Bir Bayramın Ardından

0
728

 

Gidecek yolum vardı uzun mu uzun… Bir de nasıl gideceğimi bilmemenin de heyecanı ağır basıyordu. Yıllardır Ayvalık yakınlarındaki yazlığımıza İstanbul’dan kalkan bir otobüse binip gidiyordum. Şimdi ise, bayram tatili ile birlikte bilet bulmak imkansız olmuş ve alternatif çözüm yollarını denemek zorunda kalmıştım.

Alternatif yol olarak IDO ile Yenikapı’dan Bandırma’ya geçmek üzere hazırdım. Bayram yoğunluğu IDO’ya da yansımış olacaktı ki, bir saate yakın rötardan sonra yola çıktık. Yolcular öylesine yorgundu ki, yolculuk başında her birimizin elinde tablet bilgisayar ya da kitap varken, zamanla kafalar masaya dayanmaya başlamış, nefesler derinleşmiş ve uykunun kollarına kendimizi emanet etmiştik.

Bandırma’ya 02:30’da varmıştık. Gecenin koynunda nereye nasıl gideceğimizi bilmeden yürümeye başladık. Arkadaş Çeşme’ye gidecekti ve rötardan dolayı otobüsünü kaçırmıştı. Ya ben Ayvalık yakınındaki Karaağaç’a nasıl gidecektim?

Bir otobüs acentesi bulduk. Bizim gibi bavullarıyla Ege sahillerine akın etmek üzere hazır bir asker taburu gibi bekleyen kalabalık ile birlikte bize tahsis edilen minibüsle otogara gittik. Direkt Ayvalık’a giden otobüs olmadığından Balıkesir’e gidecektim. Otobüs firmasındaki görevli bilet satamadığını sistemin arızalı olduğunu söyleyince, ciğer bekleyen kedi gibi ek sefer olarak konulan Balıkesir minibüsünün kapısında beklemeye başladım.

Öncelik bileti olanlara verirlerken, bilet satmadıklarından da ne büyük tezat ve saçma iş olduğunu düşünerek gülümsüyordum. Sonunda beklemekten sıkılıp minibüse attım kendimi. Tek bir yer boştu, o da erkek yanıydı. Normalde otobüslerde “bayan yanı”, “erkek yanı” diye bilet satılırken uçakta bu uygulamanın olmadığını düşünerek, erkek yolcudan izin isteyip yanına oturdum. Bu ulaşım sıkıntısının yaşandığı anda başka da çare yoktu zaten!

Benim gibi birkaç biletsiz yolcu vardı. Araçta para ödeyecektik ama bu sefer de muavin yoktu. Yolculardan biri kalkıp biletsiz olanlardan para toplamaya, para üstü vermeye başlayınca, bundan sonraki süreçte şoförün yerine de yolculardan birinin mi görevi devralacağını düşünüp bu absurd sahnenin zevkini çıkardım.

Minibüs öylesine sıkışık bir yapıdaydı ki, önümdeki yolcu, koltuğunu geri yatırdığında alnını görüyor ve dansöze para yapıştıran bir gece kuşu gibi hissediyordum kendimi. Dizlerim ise koltuğun ağırlığı altında eziliyor ve önümde kenetlediğim kollarımla kendimi cezalı gibi hissediyordum.

İki saate yakın yolculuktan sonra Balıkesir Otogar’a varmıştık. Şimdi sırada Ayvalık otobüsü bulmak vardı! Ayvalık otobüsü biletleri bitmiş, ek sefer için haber bekleniyor, bu seferin de iki saat sonra kalkacağı söyleniyordu. Mecburen iki saat otogarda oturacaktık.

Yolculuklar bir nevi de kader ortaklığıdır. Yolculuk, kader gibi bilinmezliğe doğru bir arada zaman geçirdiğiniz anlardır… Bu nedenle herkes birbirine daha yakın ve yardımsever davranır. Zaman geçirmek, birlik olmak, amaca ulaşmak için bilgi paylaşımı yapmak gerekir. Bavullar bir yere giderken diğer yolcuya emanet edilir, seferle ilgili bilgi gelirse paylaşılır, zaman geçsin diye sohbetler edilir, paylaşım olsun diye çay ısmarlanır, karşılık olsun diye yanına poğaça alınır… vs.

İşte böyle iki saat sonunda ek seferle birlikte Ayvalık’a doğru yola çıkmıştık. O kadar çok otobüs değiştirip, birçok yere girip çıkmıştım ki, kendimi “Başak Anadolu’da” diye bir TV programı yapıyor gibi hissediyordum. Fakat uzun ve meşakkatli yolculuk sonunda kendimi Karaağaç’taki yazlığımızın kapısında buluverdim. Tüm ailenin toplandığı birkaç günlük tatilimiz başlıyordu!

Akşama doğru abim ve ailesinin gelmesiyle hepimiz toplanmıştık. Otel gibi herkesin ayrı ayrı yatağını annem hazır etmişti. Bayram öncesi yenilen yemek ve gece hafif esintiyle teras sohbeti…

Gökyüzü gece çok güzeldi. Yıldızlar parmaklarını uzatsan dokunup cebine atacakmışçasına yakınlardı. Çocukluğumda balkona sırt üstü yatıp yıldızları seyrettiğim ve bir yıldızın kayması ile dilek dilemeyi dört gözle beklediğim anları hatırladım. O zamanlar yıldız kaydığında ne diliyorsam, bu yaşımda yine aynı şeyi diliyordum.

Bayramın ilk günü hayatımda ilk kez elimi öptürdüm. 3 yaşındaki yeğenim Duru’nun kendine has el öpme stili vardı. “Para vereceğim” deyince elini ağzına götürüp öper gibi yaptıktan sonra alnına koymadan ittirmesi ile “gelenek” tamamlanıyordu.

Deniz kenarında şezlong kalmadığından erkenden gidip havlularımızı koyuyorduk. Şezlong bekçisi gibi önce ben gidiyor ve bekliyorken, akşama doğru bizimkiler geliyor ve hazır yerlerine oturuyorlardı.

İpek bir şal gibi serin ve yumuşak Ege suyu omuzlarımdan aşağı çağlarken yüzmek benim için en güzel bayram hediyesi oluyordu.

Aile sohbeti, komşular, sabah kahvaltılarında taze ekmek, peynir çeşitleri, bahçedeki çiçeklerin ve zeytin ağacının rüzgarla salınması… En güzel bayramlardan biri olmaz mıydı?

Çocukların gürültüsü, koşturması… Hele son gecemde yeğenim Duru ve komşunun aynı yaştaki kızı Ceylin beni güldürmekten öldürüyordu. Masada büyükler gibi oturan iki kız balık kraker yerken bizim Duru çeneyi yağlamış konuştukça konuşuyordu. Ceylin ise sessizdi. Konuşursa da ince ve kısık sesi zor anlaşılıyordu. Bir ara Ceylin incecik sesiyle bir şey dedi ve masadakiler hiçbir şey anlamadı. Duru, annesine dönüp;

“Ne dedi gııı?” deyince hepimiz birbirimize bakıp kahkahayı koyverdik.

“Gı” kelimesini nereden öğrendiğini hiçbirimiz bilmiyorduk. Yemyeşil gözlerini kocaman açıp da kıvırcık saçlarını sallaya sallaya Anadolu Yöresi’nden şive ile konuşan bu kız hepimizi güldürmüştü.

Çocuklar saf da oluyordu. Çok ağlarsa yeşil gözlerinin kahverengiye dönüşeceğini söylediğimiz Duru, “Halam çok mu ağlamış da gözleri kahverengi olmuş?” diye sordu. Çok ağladığımdan gözümün kahverengi olduğu cevabını alan Duru, babaannesine dönüp gözlerini kocaman açarak, “Bak bakayım gözüm yeşil mi hâlâ?” demez mi! Al sana bir kahkahalık olay daha!

Size mutluluk tarifi vereyim mi? Bir yeğeniniz olsun, onu denizde yüzdürün, su tabancası ile size su sıkmasını izleyin, onun belinden tutup “anne geliyor yakalayacak” diyerek hızla ayaklarını çırptırın, kahkahaları fon olsun kulağınıza… Sonra babaanne elinde yiyecek dolu bir torbayla gelsin, hamur kızartması yiyin, sevdiğiniz bir kitabı okuyun, terledikçe denize girip en uzak dubayı kendinize hedef belirleyin, akşam olunca tüm aile sofrada buluşun, yemekten sonrayı birer kadeh şarapla taçlandırın ve mutlaka yıldızları seyredin.

Doyum olmaz değil mi? Ben de doyamadım.

İstanbul’a geldiğimde amber ve sümbül kokuları birbirine karışıp burnumu şenlendirirken, hafif meltem esintisi de güneşin güleç yüzüyle beni karşıladı. Yok ya inanmayın, İstanbul’a bir girdim, lağım kokusu ve yapışkan nemli hava beni karşılarken biçimsiz gökdelenler de artistlik taslıyordu.

Bir tatilim daha böyle geçti. Geçmiş bayramınız kutlu olsun desem dileğimi kabul eder misiniz?

 

*

Seren Muyan

serenuyan@gmail.com

 

 

 

LEAVE A REPLY

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız