Yusuf YEŞİLKAYA
Adem Bey, eşi Saadet Hanımla birlikte mutlu ve huzurlu bir yaşam sürmekteydi. Kızları Aygül ve Nurgül ise yaşamlarının en güzel yanını oluşturmaktaydı. Adem Bey bir kamu kurumunda yönetici olarak görev yapıyordu. Saadet Hanım ise kendisini evine ve çocuklarına adamıştı. Başarılı bir avukat olmasına rağmen çocukları olduktan sonra bürosunu kapatıp ev hanımı olmuştu.
Adem Bey işinden arta kalan zamanı eşi ve çocuklarıyla paylaşmaktan çok büyük keyif alıyordu. Hava güzel olduğunda ailece piknik gezileri düzenliyorlardı. Temiz havada mangal keyfi yapıyorlar, ailece bir arada olmanın tadını çıkartıyorlardı. Adem Bey, Saadet Hanım ve kızları Aygül ve Nurgül ile harika bir aileydi.
Havanın güzel olduğu bir hafta sonu yine ailece pikniğe gitmişlerdi. Piknikte çok güzel eğlendiler. Açık havada mangal keyfi yaptılar, hamak kurup sallandılar, top oynadılar, koştular, eğlendiler. Daha önceki piknik gezilerinin hepsinden daha çok eğlendiler. Bu piknik herkes için çok eğlenceli olmuştu. Aile bireylerinin her birinin yüzünde güller açmıştı adeta.
Piknikte çok güzel zaman geçirmişlerdi ama akşam olmak üzereydi. Adem Bey akşam olmadan evde olmak istiyordu. Çünkü akşama babası ve annesi ziyarete gelecekti. Bir gün önceden gelebilselerdi pikniğe beraber gitmek istiyordu ama böyle denk gelmişti. Piknik yerindeki eşyalarını toparladılar ve araçlarına bindiler. Piknik alanını terk ederken hala gün içindeki yaptıklarının etkisindeydiler. Kelimenin tam anlamıyla pikniğin tadı damaklarında kalmıştı.
Orman yolunda ağaçların arasından kıvrılarak şehre doğru giderken ağaçlar dallarını yere eğdirerek adeta el sallıyordu. Adem Bey bir yandan ormanı terk etmek istemiyor diğer yandan da babası geleceği için aracın gaz pedalına yükleniyordu. Bir ara Saadet Hanım, hız yaptığı konusunda Adem Bey’i uyaracak oldu. Ama aldığı cevap zaten belliydi:
—Saadet! Biliyorsun hayatım babamlar gelecekler. Çok geciktik.
—Adem biliyorum ama yine de çok hızlı gidiyoruz gibi geliyor.
—Merak etme canım sen. Ben usta şoförüm.
Saadet Hanım, üstelemenin yararsız olduğunu anladı ve başka bir şey söylemedi. Zaten söylese de Adem Bey’in bunları duyacak hali yoktu. Orman yolunu şehir merkezine bağlayan kavşağa yaklaştıklarında Adem Bey hala çok hızlıydı. Kavşağa geldiklerinde hızını kesmeden sol tarafa baktı ve serbest olduğunu gördü. Yola çıktı ve yolun ortasına geldiğinde çok güçlü bir korna sesi ile irkildi. Ne yapacağına karar veremedi. Aracın içinden çığlıklar yükseldiğini hatırlıyordu:
—Adeeeem! Dikkat et, kamyooon!
—Babaaaaaaaaaaaa!
—Anneeeeeeeeeeee!
—Adeeeeeeeeeeemm!
Sonrasını hatırlamıyordu Adem Bey. Çünkü sağ taraftan gelen kamyonu son anda fark etmişti ama iş işten geçmişti. Kamyonu fark ettiğinde kendisi ve ailesi kamyonun altındaydı. Gözünü açtığında, kendisini karanlık birdünyada buldu. Zorlanarak konuştu:
—Neredeyim ben? Ne oldu bana?
Kendisine cevap veren olmadı. Ancak hemşirenin sesi kulaklarında çınladı:
—Doktor bey! Hasta kendine geldi!
Doktor, Adem Bey’in yanına geldi ve sakin sakin konuşmaya başladı:
—Beyefendi geçmiş olsun. Trafik kazası geçirmişsiniz. On beş gündür uyuyordunuz. Şu anda hastanemizdesiniz. Kolunuzda, bacaklarınızda ve kafatasınızda kırıklar var. Lütfen hareket etmeyin! Çok ağır ameliyat geçirdiniz. Tekrar geçmiş olsun.
Adem Bey, ne söyleyeceğini bilemedi. Bir süre sustu. Kaza, hastane, kırık, ameliyat… Uyumadan önceki halini hatırlamaya çalışır gibiydi. Kaza yapmadan önceki tek hatırladığı yer eşinin ve çocuklarının çığlıkları oldu. Sahi onlar neredeydi? Diğer odalarda mı yatıyorlardı acaba? Onlar da mı yoğun bakımdaydı? Dahası oda neden karanlıktı? Gözlerini sesin geldiği tarafa yöneltti ve sordu:
—Işık yok mu? Oda niçin karanlık?
—Beyinden aldığınız ağır hasarla görme yeteneğinizi kaybettiniz.
—İleride tekrar görebilirim ama değil mi?
—Üzgünüm. Bunu söylemek zor ama tekrar görmeniz imkânsız.
Adem Bey, boşluğa bakarak sızlandı. Ailesini merak etti:
—Eşim nasıl, durumu ağır mı? Ya kızlarım? Aygül, Nurgül de yoğun bakımda mı? Onlar neden gelmedi doktor?
Doktor sustu. Cevap vermedi, veremedi. Adem Bey, doktorun susmasından endişelendi:
—Konuşsana doktor bey! Eşim Saadet Bulut, kızlarım Aygül Bulut, Nurgül Bulut.
Doktor, dili ile dişinin arasında bir şeyler söyler gibiydi:
—Başınız sağ olsun beyefendi. Allah sabır versin.
—Ne dedin doktor sen! Eşim, kızlarım, olamaz! Aman Allah’ım!
Doktor, odadan çıkarken, hemşireye talimat verdi:
—Kızım, hasta şoka girmesin. Dikkat edin, hareket etmemesi lazım. Sakinleştirici verin!
—Anlaşıldı doktor bey.
Adem Bey için kabus dolu günler başlamıştı. Hastane odasında kendisini dinlemek ve kendisine eziyet etmek için çok uzun zamanı olmuştu. Eşinin ve çocuklarının ölümüne sebep olduğu düşüncesiyle sürekli kendisini suçladı. Bu suçluluk duygusundan hiçbir zaman kurtulamadı. Gözünden bile esirgediği eşini, prenseslerim dediği kızlarını kendi eleriyle ölüme yollamıştı. Ama cenazelerinde bile bulunamamıştı. Kendisine geldikten sonra, polisler ifade almak için yanına geldiğinde ise sesinin tonunu yükselterek avazı çıktığı kadar bağırdı:
—Bakın bana! Ben katilim! Eşimi öldürdüm. Kızlarımı öldürdüm. Ben katilim. Atın beni hapislere! Yok, hapislere atmayın, beni de öldürün. En ağır ölüm nasılsa öyle öldürün. Yaşamak istemiyorum. Ben katilim. Yaşamak istemiyorum. Ben katilim. Beni öldürün…
Kırıkları iyileşti. Yaraları iyileşti. Sargıları çözüldü. Ama dilindeki sözcükler asla değişmedi:
—Ben katilim. Yaşamak istemiyorum. Beni öldürün.
Hastaneden taburcu edildi. Kamudaki görevinden malulen emekliye ayrıldı. Akşamdan sabaha kadar ağladı, görmeyen gözleri kurudu. Sabahtan akşama kadar feryadı figan eyledi. Kendini suçladı. Komşuları feryatlara dayanamadı. Dilinde hep aynı sözler vardı:
—Ben katilim. Yaşamak istemiyorum. Beni öldürün.
Aradan geçen yıllar, Adem Bey’in acısını hafifletmek yerine daha da perçinleştirdi. Komşularına söylenip durdu:
—Allah rızası için zehir yok mu? Bana zehir verin! Beni öldürün ne olur!
Kapının önünde bir insan sesi duysa, bir tıkırtı işitse hep aynı şeyi söyledi:
—Allah rızası için zehir yok mu? Bana zehir verin! Beni öldürün ne olur! Ben katilim. Yaşamak istemiyorum. Beni öldürün.
Bütün komşuları Adem Beyin durumuna üzülürken köşe başındaki komşusu Ziya Bey, Adem Bey’e bir oyun oynamak istedi. Eşi Hatice Hanım mutfakta gözleme yapıyordu. Eşine seslendi:
—Hatice, iki gözleme fazla yap da Adem Bey’e götüreyim.
—Yapayım Ziya, iyi düşünmüşsün. Hem bir bak adamcağıza, Allah göstermesin canına kıyar falan…
—Merak etmeyin, o kendine bir şey yapamaz!
—Neden öyle söylüyorsun ki? Yazıktır garibe!
—Tamam Hatice, sen gözlemeni yap!
Hatice Hanımın yaptığı gözlemeleri bir tepsi ile Adem Bey’e götüren Ziya Bey, kapıdan seslendi:
—Adem Bey! Sana güzel bir haberim var. Kaç zamandır zehir isteyip duruyordun ya! Seni kurtarmaya geldim. Hanım gözleme yapmıştı. Getirirken ben de içine zehir kattım. Ye de kurtul! Buyur!
Adem Bey, bu şok teklifle adeta sarsıldı. Bir yandan her zaman istediği ölüme çok yaklaşmıştı. Sefilliğin sonu gelmişti artık. Diğer yandan yaşama veda edecekti. Eline gözlemeyi aldı, bir o yana çevirdi bir bu yana çevirdi. Ne yapacağını bilemedi. Ziya Bey ise tahrik eden sözler söyledi:
—Ne oldu Adem Bey, korkuyor musunuz yoksa?
—Yok, hayır korkmuyorum da şey… Aslında bugün kendimi ölüme hazır hissetmiyorum sadece. Bu gözlemeler dursun da ben yarın yiyeyim.
—Korkma Adem Bey korkma Afiyetle ye gözlemeleri! Zehir falan yok. Hatta bir ucundan ben koparıp yiyeyim.
Ziya Bey, gözlemenin bir ucundan koparıp yedi ve Adem Bey’e şunları söyledi.
—Adem Bey. Ölümden korkman ayıp değil. Asıl Allah’ın verdiği cana kastetmen günah. Geçmişte bir hata yapmışsın, bu doğru. Ama her gün kendini cezalandırman yanlış. Ölümü istemen hata. Kimin, ne kadar yaşayacağını ancak Yaratan bilir. Onun için her gününü zehir etme!
Adem Bey, ikinci defa şok olmuştu. Ama kendisi ile yüzleşme vaktinin geldiğini öğrendi. Dahası hayatla yüzleşme zamanı gelmişti. Ya bir kenarda oturup sızlanmaya devam edecekti. Ya da yaşamının geri kalan kısmını daha kaliteli sürdürebilmek için elinden geleni yapacaktı.
Eşinin ve çocuklarının acısını asla unutmadı. Ama yaşama dört elle sarıldı. Çok güzel gitar çalmaya başladı. Konservatuara kayıt yaptırdı. Yardıma muhtaç insanların desteği ve umudu oldu.
Adem Bey için eşi ve çocukları ölmemişti. İçinde yaşatıyordu onları. Ama onları yaşatmanın başka yolları da olmalıydı. Mahalledeki okulun binası öğrencilere yetmiyordu. Ek derslik yapılması gerekiyordu. Milli Eğitim Müdürlüğü ile görüşerek ek binanın masrafını üstlendi. Okulun adı Bulut İlköğretim Okulu olarak değiştirildi. Okulun girişinde Saadet Hanımla, çocukları Aygül ve Nurgül’ün resimlerinin bulunduğu bir köşe yapmışlardı. Bulut Ailesi, bu okuldaki öğrencilerin yüreğinde yaşayacaktı.
Adem Bey’i mutlu eden bir başka teklif sürücü kursundan gelmişti. Sürücü kursu müdürü, Adem Bey’den trafik konusunda kendisini yetiştirmesini ve kursiyerlere trafik dersi vermesini istemişti. Adem Bey, önce kendisini yetiştirecek kurs ve seminerlere katıldı. Daha sonra sürücü kursundaki kursiyerlere iyi bir sürücü olmanın inceliklerini anlattı.
Yaşadığımız hayatta işlerin yolunda gittiğini düşündüğümüz anlarda çok farklı sürprizlerle karşılaşabiliriz. Belki anlık bir dalgınlık ya da küçük bir hata, yaşamımızı alt üst edebilir. Ancak yaptığımız bu hata yüzünden yaşamımızın geri kalan kısmını çekilmez duruma getirmek doğru değildir. Önemli olan içine düştüğümüz sıkıntılı durumdan kurtulmak için çaba göstermektir. Yaşamı çekilmez durumdan yaşanabilir hale getirmektir.