“Ben hastalıkların nedenini bulacağım. Sonra onun da nedenini, onun da nedenini…”
Hipokrat
Bugün insanın sadece bedenden ibaret olmadığı ruhsal ve zihinsel kimliklerinin de olduğu konuşulmaktadır. Özellikle Psikolog Philips Perls’in çalışmalarının ışığında zihnin ve bedenin aynı sibernetik (birbirini bütünleyen) sistemin parçaları olduğunu ve dolayısıyla sağlıklı bedenin sağlıklı zihnin eseri olduğu gibi her hastalığın kökeninde düşünsel bir nedenin varolduğunu ortaya koymaktadır. Bu açıdan bakıldığında aslında vücudumuz bizimle konuşmakta ve dinlemesini bildiğimizde her hastalık bize bir şeyler anlatmaktadır.
Bu yüzden:
“Öfkemle nasıl başa çıkıp, sakin olmayı başarabilirim? ” diye merakla soran bayana, öfkesinin bir sonuç olduğundan gerçekte ne anlama geldiğini ve niçin öfkeli olmayı seçtiğini bilmek gerektiğinden söz etmiştim. Kendisi de kısaca bitkisel ilaçlarla ayakta durduğundan, zaman zaman gözlerinde oluşan şişliklerden ve sinirlilik halinden bahsetmişti.
Kilo fazlalığı da olduğu görülen elli yaşlarındaki, esmer, üniversite mezunu bayan daha sonra mevcut sorunlarına ne ölçüde fayda sağlayabileceğimi öğrenmek istedi. Ben de tekniklerin gücünü kullanarak şahsımın ve kendisinin bilinçaltına olan güvenimle beraber ona yardımcı olacağımı ifade ettim.
Beynimizin bilinçaltı (alt beyin) denilen kısmı anne karnından itibaren saniyede iki buçuk milyon veri kodlayan adeta buzdağının altındaki kütle gibi devasa nitelikli bir kayıt merkezidir. Aslında hiçbir şeyi unutmadığı gibi gerektiğinde bize özel anları hatırlatabilen bir bilgeliğe de sahiptir. Hatta rüyaların diliyle bazen hayallerimizi, korkularımızı bazen gerçekleşmediği halde yaşayacaklarımızı haber verirken gerçekte kim olduğunun farkındadır. Bu konuda ünlü hipnoterapist Milton Ericson da şunu kaydeder:
“Bilinçaltının bilgeliğini fark ettiğim zaman gerçek bir terapist oldum.”
Evli, iki çocuk annesi bayan geç evliliğinin ardından doğan çocuklarına bakabilmek için bankadaki çalışma hayatını sonlandırarak iki çocuğunu hayata kazandırma mücadelesi verdiğinden ve bunun onur verici olduğu kadar yorucu etkisinden söz etti.
Onu dinlerken tanıştığımızdan beri yüzünde varolan tereddütlü ifadenin devam ettiğini görebiliyordum. Bu yüzden kendisine birkaç kitap daha okumasını şayet soru işaretlerinden kurtulursa yeniden buluşabileceğimizi belirttim. Çünkü tereddüt çoğu zaman direnç oluşmasına neden olmaktaydı ve bu durum üzerindeki kıyafeti çıkarmadığı halde muayene olmak isteyen hastanın durumundan farksızdı. Zorlamak sadece sonuçsuzluğa kapı açmak demekti. Ancak benim böyle rahat davranmam onu oldukça şaşırtmış olacak ki; bu kez paylaşma konusunda son derece ısrar edince görüşmemiz de soru-cevap şeklinde başladı:
“Hiç kimse beni anlamıyor.”
“Hiç kimse dediğiniz kimler?”
“Çocuklarım bazen de eşim…”
“Anlamadıklarına nasıl karar veriyorsunuz?”
“Özellikle çocuklarımın sözlerimi dinlemeyip kendi başlarına hareket etmesi beni öfkelendiriyor.”
“Bu anlaşılmadığınızı mı gösteriyor? Bazen sözlerinizi dinlememeleriyle anlaşılmadığınız gerçeği arasındaki ilişkiyi nasıl kuruyorsunuz? Belki siz kendinizi eksik veya zamansız anlatıyor olabilir misiniz?”
“… Bilmem, hiç düşünmedim…”
“Anlaşılmadığınızı düşünmek sizin için ne anlama geliyor?”
“Annelik kimliğime yapılmış bir hakaret olarak değerlendiriyorum. Sonuçtaysa yaptığım fedakârlıkların karşılığında gördüğüm nankörlüğü hak etmediğimi düşündüğüm için kendimi işe yaramaz biri gibi hissediyorum.”
“Acaba gerçekten size hakaret etmek için mi çabalıyorlar? Her şeye rağmen siz öfkelenmeyi seçmeli misiniz?”
“Öfkelenmeyi ben mi seçiyorum?”
“İsterseniz, öfkelenmeyi seçmek dışında başka seçeneklerinizin olup olmadığını biraz düşünelim…”
Rahat ve düşünmeden konuşan danışanımın değişik bir aksanı vardı. Bu defa kendisine sakin olabildiği zamanlarda hangi duygu ve düşünceler içinde olduğunu sorduğumda şöyle dedi:
“Hiçbir şeyi şahsıma karşı yapılmış bir hareket şeklinde ele almıyorum. Olumsuzluklara fazla odaklanmayarak kendime ait günlük plan ve programla ilgileniyorum. Böyle oluğunda da kendimi daha rahat ve bağımlılık yükünden uzak hissediyorum.”
Bazen düşünce ve duygu dünyamızı anlatırken belirsiz ifadeler kullanırız. Örneğin; herkes veya hiç kimse dediğimizde gerçekte bir veya bir avuç kişiden söz ediyor olabiliriz. Bazense iki ayrı durumu birbiriyle ilişkili sanırız; sözümüzün dinlenmeyişini kasıtlı olarak şahsiyetimize karşı yapılmış bir hareket şeklinde algılamak gibi…
Hepimizin kendimize özgü mantık düzeyleri vardır. Zihnimizde tıpkı bir soğan kabuğu gibi iç içe ve bir bütün halinde olan bu anlam dünyamızın katmanları sürekli birbirleriyle etkileşim halindedir. Aralarında uyumsuzluk oluştuğunda da içsel çatışma veya değişim yaşamak kaçınılmazdır. Bu katmanları şöyle özetleyebiliriz:
Vizyon-Kimlik-Değer ve İnançlar-Yetenekler-Çevre
Vizyon (Öz); yaşam amacımız, en zirve hedefimizdir.
Kimlik; kim olduğumuz sorusuna verdiğimiz cevaplar, üstlendiğimiz rollerdir. (Bankacı, anne, ev hanımı…)
Değer ve inançlarımız; rollerimizle ilgili düşünce ve davranışlarımızı şekillendiren kalıplardır.
Yeteneklerimiz; varolan kaynaklarımız, kişisel potansiyellerimizdir.
(Amaçlarımızın nasıl gerçekleşeceği ile ilgili kısımdır.)
Çevre; yetenek ve inançlarımızın şekillendiği ve kimliğimizin davranış boyutuyla sergilendiği alandır.
Kısa diyalogdan anlaşılıyordu ki; kendisinin gerçekte daha rahat yaşama isteğindeki gayesi kişisel idealleri ve seçimleriyle varolmaktı. Fakat aynı zamanda uzun yıllardır üstlendiği bir başka rolün, annelik rolünün, bunu engellediğini düşünüyordu. Kimlik boyutundaki bu çatışmadan dolayı da anne olarak her söz ve davranışının onaylanmasını bekliyor aksi takdirde duygularına hakim olamayarak aşırı tepkiler veriyordu. Çevreden kastettiğiyse özellikle çocuklarıydı. Onların kısıtlayıcı etkisini üzerinde hissettiği her durum onu gerçekte kim olduğunu düşünmeye zorluyordu.
Kendisini zamanla daha iyi tanıdığımdaysa aslında “kısıtlanmışlık duygusuyla” daha anne olmadan önce karşılaşmış olduğunu anladım; annesinin disiplinli tutumları özellikle aynı evde yaşayan anneannesinin engelleyici, sert tavırları ve hep karşısına çıkan baskıcı öğretmenler…
Bu konuda onda en çok iz bırakan deneyimse yedi yaşındayken izinsiz yediği bir yemeğin boğazında kalarak boğulma tehlikesi geçirmesiyle ilgili yaşadıklarıydı. Hastaneye kaldırılışından duyduğu korkudan, ailesinin telaşı ve kızgın söylemlerinden hararetle bahsederken ne kadar çok etkilendiğini görebiliyordum. Bana bundan sonra geçmişinde yaşamın gerçekleri ile kendi istekleri ve çevresinin ne düşündüğü arasında gelgitler yaşadığı daha pek çok benzer olaydan ve hepsinin ardından hissettiği aynı boğucu baskı ile işe yaramazlık duygusundan söz etti.
Bu nedenle ne zaman bir seçimde bulunmaya kalksa zorlanıyor, bencillik etmemek adına bütün ilgi ve ihtiyaçlarını yok sayarak kendisini haz ve fırsatlardan olabildiğince mahrum ediyordu
Gerek öfke nöbetleri gerek aşırı yemek yeme gereksinimi tamamen isyanının dışavurumlarıydı. Zaten genç kızlığından beri süregelen gözlerindeki şişliğin genel anlamdaki zihinsel nedeni; acı veren tıkanmış düşüncelere saplanarak olup biteni görmemeyi istemek idi. Onun yaşamındaki özel neden ise içinde kendi isteklerinin yer almadığını düşündüğü hayatı görmeyi reddetmekti.
O gün ilk defa geçmişine tarafsız bir gözle bakarken bütün söyledikleri ile bütün dinlediklerini adeta yeniden anlamlandırır gibi oldu; uzunca bir süre sustu, durgunlaştı… Ben de müdahale etmek istemeyerek uzaklarda kendisiyle kalmasına izin verdim. Bir ara odaya ve oturduğu sandalyesine geri gelerek şöyle mırıldandı:
“Neden yaşamın sunduklarından geri duralım ve neden kendimizle uzlaşmak bu kadar zor olsun ki?”
Cevabını 2004’te eşiyle birlikte gittiği Meksika’daki iş seyahatini hatırladığında buldu:
“Başlangıçta çocuklarımı bir süreliğine de olsa bırakıp gitmekte tereddüt etmiştim. Ancak döndüğümde iyi ki yaşamışım dediğim bir hafta geçirdiğimi fark ettim. Özellikle törende eşim ödüle layık bulunurken onurlandığımı hatırlıyorum. Zerafet ve ziyafet içinde o ödülde pay sahibi olduğumu düşünürken bütün benliğimle kendimi yaşamın merkezinde hissediyordum üstelik her şeyin yolunda gittiğinden de emindim.”
İçsel çatışmalarından uzak olduğu bu süreç onun için çok önemliydi. Çünkü bizler hayatımızdaki neredeyse her konuda ümitten çok korkuya yakın olarak yaşamaktaydık. Gerçekleşmeyeceğini düşündüğümüz arzularımızla ilgili ümitsizliğimizi, gerçekleşeceğini umduğumuz endişelerimizle ilgili korkuyu bütün ilişkilerimize, işimize ve dolayısıyla geleceğimize yansıtmaya alışmış bulunmaktaydık. Hatta dualarımızla talepte bulunurken bile kuşkularımızı yanımızdan eksik etmemekteydik. Oysa Yaradan bizlere her iki dünya için sonsuz bir güvenle daima güzellik dilememizi tavsiye etmekle birlikte şöyle buyurmamış mıydı:
“Ben kulumun benden en yükseğini isteyenini severim.”
Onunla yeniden karşılaştığımızda aradaki zaman diliminde görüştüklerimizin sürekli analizini yaptığını ve geçmişindeki bazı kısıtlanmışlıkları hatırladığında “gereksiz” olarak nitelendirdiğini ifade etti. Evinde huzurlu olduğunu fark ettiğini söylemesi ise onun için atılmış en önemli adımdı.
Bundan sonra da düzenli okuma ve spor yapma idealleri üzerinde durarak bunları başarırsa neler kazanabileceği hakkında konuştuk. Birlikte kitaplara olan sevgisini hayata geçirmesiyle bilgisini arttıracağından, bunun güven olarak yansımasıyla daha sakin ve özellikle evinde daha huzurlu olabileceğinden, düzenli spor yapmanınsa nasıl sağlıklı kiloya kavuşmasını kolaylaştıracağından söz ettik.
Bazı insanları ikna etmek ve motivasyonunu arttırmak için daha çok olumsuz olasılıkları yani kişiye kaybettireceklerini göstererek uzaklaşmacı tavırlar sergilemek etkili olurken, bazı kimseler için konuyla ilgili eylemde bulunmanın sağlayacağı kazançlara dikkat çekerek yaklaşmacı hareket tarzında bulunmak daha etkili olmaktadır.
Ödülün kendisi için teşvik edici olduğu ve başarırsa neler elde edebileceği hususunu detaylarıyla resmettiğimiz danışanımla bu konuda ne kadar mesafe aldığımızı bir sonraki buluşmamızda:
“Sözümü harfiyen tuttum.” dediğinde anladım. Beni en çok sevindiren gelişmeler ise gözlerindeki şişliğin inmiş olması ve yeme ile olan ilişkisinin düzelmeye başlaması oldu. Çünkü hissettiği huzur normalin dışında tepkiler vermesini gereksiz kılıyordu.
Gerçekte olansa öz ile kimliğin uzlaşmasıydı. Artık kendisine hayatından keyif alma hakkını tanıyabildiğinden özellikle ev hanımı ve anne olmak onun için çelişen roller olmaktan uzaktı. Bu ise onu baskıcı inanç ve davranışlardan arındırdığı gibi kendisine özel bir zaman ayırarak çevresindekilerle daha sakin diyaloglar kurabilmesini sağlıyordu.
Uyumsuzluk nasıl çürüyen bir soğanın içinden dışına doğru biçim, renk ve koku değiştirmesi gibi pek çok olumsuzluğa daha neden olmakta ise gerçek bir uyum da bütün mantık düzeylerindeki katmanların kendi içinde ve birbiriyle sağlıklı ilişkisi ile mümkün olmaktaydı.
ASLI HATİCE ARUSAN
Psiko-zihin Uzmanı