Oturduğumuz yerde elimiz ister istemez “fazlalık” bulduğumuz ya da sarkmasından şikayet edip sıkılaşmasını istediğimiz bir yere gider… Bu, tıpkı bizi rahatsız eden bir sivilce gibidir. Belki küçüktür ama her aynaya bakışımızda burnumuzdan bile daha büyük olduğunu düşünürüz minik kızarık sivilcenin…
Fazlalık bellediğimiz yer göbeğimiz de olabilir, basenimiz de… Sarktığını düşündüğümüz yerimiz kolumuz da olabilir, bacağımız da… Öğlenleri yemek arasında birkaç metre yürümeyi spor belleriz. Ama ağaçtan ağaca atlayan, mağaralarda ateş yakıp getirdiği avı pişiren atalarımızın tembel torunları olarak “hareketsiz” yaşamımız bizim doğamıza ve genetik yapımıza aykırıdır. İşte bu nedenle kapitalist dünyada zaten az olan tatillerde aksiyon dolu bir programı da tercih etmemenin verdiği vicdan azabıyla spor salonlarını doldururuz.
Yapay ortamda koşarız, ağırlık kaldırırız, esneriz… Bir de farklı derslere gireriz. Hele ki hamlaşmış vücut ile o derslerin acı tadına doyum olmaz! Ders sonrası bacaklarımız öyle ağrır ki, ne merdivenlerden inip çıkarız, ne de bir koltuğa yavaşça oturmaya tahammülümüz kalır… Ders başındaki derli toplu halimizin yerini, ders sonunda dağılmış saçlar, çıkarılmış spor ayakkabıları, terden sırılsıklam bir vücut ve yüz alır.
İşte o anlarınızda “beyaz atlı prens” bellediğiniz adam sizi beğenirse, gerçekten size aşıktır ve kaçırmayın onu derim!
Bir de spor salonu adabı denen bir şey vardır. Mesela bazı hatunlar saçlarını topuz yaparak, değme gelin başlarını kıskandırırlar. Onlar, kendilerini “kokoş ve derli toplu” buladursunlar, aslında bu model bazı “sporsevenler” için kabustur. Mesela cycling (bisiklet) dersinde böyle bir hatun önünüze oturursa, saçından antrenörünüzü göremezsiniz. Millet ayağa kalkar, siz komutu göremediğinizden oturur kalırsınız. Diyeceğim o ki, kimsenin özgürlüklerini “kokoş” olacağım diye kısıtlamayın ve basit bir atkuyruğu modelle idare edip sporunuzu yapın.
Birkaç sene önce spor salonuna giderken bol bir eşofman altı giyerdim ama artık neredeyse tayt giymeyeni salona almayacaklar. Ben de bu akıma kapıldım ve “taytsız çıkmam” diyerek derslere katılıyorum. Fakat bir sorun da taytla beraber geliyor. Spor salonunun dolaplarına takılan kilidiniz eğer şifreli değil de, anahtarlıysa, o anahtarı ne yapacaksınız? Taytınızdan içeri mi atacaksınız, yoksa yaşlı teyzeler gibi koynunuzda bir yere mi koyacaksınız? Tabii ki hiçbiri… Pratik çözüm ister misiniz? Spor ayakkabınızın bağcığı en güzel yer. Sadece yedek anahtarlı olarak bağcığa koyduğunuzda, siz yürüdükçe gelen “şıngır şıngır” sesler kendinizi koyun gibi hissetmenize ve çıkardığınız sinir bozucu seslerle dönen bakışlara zoraki gülümseyerek karşılık vermenize neden olur.
Bir de ilk kez girdiği bir derste, antrenör gelmeden önce çevresini inceleyen tipler vardır. Dersle ilgili bilgisiz görünmek istemedikleri için çevrelerindeki insanlar hangi aletleri aldıysa bilirmiş gibi alıp yanlarına koyarlar. Bu kişiler step dersine girerken, pilates topu alan birini gördü diye yanına pilates topu alma kapasitesine sahiptir. Arkasına dönüp baktığında tüm sınıfın sadece step için hazırlık yaptığını, tek koca topu kendinin aldığını gören kişi o topun üstüne mi otursun, topu kafasında mı taşısın bilemez. İşte buradan alacağı ders, “bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp” ya da “tek bildiğim hiçbir şey bilmediğim” gibi sözler olabilir. Spor salonunun bir de böyle felsefik bir yanı vardır.
Ve biz ağaçtan ağaca atlayan, hızlı koşan hayvanı yakalayıp “akşamın rızkı” diyen atalarımızı spor salonunda iki eğilip bir bükülüp, arada bir de saçlarımızı topuz yaparak yad ederiz!
*
Seren Muyan