Çimen kokulu bir akşamüstü durgun ve masmavi denize doğru yürüyordum. Günün bana göre en güzel vakti olan dakikalarda o gün de güneşin batışına şahitlik etmek için sahilin yolunu tutmuştum.
İlerledikçe ve denizin kokusunu içime çekmeye başladıkça günün sonundaki gizem çoğalıyor gibiydi. Tam o sırada bu konuda en az benim kadar meraklı biri olduğunu fark ettim: Heyecanla tuvale bu büyüyü yansıtmaya çalışan bir ressam…
Ayaklarımın altındaki kumları gıcırdata gıcırdata yönümü kendisine doğru çevirdim ve yanına vardığımda sormak istedim:
“Merhaba… Şu saatler sizin için de özel olsa gerek…”
H. ASLI ARUSAN
bilimselgelisimmerkezi@mynet.com
Çimen kokulu bir akşamüstü durgun ve masmavi denize doğru yürüyordum. Günün bana göre en güzel vakti olan dakikalarda o gün de güneşin batışına şahitlik etmek için sahilin yolunu tutmuştum.
İlerledikçe ve denizin kokusunu içime çekmeye başladıkça günün sonundaki gizem çoğalıyor gibiydi. Tam o sırada bu konuda en az benim kadar meraklı biri olduğunu fark ettim: Heyecanla tuvale bu büyüyü yansıtmaya çalışan bir ressam…
Ayaklarımın altındaki kumları gıcırdata gıcırdata yönümü kendisine doğru çevirdim ve yanına vardığımda sormak istedim:
“Merhaba… Şu saatler sizin için de özel olsa gerek…”
Yaptığı işe öyle odaklanmıştı ki şaşkınlıkla karışık başını çevirdi, beyaz şapkasından fışkıran beyaz saçlarını düzelterek gözlerime bir süre derin derin baktı ve “Her şey nasıl bakarsak o kadar anlamlı değil midir?” diyerek soruma sorusuyla karşılık verdi. Bir müddet sonra şöyle devam etti: “Bu zamanı böyle tanımlıyor olmanız bana göre sizin özel bakışlarınızdan ve özel biri olduğunuzdandır, bilmem anlatabildim mi?”
Daha sonra bana doğru dönerek bu tutkuyla nasıl tanıştığından, onu tahsilinin de iş hayatının da (ayrı) önüne koyarak ne kadar zamandır uğraş verdiğinden söz etti. Sorularımdan olsa gerek ilgili biri olduğum için benimle tanıştığından memnun olduğunu belirtti. Sahilde onunla yürümek isteyip istemediğimi sordu. Bu kez birlikte ayaklarımızın altındaki kumları gıcırdata gıcırdata ilerlerken elimde şövalye ile yaşlı ressama hem yardımcı olmaya çalışıyor hem de bütün dikkatimle kendisini dinliyordum. Sohbetimiz güneşle vedalaştıktan sonra da devam etti. Denizse sanki sıradanlıktan sıkılarak gecenin siyahlığını yutmuş ve dalgalarıyla kumsala bütünüyle uzanmak istiyor gibiydi. İskelede durduğumuzda yaşlı ressam şöyle dedi:
“Biliyor musun, bir keresinde dalgaların resmini çizmeden önce işte buraya, bu iskeleye bir ay boyunca her gün gelerek onları seyrettim. Suyun havadaki raksı, oluşturduğu renk armonisi büyüleyiciydi. Fırçam da böyle düşünmüş olacak, onu elime aldığımda öyle şeyler söyledi ki; ben bile şaşırdım. Görenler de hayrete düştüğünden olsa gerek birçok ödüle layık buldular. Oysa sadece iskelede oturup senin baktığın gibi bakmıştım ve ne kadar özel ve büyüleyici demiştim. Sanırım bu benim yaşam amacım; sıradan hayatın sırlarını keşfetmek, kimsenin görmediği detayları fark etmek… Çünkü bana göre o detaylarda saklıdır bütün giz.”
Anlattıkları ve bazen durup kısık ve derinden konuşma şekliyle güneşi yeniden görünceye kadar kendisini dinletebilecekmiş hissini veriyordu. Ayrılırken bana hep yanında taşıdığı ve ona ilham verdiğini söylediği tablosunu göstererek; “Merak ettim, şeklin ötesinin heyecanlandırdığı bakışlarınıza soruyorum, sizce ne anlatıyor buradaki resim?” diye sordu.
Ben de alabora olmuş denizdeki kıyıların görüntüsünü seyreder gibi olduğumu ama aslında sanki bir dram ve bir kaosun ruh haline benzediğini söyledim.
Yaşlı ressam devam etti:
“Bu tablonun adı; Şarkıların Sesi… Her tablomun bir ismi vardır. O gün biraz hüzünlü bir şarkı fırçama heyecan verdi ve beni alıp işte buraya götürdü. Alabora olmuş kayıklara iyi bak, onlar notaları simgeliyor, dalgaların çılgınlığı ise ritmin alçalıp yükselişini… Tıpkı kalp atışları gibi. Bana göre her detay bir renk, her renk bir kelime gibidir ve her kelimeyse bir dünya, yalnızca ben ve fırçam arasındaki…”
Hayat Sizin Görmek İstediğiniz Gibidir
İskeledeki duraklamamızı sonlandırarak yürümeye devem ettik ve o anlatmayı, ben dinlemeyi sürdürdüm.
“Şimdi günlerdir bir tablo üzerinde çalışıyorum; bir portre… Savaşta yaralı bebeğini kucağında taşıyan bir babanın yüzündeki telaş, gözlerinden taşan ateşten öfke ve dudaklarında sıkışıp kalan inleme… İşte bu ve daha fazlasını fırçam anlatacak; çünkü fırçayı tutan el bunları ve fazlasını görebildi ve anlatmakla da yükümlü demektir, anlıyor musun?” dedi bu kez ağlamaklı ses tonuyla. Eğer tatilim bitip de oradan ayrılmamış olursam ilk bana göstereceğine de söz verdi.
O akşam kumsalla vedalaşmak bana her zamankinden daha zor gelmişti. Ardımda deniz, yanımda çimen kokulu yolda ilerlerken şundan emindim: “Her şey biz nasıl bakıyorsak öyle görünüyor, o kadar anlamlanıyordu. İşte bu yüzden sadece bir ressamın eli değdiğinde konuşmaya başlıyordu tuval, sadece kameraya hükmeden bir yönetmenin start emriyle başlıyordu film ve notalar sadece bir müzisyenin zihninde sıralanarak şarkıya dönüşebiliyordu. Aksi halde her gün aynıydı, yeşilin maviden mavinin siyahtan hiçbir farkı yoktu. Her yüz birbirinin benzeriydi ve her kelime, karşılığı kadar anlamlıydı…”
Eve vardığımda vakit epey geçmişti. Annem neden geciktiğimi kızgınlıkla sorarken radyodan da Ortaçgil gitarıyla bir başka serzenişte bulunuyordu:
“Konuştum, konuştum, konuştum konuştum,
Bir de baktım ki daha başlamamıştım.
Konuştum, konuştum, konuştum, çok konuştum,
Anladım ki hiçbir şey anlatamamıştım…”
Gecenin son sorusunu anneme sordum: “Sahi niçin geç anne? Şeklin ötelerini görebilmek için mi, yoksa sözcüklerin söyleyemediklerini itiraf etmek için mi?”