Her birimize ikram edilen yaşanası muhteşem bir hayat var ortada. Günlük hengamelerin içinde onu doya doya yaşamanın farkındalığını alıp götürüyor rutin koşuşturmalar.
Koşuştururken unutuyoruz niçin var olduğumuzu, kaptırıp gidiyoruz kendimizi günün seline. Var olmanın, nefes almanın, içtiğimiz suyun lezzetini kaçırıyoruz ve de sevgileri… Ve daha birçok şeyi… En önemlisi de kendimizi kaçırıyoruz. Evrendeki bu muhteşem işleyişin sadece ve sadece insana, yani bize ikram edildiğini unutarak…
Bize, bizim isteğimizin dışında zorla yedirilmek istenenleri alıyoruz benliğimize. Gaz yapıyor, ruhumuzun midesini bulandırıyor da bunun neden olduğunu oturup sakin sakin düşünmeye bile vaktimiz olmuyor. Sorumluluklar, geçim savaşı, elde etmek istenenler, rekabet, hız, sürat, yarış… Ruhumuzun yakıtını takviye etmeden uçmaya kalkıyoruz; tökezliyoruz tabii, hatta düşüyoruz. Kalkıyoruz belki, düşmenin mahmurluğunu sırtımızda taşıyarak…
Gönül kâsemizin hüsranı dolmuş da fark etmiyoruz, düşünmüyoruz niçin böyle olduğunu.
Yeri göğü inleten serzenişlerle, söylene söylene yol alıyoruz hayat yolunda, uzaktaki meçhul sisli vadilere ulaşmak çabasıyla… Bunu yaparken yol üzerinde cıvıldayan kuşları, gül bahçelerini, bize yol gösteren hayat levhalarını fark etmiyoruz bile!
Kaptırmışız hayatın seline kendimizi, hayat gemimizin dümeni kilitlenmiş, nasıl olsa bizi bir yerlere götürür diyoruz. Ama götürmüyor işte istediğimiz yere. Kilitlenmiş dümeniyle hayat gemisi başkalarının tayin ettiği akıntılara kapılarak bilmediğimiz, yaşamak istemediğimiz diyarlara götürüyor bizi.
Maskeli Tuzaklar
İstediğimiz hayatı yaşamanın, hemen elimizin altındaki hayat dümenine sarılmamızla elimize geçeceğini, bunun bu kadar basit olduğunu unutturuyor bize. Başkalarının sunduğu çeşit çeşit, renkli renkli, çekici görünen ama birer zehirli bal misali görsel, dokunsal, sözel ve her türlü cazibesiyle süslü tepsilerde sunulan tuzaklar…
Böylece olmak istediğimiz değil, olunması istenen kişiler oluyoruz, yüzlerimize birbirinden çeşitli maskeleri takarak… İlk başta hoşumuza gidiyor bu maskeler. Bizi olduğumuzdan güçlü, süslü ve güzel gösterdiğini sanarak bütünleşiyor, zaman geçtikçe özdeşleşiyoruz onlarla. Maskeler artık derimize yapışmaya başlıyor ve bir gün geliyor ki acıtmaya başlıyor artık tenimizi. Çıkarmak istiyoruz onları ama derimize yapışan yılların yapışkanlığını suretimizden atmak öyle kolay olmuyor. Bir anda çıkarmaya kalkıştığımızda, maskenin yüzümüzü yırtacağını fark ediyoruz, büyük acılarla…
Yaşamak demenin kendin olmak demek olduğunu unutturuyor bize bu maskeler. Bilseydik kendimiz olabildikçe, maskelerin görüntüsünden daha güçlü bir görünümün vereceğimizi… Bilseydik bizi güzel gösterdiğini sandığımız maskelerden kurtulduğumuzda, kendin olmanın verdiği güzelliği yaşamanın tadını…
Ve bilseydik, kendimiz olduğumuzda dünyayı yerinden oynatabileceğimizi…
Oliver Goldsmith der ki:
Kendine karşı dürüst ol.
Her günü kendi şaheserin haline getir.
Başkalarına yardım et.
İyi kitaplardan bol bol su iç.
Dostluğu güzel sanatlardan biri haline getir.
Yağmurlu bir gün için bir sığınak yap.
Her gün sana yol gösterilmesi için dua et ve her gün haline şükret.