edinmek demektir. Edindiğimiz şeyler, ilkin, tabiatta temel kodlar halinde hazır duran, hazır olan enerjilerin çokluk olanlarından idi. Böğürtleni ele alalım. Öyle çoktur ki, böğürtleni meydana çıkaran enerjinin sonucu olan meyveyi bulundurmayla, toplamayla yetinebilir. Yine de insan bir kuşun böğürtlen yemesi gibi yemez onu. Yani kuş yiyeceği böğürt­lenin başına gelir. Fakat insan yiyeceği böğürtleni toplar. Yani hasadını ya­par. Şimdi üretmenin aşamalarını, üretme hacminin genişleme se­bep­lerini konuşmanın yeri değil. Yine de hatırlamamız gereken kada­rını analım. Hani hüda nabit, kudretten yetişme deriz ya. Yani biz insanın hiç dahli olmaksızın meydana çıkan ürünlerin enerjilerini dö­nüştürü­rüz ve kendinden ortaya çıkmayan ürünleri hasıl ederiz. Me­sela, bö­ğürtlen şurubu yaparız. Odunu yakar ısınma sağlarız. Bu enerji dö­nüştürme gailesi en masumane izahla şundandır. Bir kere insanın biti­rebileceği miktar ve bitirme süresi tabiattaki meydana gelme mik­tar ve hızından geri kalmaktadır. Yani erikler, insanın, o meyvenin vakti ge­çip gidene kadar yeyip bitirebileceğinden çoktur. Erik, erik haliyle kalmaya ise uzun süre dayanmaz. Haliyle o eriği değerlendirme dür­tüsü uyanır insanda. Yani israfın, tabiatın israfının önüne geçmek dürtüsü. Hem bu dürtü hem insanın, öyle ki cemiyet olarak kalabalık­laşması gerekçesiyle meyvenin kullanılabilirlik süresini uzatmaya çare bulmak zorunluluğu duyması enerji dönüştürme gailesini getirmekte. Fakat, insan kendisini hem en iyi tanıyandır hem en kolay kandırabi­lendir. Biriktirmenin ve enerjiyi dönüştürmenin, isteklerimiz uyarınca yapıldığı gerçeği de yadsınamaz. Sahip olma hırsı ya da bir eser mey­dana çıkarma aşkı, merakı…

Kendini emniyete alma. Yapabilme, edebilme yetisini yüksek ve çeşitli tutmakla neslinin devamını sağlamaya hazırlanma. İşte “edinme” kav­rayışının saikleri… Dedik ki, insan, insan olmaklığıyla yani bir kuş olmamaklığıyla; barınmasına, yemesine, korunmasına ilişkin hazırlık yapmaya şartlıdır. Bu sebeple edinir. Sonra kaygıları onu enerjiyi dö­nüştürmeye zorlar. Ve yetersizliklerinin ayırdındadır insan. Yetersiz­liklerini kapatan unsurlar kazanmak gerçeğiyle karşı karşıyadır. Bunu organize olarak geçerliliğe kavuştururken makine edinimiyle de ko­laylaştırır, yeterlik gözetir.

Bütün şu söze kattığımız cihetleriyle, döngüsel hedeflere yönelim, esasta, insanın içinde bulunduğu ortama uymasıdır. Hem o ortamı kendisine uydurmasıdır. Bu gerçek. Bir işin takvimine yetişmek; o işin yılın, mevsimin, durumun neresine yerleşeceği bakımından geçerlik kazanır. Tabiatımız icabı, yiyeceğimizi ağzımıza götürmekliğimiz edinme işimizi belirliyor. Yiyeceğimizi kazanmamızın onu muhafaza etmemizin takvim içindeki yerini belirliyor. İkinci, üçüncü ve başka sıralardaki edinmelerimizi yine takvim belirliyor. Neslin, canın, ırzın, dinin aklın hem korunması hem artırılması. Bunlar da takvimle yerini buluyor, bir iş olarak. Bu işlerin yapılabilmesi ise edindiklerimizin kullanılacağı yeri belirliyor takvimi içinde.

Barınma işimiz için ya ağaç ya taş ya toprak kullanıyoruz. Onların kullanımı bakımından bir takvime bağlıyız. Eğer ağaçtan bir barınma yeri edineceksek ağaç gövdesinden suyun çekildiği takvimi kollayaca­ğız. Taştan bir barınma yeri edineceksek o taşın ısındığı takvimi kolla­yacağız. Aksi halde hem taşı kırma işi hem taşı kırma yeri yerindelik ilkesine uygun düşmeyecek. Toprak için ise soğumasını… Et türü gı­dalar için, hayvanın etini doldurma mevsimini, en az bir kere üremesi takvimini gözeteceğiz. Yoksa et kaynaklarını telef etmiş oluruz. Gi­yinme, örtünme için de böyle. Eşyalarımızın; bitki lifi, hayvan derisi, odun, vb.’lerinin işimize uygun hale getirilmesi takvimi var bir de. Hem kullanıma olgunlaştırılması var. Keza kullanma süreleri…

Sanki bin yılın kitabını okuyorsunuz şu anda. Burada bahsettiğimiz takvimi gözetmeksizin gıda temin ediyoruz bu çağda çünkü. Giyim için ve barınma için de böyle. Ayrıca gıda, giyim, barınma, vb. konu­lar bu çağda kaç kişinin işi ki değil mi? Köylük yerde dahi böğürtlen suyu, hayvan eti, bitki lifi çıkarma işi kalktı. Bu işler sanayi komp­lekslerinde yapılıyor ve ne takvimi bekleniyor ne de bu ürünleri edi­nenler takvim gözetiyorlar. Ee kimin işini konuşuyoruz o halde de hangi çağın zamanı hem… İzahı şöyle. İnsanoğlunun şu hali, “yetiş­mek” değil “geçmek” hali ve iş yapmayıp “işte görünme hali”. Bu yüz­den döngüselliğe mahal kalmadı. Bir durum var ve bu hep sabit. Ay­nıyla bir et çiftliği hayvanı durumu içinde insanlar. Tabiatıyla iki se­nede tutacağı eti altı ayda tutturma yarışına sokulu-çakılı durmakta 4,5 m²’lik planktonunda. Hiç yer değiştirmiyor. İşi yemek, yemek, yemek. Işık altında ayakta, ışık sönünce yatar vaziyette. Altı kuru tutuluyor. Yağıştan, soğuktan korunaklı. Güneşten korunaklı. Üç yeri var bütün altı aylık ömründe. Doğumhaneden et tutma yerine yürüme yolu, et tutma yeri, et edileceği yere yürüme yolu. İşini, niyesini ve neyi mey­dana getireceğini bilmeksizin yapıyor, yaşıyor. Çiftleşmiyorlar. Tüp bebek doğuruyorlar. Sperm sağlayıcılık yapıyorlar. Şırıngayı döllüyor­lar, şırıngadan dölleniyorlar.

Kaba bir benzetme (mi) oldu (!?). Kendimize keyf bağışlamayalım, adil olalım, kayırmacılık etmeyelim. Gladyatörden farkı yok insanın şim­dilerde. Toplamışlar bir siteye. Dövüşmeyi öğretiyorlar. Öncelik iş bu. Sonra arenada icra-i sanat arzediyorlar. İşlerinin başarı ölçütü, diğerle­rini geçmek. Geçemeyen ölüyor. Yani ölümden hızlı olacaksın ki seni yakalayamasın. Başarmak eşittir, öldürmek demektir bu.

Sorunumuz vardı. Zaman kavramını alt üst ettiğimizi ifade ettik. Bu tanıma katıldığınızı beyan ettiniz, en azından tanımlamamızın nereye varacağına merak kesildiniz. Ve buraya kadar sohbet ettik. Dedik ki al­gımızın veyahut önemsemelerimizin zaman adlandırmasıyla ilişkisi var. Bu ilişki de hem mekan hem hareket ile kuruluyor. Cinsi ve or­tamı onlar. Mekan ve hareket oluş-bozuluşun hem sahnesi hem rolü. Buna en kapsayıcı kelimeyle iş dedik. Yani yapmanın zamanı vardır. Çünkü, yapılanı algılamak önemsemek damarı çalışıyorsa zamanla eş­leştirme doğuyor. Sonra, bir çıkış yolunu deneyelim bakalım deme­dik mi? Madem zamanla sorunumuz var o halde iş yapış tarzımıza eği­lip çözüm arayalım. Anlaşmamız bu yönde idi.

Eskilerimiz bir takvime yetişirlerdi. Zira iş yapışları bir takvimle bağ­lantılıydı. Şimdi ise başı nere sonu nere hiç belirsiz bir “durumdan iba­ret” bütün işlerimiz. Sürekli tokluk sağlayıcılar girse hayata ve sü­rekli uyanıklık yaşanabilir kılınsa günlük hedefler de çekilip gidecek dün­yamızdan. Şimdilik durum o kadar vahim değil. Henüz, döngüsel­liği kalkmaya yüz tutmuş bir yaşayışla karşı karşıyayız. Başı sonu be­lirsiz durumdan ibaret yaşayış bütün toplum kesimlerinin şartları ha­line gelmemiş ise de başka şartlar, tarzlar içinde olan toplum kesimle­rinin öykündüğünü görebiliyoruz. Kişinin kendine ait bir telefon nu­marası bildirememesi yadırganıyor. Bir, şehrin şu şebekesi aboneliği veya elektrik şirketine aboneliği olmayan ev düşünülemiyor. İşte şu durum, çığırdan çıkmışlık mıdır yahut başka nedir iyice incelemeye değerdir. Fakat biz burada, tablonun etkileri altında bir zaman algıla­ması inşa edebilir miyiz yönünde kafa yoruyoruz. Bu sebeple nere­deyse terke­dilmiş iş yapış tarzından, yani tabiatın ve fıtratımızın tak­viminden tesbitler yaparak şimdinin iş yapış tarzına ilişkin takvim çıkarımına çabalamayı önemsiyoruz.

Bir tesbite ulaşmıştık: Yetişmek, varmak yok artık; geçmek, önde ol­mak var şimdi diye. Bu, mahsurlar taşımakta aynı zamanda. Hem mahsurlardan uzak hem yeniden zaman algısını kazanmış olmak kav­rayışını kazandıran iş yapış tarzı sahibi olmalıyız şu halde. Bütün soyut ele alışlarımızda gerçekle eşleştirme sağlamasını gözetiyoruz, gözet­meliyiz demiştik, hatırlayınız. Kılavuz edineceğimiz gerçeklememizde hataya yer bırakmadan şuna yönelebiliriz diyorum. Müsaadenizle: eski­nin iş yapış tarzına dönmek kararını almak pek kolay değil. Belki bir musibete uğrasak, ihtimal, dönebiliriz. Fakat bunu kendi elimizle yapmak, gerçeklemenin hatası olur. Gerçek dışılık durumu kimsenin izaha güç yetiremeyeceği bir şey olduğuna göre; bir musibeti beklemek ya da musibeti getirmek akla aykırı. Hem eskiye dönmek halinde yani mahsulü tabiatın takvimine bırakmak halinde, dünya nüfusunun doyu­rulamayacağı aşikar. Şöyle yapabiliriz:

İlgi alanlarımızı genişletmeyi iş edinerek, bir yönümüze / yönelişimize çeşitlilik katmayı iş edinerek, heves ettiklerimizden eserler çıkararak “durumdan ibaret” iş yapış tarzını terk edip yeni iş yapış tarzı başlata­biliriz. Böylece durum donmuşluğu yüzünden kaybettiğimiz zaman al­gımıza; önemlilikler edinmekle doğurduğumuz gerçek ve geçerliklere eşleştireceğimiz oluş-bozuluş / hareket sahibi olabiliriz.

İyi de çelişme doğmadı mı? Hani çağın kodları hız, konfor, kolay, yeni, değişik, başka olanlardı ve takvime yetişememenin sebebi bu kodlara dayalı iş yapış tarzı idi. Bunlardı zaman algımızı yok eden. Şimdi, de­ğişmelerimizi esasa alan iş edinimleri önermekle durumu hepten kö­tüleştirmiş olmaz mıyız? Hayır. Çünkü o kodların ürünlerinin da­yat­masına karşılık, kendi tercihlerimizi egemen kılmaya yönelmeyi önemseyeceğiz. Böylece finansal organizasyonlardan doğan pazarlama-propagandaya hayatımıza girecekleri yerleri azaltabileceğiz. Onlara en iyi angaje olmayı; kaliteden, donanmışlıktan ve cesaret duyurucudan bilme­yeceğiz. Mahpusluğundan tahliye edeceğiz kendimizi. Eser arzeden olabileceğiz. Fiyat belirleyebileceğiz. Kimseye de dayatmaya­cağız. Bu güzel. Güzel olmaya, nasıl oldu da; iş görenler ve hatta iş sa­hipleri “bir durumdan ibaret” iş yapışa kapılıverdiler? Çünkü onlar “bir yere kapı­lanmayı”, “kapak atmayı”, “siparişin nereden geldiğine bak­mamayı”, “nasıl olup da sipariş aldıklarını sorgulamamayı”, “üzü­münü yeyip ba­ğını sormamayı” adet edinmişlerdi. Bu adetle gözü gönlü kö­relmişlerin sorunu değil zaten şu zaman algısını kaybedip kaybetme­mek. Onlar için ne “zaman yetirememe” ne “zamanı algıla­yamama” gündem değil. Hiperaktivite hastaları gibi bir ona sarılmak, bırakıp bir buna sarılmak gayet tabiilik. Onlar için bir şeye yetişmek, varmak hatta geçmek diye bir şey de yok. Öyle ki, teknoloji ürünleri satan or­ganizasyonların ça­lışanları, bu ürünleri üreten işyerlerinin çalışanları için de durum bu. Onlar, bir akan bandın üzerinde gelen malzemeyi elle gözle izlemek çiftliğinin et biriktireni. Birinin es ge­çilmesinde mahsur yok, nasıl olsa arkasından bir tanesi daha gelmekte.

İlgi alanlarımızı genişletmekle, yönelişimiz içinde çeşitlilik bulundur­makla, heveslerimizden eserler çıkarmakla kuracağımız iş yapış tarzı­mız; her genişleyenle her çeşitlilikle her hevesten doğan eserlerle kendi takvimimizi kendimiz tesbit edecek ve o takvime yetişmek tabi­atı kazanacağız. Zamanla “o işi yapmasam da geçim edebilirim” diye­bile­cek tahlil ve tercih yetkinliğine ulaşacağız. “Şuraya önerdiğim iş zamanı doğmuştun oğlum”, “şu şirkete iş yaptığım zaman gitmiştim Ameri­ka’ya”, “şu projeye başladığımda 40 yaş merdivenine bastım”, vb. za­man eşleştirmeleri yerleşecek hayatımıza, dilimize, hatıralarımıza.

Satışçısınız diyelim. “Züccaciye sektörüne çalıştığımda” ya da “iletişim sektörüne çalıştığımda” dili kazanacaksınız. Proje doğurma mevsiminiz olacak. Patent almak hazırlanışı yer edecek yılınıza. Bu gidişle, kendi siparişiniz olan ayakkabı giyecek, proje yönetmenliğini sizin yaptığınız en azından koordinatörlüğünü sizin yaptığınız evde oturacaksınız. Kendi elektriğinizi, mazotunuzu kendiniz üreteceksiniz… Bu insanla­rın çoğalmasıyla, her isteyen kendi frekansını bildirecek sorana, te­le­fon numarası yerine kim bilir.

Zaman algımla, önemsemelerimle, iş yapışımla falan biriciklik sahibi olmak derdinde değilim diyenin zaman sorunu yoktur. Onun sorunu pazara dayatmada bulunan ürünün sürüm hızına koşuşturmakta beceri – beceriksizlik sorunudur. Bu sorun da iki türlüdür. Birincisi, çevresi­nin edinimleri onları hızlandırmış iken kendi edinimleri o hıza ulaşa­mıyordur. Yapması gereken de bir iş yerine kapak atıp böyle edindiği durumun kefaletiyle kolayca borçlanıp yeni eşya edinmek ve elinde­kini evvelde kendinden daha yavaş olanlara satmak. Tabi onların ke­falet sağlayıcı duruma girememiş olması gerek. Sorunlarının ikinci türü ise hırsları ile ilgilidir. Hırsları dolayısıyla bir birim zamana çok kazanç getirici yollar aramaları dolayısıyladır. Daha başladıkları bir iş bitmeden başka alanlardan da olsa yeni meşguliyetlere girerler. Hadi bitmesini geçtik daha yoluna girmiş değilken elindeki işler onlara ye­nisini ekler. Bırakıp terkettikleri, bitirdiklerinden çoktur onların. Çünkü endeksleri işlerinin getirisidir. İşin yürümesini yahut işin ömrü kadar gidip sonra bitmesini gözetmezler. Maymun iştahlı avcı gibidir­ler. Bu yüzden ne bir şeye yetişirler ne de bir şeyi geçerler. Ama o ka­dar çok şeyi yapıyor, bitiriyor görünürler ki! Aslında durum sadece dostlar alış verişte görsün misalidir.

Yazan: Tahsin Yılmaz Kaynak: AKİS KİTAP

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız