Çok uzun bir yola gidecektik. Zaten uzun yol da bizim için aşılamaz bir engel değildi. Biz hepimiz bir yerlere savrulup, seçimlerimizi yapıp, buna göre kaderlerimizi şekillendirdikten sonra sonuçlarını yaşayarak değişiyor, gelişiyor ve belki de “modern dünyaya” ayak uydurmaya çalışan yetişkinler olarak çocukluk masumiyetimizden uzaklaşıyorduk.
Fakat bir şekilde bir güç tarafından yıllar sonra bir araya gelmemiz yazılmıştı ki, hepimiz farklı hayatlarımızdan, farklı noktalardan yola çıkarak ortak bir noktada, Çatalca’daki arkadaşımızın çiftliğinde buluşuyorduk. Liseden bu yana ne çok yıl geçmiş, neler yaşamıştık.
Öğrencilik üniformalarımızdan kurtulduktan sonra seçimlerimizle karar verdiğimiz yaşamlarımız ceplerimizde bir arabaya doluştuk. İçimizde bir kebapçı, bir doktor, bir marka müdürü, bir de bendeniz kurumsal iletişimci vardık.
Yol gittikçe bitmiyordu sanki. Ne göreceğimizin heyecanı vardı belki de… Şehri geride bırakıp yemyeşil bir yola girdik. Yemyeşil tepeler fon oluştururken, tepelerin üstlerindeki rüzgar gülleri de manzaraya hareket katıyordu.
Yeşilliklerin arasında tek başına hüküm süren müstakil bir ev görüp, o eve doğru yöneldik. Evin mıcırlarla dolu girişinden geçerken kornaya basmaya başladık. Çevrede hiçbir yerleşim yeri olmadığı için kimseyi rahatsız etme gibi bir derdimiz yoktu.
Evin önüne geldiğimizde arabadan indik. Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun olduktan sonra çiftliğini kurup küçükbaş hayvancılık işine giren arkadaşımızı ararken, kendisini evin arkasındaki havuzunda yüzerken bulduk.
Havuzdan çıkıp bizi karşılayan arkadaşımızı 10 seneden fazladır görmemiştim. İnsanlar yıllarla nasıl da değişiyordu. Bizim yaramaz, haylaz, umursamaz çocuk, yıllar sonra kendi sorumluluğunun yanı sıra onlarca hayvanın ve koca bir çiftliğin sorumluluğunu tek başına üstlenmişti. Belki de “insan 7’sinde neyse, 70’inde de odur” cümlesi külliyen yalandı! Yıllarla birlikte hepimize olduğu gibi, ev sahibi arkadaşımız Uraz’a da birkaç kilo fazladan eklenmişti. Havuzun suyunun teninde parlamasına ve ıslanmaya aldırmadan hepimiz sarılarak selamlaştık.
Kalabalık bir grup olacaktık. Grubun kalanı, akşam gelecekti. Bu arada Uraz bize çiftliğini gezdirmeye başladı. Uraz üç senedir kurmaya ve oturtmaya çalıştığı çiftliğinde kendine bir atölye kurmuş, bu atölyede tahtalardan üretim yaparak, koyunları için yeni doğum ünitesi hazırlıyor; kesimhanesinde kesim yapıyor, her işini kendi yapmak istediği için traktör almış ve iş makinesi kullanarak toprakla da kendi ilgileniyordu. O’nun her anlattığını ayrıntılarıyla dinlerken oldukça da şaşırıyordum.
Ben kocaman evinde bir yardımcısı olur diye düşünmüştüm ama tek başına tüm çiftliği çekip çevirirken, bir yandan da kendi kendine yetebilmeyi öğrenmek için büyük bir bilgi açlığıyla çalışıp çabalıyordu.
Önceleri koyunları kırpmayı öyle beceriksizce yapıyormuş ki, koyunların kılları kimi yerde uzun, kimi yerde çıplak olarak, yamalı bohça gibi dolaşıyorlarmış. Şimdi bu işte usta olan Uraz, koyunlara doğum yaptırmaya da başlamış. Doğumu da veterinerden öğrenirken, ayrıntılarını buraya yazmayacağım şekilde teknik bilgiler de verdi.
Bir kuzu sevmek istediğimdeyse, ağılına girip göbek bağı yeni kuruyan siyah benekli, beyaz bir kuzuyu elime verdi. Kuzu elimde minicik bir bohça gibiydi ve korktuğu her halinden belliydi. Uraz, kuzunun göbek bağına dikkat etmemi, koparsa eğer kanayacağını söyleyince, incecik bir ipek kumaş tutar gibi daha da dikkatli davrandım. Kuzunun yüreği elimde minik senkronik hareketlerle atıyordu.
O’nu daha fazla korkutmak istemedim ve ağıla bıraktım. Annesini bulup hemen memesine yapışan kuzu, korkusunu süt emerek bastırmak istedi.
Çocukluğunda da hiç uslu durmayan ve şu anda kebapçılık işiyle uğraşan İbrahim, yetişken olmasına rağmen değişmemiş, Uraz’ın traktörüyle bir oraya bir buraya gidiyordu. Canı sıkıldıkça havuza atlıyordu.
Akşamın olmaya başladığını, havanın kararmasından değil; grubun kalanının gelmesinden anladık. Makine mühendisi bir arkadaşımız eşiyle, fatura ödeme bayisi olan bir arkadaş da hamile eşiyle, bir mühendis arkadaşımız, müteahhit arkadaşımız, tekstilci arkadaşımız ve sevgilisi ile bir başka mühendis arkadaşımız da gelince grup tamamlanmıştı.
Uraz’ın bizim için hazırladığı etleri erkekler bahçedeki çardağın altındaki şöminede pişirirken, biz kızlar da salataları hazırlıyorduk. Öyle sıcak bir ortamdı ki, yıllarca yüz yüze görüşmeyeli konularımız birikmiş, hiç sessizlik olmadan hep bir şeyler anlatarak ve aynı geçmişi paylaşmanın mutluluğuyla eğleniyorduk.
İbrahim yine yapmış, yapacağını, mühendis olan arkadaşımız Fikret’i traktörün direksiyonuna oturtmuş, kendi de traktörün önündeki kepçeye oturup sarı kirazla dolu ağacın tepesine doğru kendini yükselttirip meyve topluyordu. Aramızda çocuk ruhunu kaybetmeyen belki de tek kişi İbrahim’di…
Karanlık çökünce, çardağın altındaki kocaman masada toplandık. Kadehlerimizi geçmişimizi yad ederek kaldırdık. Masadakilerin yüzüne tek tek baktım. Şimdi baba olmaya hazırlanan Metin’de takılı kaldı gözüm. Bebeklerinin kız olacağını hissettim bir anda. Kız babası olmalıydı. Lisedeyken kafama çanta fırlatan, arka sıramda oturduğunda tekme atarak “kopya versene lan” diyen Metin, o yıllarda günlüklerimde de en fazla şikayet ettiğim kişiydi. Ama şimdi öyle değişmişti ki, eşiyle evlilik yıl dönümünü sürpriz bir pasta ve Boşnak şarkısıyla kutlayacak kadar ince düşünceli olmuştu. Eve geldiğimde günlüğüme bakıp, masadaki çoğunlukla aynı anıda buluşmak üzere sayfaları karıştırdım.
“01.06.2000 / Perşembe
Kimya dersimiz acayip gırgır geçti. Dersi kaynatmak ancak bu kadar olur. Biz kimya dersindeyken yan sınıfın dersi boşmuş. Camlarımız da birbirine yakın ve yan yana. Yan sınıfın erkekleri pencerelere çıkıp hep bir ağızdan şarkı söylediler. Metin de pencere kenarında oturduğundan pencereye çıkıp, “Susun lan ders işliyoruz” dedi gırgırına. Yoksa Metin kim, ders kim!
Yan sınıf şarkı söylemeyi kesti. Bizim pencereye bir el uzanarak hareketler yaptı. Hepimiz dersi bırakıp ele bakarak gülmeye başladık. Sonra bu el, Metin’in pencere açık kalsın diye araya sıkıştırdığı defterini aldı. Metin yine kalkıp pencereden bağırmaya başladı: “Verin lan defterimi!”. Kimya hocası da Metin’e “Otur yerine!” diye bağırdı. Melike de hocadan azar işiten Metin’le alay etti. Metin dayanamayıp yerinden kalkıp Melike’yi itti. Melike, Metin’e bas bas bağırmaya başlayınca hoca, “Ne oluyor?” diye mırıldandı. Metin de bir şey olmamış gibi yerine oturup, “Bir şey yok, derse devam edin” dedi.
Bu sırada Uraz ayağa kalkıp, “Hocam!” dedi. Hoca, Uraz’ı pek sevmiyor zaten, duymazlığa verdi. Uraz iki kere daha “Hocam” dedi. Hoca yine bakmayınca, Uraz ayağa kalkıp “Baksanıza buraya!” diye bağırdı. Hoca yine duymamış gibi davrandı.
En sonunda Uraz, hocanın karşısına çıkıp, “Yarım saattir bağırıyorum, duymuyorsunuz!” dedi. Hoca ilk kez duyuyormuş gibi, “Bir şey mi söyleyeceksin?” dedi. Uraz, “Tuvalete gidebilir miyim?” dedi. Hoca, “Hayır” diye kestirip attı.
“Lütfen diyorum…”
“Olmaz, ne yapacaksan burada yap!”
Uraz, bu sözle çöp kutusunun yanına gidip sümkürdü. Biz bu görüntüyle nasıl gülüyoruz, görmelisin! Sonra Uraz eline bakıp, “Hocam ya leş gibi oldular! Olmuyor böyle! Ne güzel tuvalete gidecektim. Hadi izin verin gideyim” dedi. Hoca yine izin vermeyince Uraz yine de ellerini gösterip, “Ben gidiyorum” deyip sınıftan çıktı.
Bu sırada yine bir el pencerede defterle belirdi. Metin gülerek yerinden kalktı, “Servisimiz geldi” diyerek defteri aldı ve kimya dersi bitti!”
Herkes anılarını paylaşmaya başladı. Meğer Hababam sınıfı yanımızda hiçbir şeymiş! Yüksek korkuluklardan atlarken düşüp iki kolunu da kıran mı ararsın, fotokopi makinesi yazılı kağıtlarını çoğaltmasın ve yazılı iptal olsun diye elektrik şalterini indiren mi ararsın… Hepsi bizdeymiş! Ve işin ilginç tarafı, “Sizden bir bok olmaz” denilen bizler, doktor, mühendis, avukat, öğretmen, pilot, mimar, hemşire, hakim, iş adamı… vs olmuşuz. Yani yetişmişiz, olgunlaşmışız ve de sorumluluk alarak hayatlarımızı kurup, olmuşuz biz arkadaş!
Gecenin ilerleyen vaktinde erkekler havuza birbirleriyle güreşerek atlarlarken, içlerindeki çocuk ruhu da açığa çıkmıştı. Geceyi özetleyen cümleyi ise şu an müteahhitlikle uğraşan Ahmet yaptı:
“Şu andaki hayatımızda, herkes birbirinden ne alabilir diye düşünerek yaklaşıyor. Yetişkinlik demek bu… Bir masaya oturduğunuzda temel konu para kazanmak oluyor. Rollere bürünüyoruz ama şu an bu masada hepimiz çocukluklarıyla oturup, altında para yatmadığı için tüm saflığımızla harika bir an paylaşıyoruz”
Evet… Harikaydı… Çocukluğa dönmek güzeldi!
*
Seren Muyan
serenuyan@gmail.com