Bilmenin Doğası Üzerine

0
2412

Felsefenin bilme ile uğraşan şubesine epistemoloji denir ve bu kelime kökenini Antik Yunan’a borçludur. Episteme yani bilgi ve logia, yani mantık alanı anlamlarına gelen iki kelimenin birleşmesinden oluşan epistemolojinin odak noktasi, bariz olduğu gibi, bilginin ve bilmenin ne olduğu, bilen ve bilgi arasındaki ilişkinin ne olduğu ve bilgiyi edinmenin yani bilmenin mümkünlüğü üzerinedir.

Felsefenin odaklandığı diğer tüm alanlar gibi epistemoloji de doğumunu Yunan’a borçludur. Bilgi felsefesinin kurucusu genel kabul itibariyle Sokrates olarak bilinir. Sokrates’in bu unvanı elde etmiş olmasının sebebi sahibi olduğu sorgulama tekniği, yani diğer adıyla metodolojisidir. Platon’un diyaloglarında (Devlet, Sokrates’in Savunması vd.) Sokrates isimli karakterle diğer karakterler arasında geçen konuşmalara tanık olunur. Sokrates her zaman şüpheci ve sorgulayan kişiliğiyle, söz konusu düşünce veya iddiayı ortaya atan kişiye adeta salağı oynar ve onun aslında hiçbir şey bilmiyor olduğunu ona ispat ettirmeye çalışır. Elbette insanın kendini ifade edemeyişi sadece onun bilgisizliğiyle örtüşmez. Eğer insan kendisini doğru biçimde ifade edemiyorsa bu da bir sorundur. Aristoteles’in odaklandığı retorik, işte bu soruna bir vurgu yapacaktır.

Felsefe sınırlar çizmeye bayılır. Tıpkı doğru devlet yönetiminin, doğru ahlakın ve doğru mantığın ne olduğunu sınırlandırması gibi felsefe, bilgiyi de sınırlandırır. Bunu önce bilginin ne olduğu sorusuyla yapar. Örneğin Kant’a göre bilme, felsefi olarak meşru olma yani haklı çıkmanın bir sonucuydu. Değişmez otorite olan mantık da burada devreye girer. Mantık doğru bilginin edinimi üzerine odaklanmış bir zihinsel faktördür. Örneğin yüksek bir yerden atlarsanız öleceğinizi mantıksal olarak bilirsiniz zira bu iki olgu (yüksek bir yerden atlamak ve ölmek) arasındaki bağın geçerliliğini tasdik etmiş olursunuz. Sizin onaylayıcısı olduğunuz her görüş, sahip olduğunuz bilgilerin deviniminden doğan bir altyapıyla beslenir. Bu da demektir ki, tabiatın işleyişinde doğru bilgi egemendir. İnsan, evrimin kendisine yüklediği istek ve sorumlulukları gerçekleştirebilmek için doğru bilgiye muhtaçtır. O halde, mantık, insan ile tabiat arasındaki yani özne ile nesne arasındaki doğru ilişkidir. Bu ilişkinin doğruluğuna karar veren veya daha doğrusu yardımda bulunan araç ise bilgidir.

O halde bilgi tam olarak nedir? Bilgi, geçerli olan her çıkarımdır. Bilginin geçerliliği ise Aristocu Hume’un da saptadığı gibi ancak deneme yoluyla olabilir. O halde bilginin geçerliliği bir metafiziksel süreçle işlenemez ve aksine ancak denemeci bilimin görüş alanındadır. Örneğin kuantum düzeyinde, doğru bilgi dediğimiz şey bir sekteye uğrar. Zira bilginin edinimi yolunda, bilginin odak noktası olan şeyde bariz farklılıklar meydana gelir. Bunun sebebi, o düzeydeki parçacıklar veya ışınımları saptamaya çalışırken kullandığımız yöntemdir. Bilim insanları kuantum düzeyi incelerken, inceleme konusu olan parçacığa veya dalgaya belli bir sayıda elektron yollayarak onu görmeyi umarlar. Zira elektron o düzeyde geçerli olabilecek kadar ufaktır ve hareketi sonucu ışık yayabildiği için söz konusu objeyi incelemeye olanak tanır. Fakat bu işlem sırasında elektronlar doğal yapı ortamını varlıklarıyla bozarlar. Eğer siz elektronları kullanmazsanız, incelemek istediğiniz dalga veya parçacığı asla inceleyemezsiniz. Bu yüzden kuantum düzeyine bir belirsizlik hakimdir. Kendi olduğu anlamında olmayan bu belirsizlik, yalnız gözlemci için geçerlidir.
Bunu şu şekilde de anlatabiliriz: Okyanus yüzeyinden binlerce kilometre aşağıya, karanlığın hüküm sürdüğü sulara indiğinizi hayal edin. Oradaki balıkların kendilerince, olağan şekilde sürdürdükleri bir gündelik yaşamları vardır. Fakat siz oraya inerek ve (haliyle) o derindeki karanlığı aydınlatmak için fenerler tutarak, o balıkları korkutmuş oluyor ve asla sizin olmadığınız zamanki işleyişi fark edemeyecek bir çıkmaza sürükleniyorsunuz. Kuantum düzeyinde de bu mekanizma işler. Gözlemci, gözlem yapmak isterken belli değişimlere yol açar ve bu değişimler sebebiyle olağan halden çok daha farklı bir yapı gözlemlenir.

Bilgi, var olan hakkındaki çıkarım ve saptamalar olduğu için ontolojiyle arasında çok doğal bir yakınlık gözlenir. Örneğin tanrı hakkında bir bilgimiz yoktur ve hatta teistlere göre bu, tanrıya yapılmış bir saygısızlıktır. Tanrıyı bilmek sadece onun varlığını bilmektir yoksa biz onun bir özelliğini veya durumunu bilebilecek değilizdir.
Varlık felsefesine genel olarak iki türlü yaklaşım hakimdir. Herkesin bildiği üzere biri idealizm ve diğeri materyalizmdir. Elbette idealizm daha yüksek bir övgüyü hak eder. Bunun nedeni gerçekten felsefi bir uğraş olması ve felsefeyi beslemesidir. Fakat bilginin dayanağının araştırıldığı her ortamda materyalizm üstün gelecektir zira akıl bilginin doğruluğu için bir ölçüt değildir.
Bilgi temel ve bariz anlamında soyut bir olgudur fakat etki ettiği düzen yani evren, onunla var olmuştur. Bilgisayar programcılığında her kod bir bilgidir. Bu bilgilerin temaşa ettiği bir faktör veya bir araya gelerek oluşturdukları bir sistem mevcuttur. Bu sistemse, aslında sadece bir metal parçası olan bilgisayarın işlenmesinde ve doğru kullanılmasında en büyük ve tek rolü oynar. İşte kimileri için (Aristoteles, Spinoza, Hegel) tabiatta, ruh yani istenç, irade, tasarım ile madde yani gerçeklik, form arasında dengeli bir ilişki ve bir devinim mevcuttur. Farklı taraftaysa, kimi filozoflar için (Platon, Descartes, Augistunus, Berkeley) evren, yani eşyanın var oluş şemasında maddeye yani tasarlanmış illüzyona yer yoktur.
Elbette felsefe tarihinde ruhu yani ideayı en katı biçimde reddedenler de olmamış değildir. Örneğin Epiküros, Hume, Leibniz, Schouphauner, Nietzsche gibi…

O halde bilmek mümkün müdür? Bu soruya verilen her türlü cevap insanın bilebileceğini olumlar. Aristoteles, bu konuya fıtrati bir bakış açısı savurarak, her kişi doğal olarak bilmek ister derken, düşünmeyi bir uslama yönteminden ziyade, evrimsel bir mekanizma olarak görmüştür. Kendimizi antik insan yerine koyarsak, onların bilgiye sahip olmadan bildiklerini görürüz. Bunu nasıl başardılar? Bu soruya cevap verirken önce yakın çağ felsefecilerini incelememiz gerekir. Bertrand Russell, felsefeyi çok güzel tanımlar, öyle ki, felsefe, yerini bilime bırakan spekülatif varsayımlar yumağıdır. Gerçekten de, insanlığın bilme tarihine göz gezdirdiğimizde, bir devinime rast geliriz. Önce elbette dinlerin egemenliğinden, adeta işbirlikçi bir tarikat gibi sıyrılan Batı bilimi ve felsefesi, ardından modern çağ ile felsefenin mezarının kazılması ve bilimin din ile ikircikli münasebeti. Tüm bu ardı gelmeyecekmiş gibi gözüken devinimi açıklamak için önce dinin bilgi iddiasına değinmemiz gerek zira bilgi iddiasında bulunup da hiçbir deneysel görüş barındırmayan bir bakış açısıdır bu. Şiirsel olması onu üstün kılar. Duygulara hitap eder ve birçok işlevi mevcuttur. İlk ve en önemli işlevi izah, yani düzenleme ve kontrol işlevi için taban oluşturmasıdır. Buna bir çeşit ikna metodu da diyebilirsiniz. Salt aklın her seferinde yadırgayacağı bu izah tutumu, en ilkel düzeyde aslında epey hayran bırakıcı ve merak uyandırıcıdır fakat her din, eşyayı açıklama ve ondan da önemlisi anlamlandırma konusunda gözünü göklere çevirmiştir. Soydaş olan üç büyük dinden çok ama çok öncesinde, henüz insanlık bebeklik dönemindeyken, nasıl bir bebeğin oyuncakları gerçek sanması gibi, ağacı, güneşi ve etrafında gördüğü tüm fenomenleri bildiği tek şey olan kendisi gibi görmüş, onları en basit ama en ikna edici biçimde formlaştırmıştır. Güneş’i bahar getiren bir kurtarıcı, Ay’ı bulutların ardına gizlenen sinsi bir dişisel güç olarak betimlemiştir. Hellenler’in çok bilinen mitolojisinde bahara, doğuşa, ısıya ve kısacası sadece insanı alakadar eden tüm güzel şeylere hükmeden ve söz geçiren Güneş yani güzellik tanrısı Adonis, adeta bir cadı gibi yaşlı ve kurnaz olan Persephone, yani gecenin ve Ay’ın tanrıçası.
Bu tür bilgi iddiaları elbette bariz bir soyutluk ve kurgusallık taşıyan, aralarında ortaklık bulunan bir milletin epey eski bir gelenek ve değeriydi. Fakat az da olsa küreselleşen dünya ile ve artık egemenliğin sadece kılıçtan geçmediğinin anlaşıldığı dönemde, tüm kılıçlardan daha fazla kan dökmüş, tüm denizlerden daha fazla gözyaşı akıtmış bir aptallaştırma ve ardından yönetme metodu bilinir oldu. Günümüzde bizler buna kutsal kitaplar diyoruz.

Dinin ilkel bilgi iddiasının ardından (ve biraz da öncesinden), emekleme döneminden önce yürümeyi öğrenen felsefe doğdu. İlk filozof olarak bildiğimiz Thales ve ondan sonrakiler bile (Empedokles, Herakleitos) bilgi iddialarını mitolojik bir heterojenlikle zikrettiler. Onlar elbette bilgi iddialarını halka sundular ve bunlarda bir çıkar gütmediler. Kesin bilgi diye bir şey olmadığından onlar da biliyordu ki, herhangi bir bilgi iddiasının ne tür bir onaylamadan geçeceğinin bir kesinliği yoktu. Hangi bilginin doğru bilgi olduğuna kim karar verecekti? Bu nedenle, bilimin günümüzdeki otoriterliğinden önce, her şeyi bilen bir tanrının bir bilginin geçerliliği konusunda söz söylemesi epey kabul edilebilir bir şeydi. Zira insanın başka pek bir şansı yoktu.

– Endülüs

LEAVE A REPLY

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız