KIYIKÖY
Yaz mevsiminin son günlerini yaşarken, güneşi, denizi, kumu özleyeceğimizi düşünerek yakın sahilleri araştırmaya başlamıştık. “Orada bir köy var uzakta, o köy bizim köyümüzdür” diye söze başlayarak rotamızı Kıyıköy’e çevirdik.
Kıyıköy, Karadeniz’e kıyısı olan bir sahil kasabasıydı. Yaşını saklamaya çalışsa da, girişindeki surlar, yaşlı bir insanın yüz çizgileri gibi, kasabanın tarihini gözler önüne seriyordu. M.Ö. Helenlerin, “Bal yiyenlerin memleketi” dediği, sonra tarihe “Roma’yı yakan adam” olarak geçen Neron’un Trakya Valisi iken sayfiye mekan olarak geldiği, Roma ve Bizans Dönemleri’nin izi ile İmparator Jüstinyen Dönemi’nde yapılan surları günümüze kadar gelen Kıyıköy, tarih ve denizle iç içeyse, bize de buraya gitmek düşerdi!
Bir gece önceden yaptığım tarçınlı – havuçlu kekin kokusu burnumuzda, rüzgarın okşaması için ellerimizi arabanın penceresinden serbest bırakarak yol alıyorduk. Çatalca üzerinden yeşillikleri izleyerek birkaç saat süren yolculuk bize birkaç dakika gibi gelmişti!
Dağ Başında Kaldım
Kırklareli’nin Balkaya Köyü’ndeki Dağ Motel’e rezervasyonumuz vardı. Önce motelimize gidip, eşyalarımızı bırakarak üstümüzü değiştirecek ve sonra da Kıyıköy ile kucaklaşacaktık!
Dağ Motel, adı gibi dağın başında olan bir moteldi. Virajlı ve dar yollara yeşillikler öyle bir fon oluşturuyordu ki, kendimi tutamayıp arabanın penceresinden elimi çıkararak yapraklara parmak uçlarımla değiyordum. Öylesine keyifliydi ki!
Dağ havası ciğerlerimi açmış, İstanbul’da zar zor derin nefes alan ben, gövdemi balon gibi şişirerek tüm temiz havayı içime hapsetmeye çalışıyordum. Sonunda motele varmıştık. İki katlı yapı, yeşilliklerin içinde adeta kaybolmuştu.
Araçtan inip motele girdiğimizde resepsiyonda kimse yoktu. Neden sonra resepsiyonun tam arkasındaki mutfaktan elinde patlıcan dolu bir tepsiyle bıyıklı bir adam çıkıverdi. O an anladım ki, bu işletmede herkes her işi yapıyordu. Resepsiyonist, aşçı, temizlikçi, garson gibi ayrı uzmanlık dalları olmadan, kimin eli neye değse onu görev belliyordu.
Odalarımızın anahtarını alıp yukarı çıktığımızda dağ başındaki bir motelden çok beklentim olmaması gerektiğini biliyordum. Ama sıfır beklentiyle bile bu kadar hayal kırıklığına uğrayabileceğimi tahmin etmiyordum. Her yerde örümcek ağları, sıvaları dökülmüş duvar boyaları, pislikten teması azalan elektrik düğmeleri, paslı tuvalet tesisatı ve tozlu dolaplar ile karşılaşınca, odama yatmadan yatmaya girip hiçbir yere değmemeye ant içmiştim. Yerlerdeki halılar ise yıllardır süpürge görmemiş ya da balkondan silkelenecek değerde görülmemiş olarak pislikle dolu yüzüyle beni selamlıyordu. Eşyalarımı yere koymaya tiksinerek neyim varsa, yatağımın üzerine yığdım.
Dağ Motel’in bir de sürprizi vardı. Bu motelde telefon çekmiyordu. İstesen de istemesen de kimse sana ulaşamazdı. “Dağ başında kaldım” demek böyle bir şey olsa gerekti!
Üzerimizi değiştirdikten sonra motelden kaçarcasına çıktık. Motelin içi ne kadar kötüyse, dışı o kadar harikaydı. Hamaklar, çardaklar, yeşillikler…
Arabamıza binip yeşil fonlu yollardan “Santana” dinleyerek zevkle geçiyorduk. Santana’nın “Corazon Espinado” şarkısı bu fona çok yakışıyordu gerçekten! Hafif hafif vurgulu çalgılar, ardından yumuşacık bir sesle mırıldanır misali söylenen melodi ve aralarda birden beliren keskin bir elektrogitar sesi…
Kıyıköy’e vardığımızda yıllara meydan okuyan surlar bizi karşıladı. Surlardan geçerken, kendimi Ortaçağ’da yaşayıp, başka topraklara gelen bir tüccar gibi hissettim. Halbuki ben milenyumu da aşmış bir seyyahtım!
Shakira’dan İyi Kıvırırım
Motel, Kıyıköy merkeze çok uzak olduğu için en yakın plaja gitmeyi tercih ettik. Merkeze çok yakın ve tabelalarla kolayca bulunabilen Liman Plaj’a doğru yol almaya başladık. Yokuştan aşağı inerken 1968 yılının hippi gençlerine benzeyen gözlüklü minik bir kızın evinin önünde oturup gitar çalarak şarkı söylediğini gördük. Öyle tatlı bir görüntüydü ki, dayanamayıp fotoğrafını çekerek o anı ölümsüzleştirmek istedik. Kız ise hiç çekingen değildi, “İsterseniz yabancı parça söyleyeyim” bile dedi!
Gülerek yolumuza devam ettik. Çok geçmeden plaja varmıştık. Plajda ne şezlong ne de şemsiye vardı. Yanımızda getirdiğimiz havluları ince kumların üzerine serdik. Birkaç kişi denize giriyordu. Denize girenlerden beline makarna sarıp, ayağına palet takan adamı görünce yurdum insanının ne kadar yaratıcı ve teçhizatlı olduğunu düşündüm.
Biz de denize girdik. Karadeniz dalgalarıyla bizi kollarına almıştı. Denize girmiştik girmesine ama bir yandan da pişmanlık hissediyorduk, çünkü hayatımızda bu kadar kirli bir denizde yüzdüğümüzü hatırlamıyorduk. Kulaç attıkça elimiz – kolumuz ya plastik bir bardağa ya da naylon bir torbaya çarpıyordu.
Vücudumuza yapışan yosunlar ise, kendilerini dünyanın en güzel kıyafeti sanıp, bizim de onlardan memnun olacağımızı düşündüklerinden olsa gerek yapışıp çıkmıyorlardı. Sonunda pes edip denizden çıkmaya karar verdik. Fakat bizi bir sürpriz bekliyordu!
Denizden çıktıkça tenimizde siyah bir şeylerin kıpırdadığını fark ettik. Denizde yaşayan bir böcek nasıl olur da insanların vücuduna yapışır ve oynaşırdı? İki sivri anteni ve gövdesi üç boğumlu olan bu siyah böceği daha önce hiç görmemiştim. Sahilde Shakira’ya taş çıkarırcasına kıvırdım, saç uçlarımdan ayak parmaklarıma kadar vücuduma ait her yerimi titrettim, öyle ki ruhum bile bu titremelerden sarsılmış ağzımı açtırıp bana çığlıklar attırıyordu. Böcekler ise titremelerime tenimin üzerinde titremelerle eşlik ediyordu. Öylesine tiksindiğim bir andı ki!
Arkadaşımla dayanamadık artık tokatla yumrukla birbirimize girer gibi üzerimizdeki böcekleri karşılıklı olarak silkeledik. “Daha da bu denize girmem!” dedim ve küstüm!
Kıyıköy ile Hindistan
Akşama doğru motele dönerken köylerden geçiyorduk. Kıyıköy’de öyle çok inek vardı ki… Yollarda öncelik ineklere aitti. Kıyıköy, ineklerin önceliği özelliğiyle Hindistan’a benziyordu demek ki! Arabamızla ineklerin geçişini tören izler misali beklerken, köyün tezek kokusunu da içime çekiyordum. İnsan aslında doğaya aitti ama şehirde doğa ne gezerdi ki!
Motele yine virajlı yolları geçerek vardık. Motelin bahçesindeki hamaklar gözümüze öyle güzel gelmişti ki, dayanamayıp yattık. Zaten pislikten geçilmeyen odama çıksam ne yapacaktım ki? Fakat hava kararmış ve karnımız acıkmıştı. Duş almak, üzerimizi değiştirmek ve yemek yemek lazımdı.
Odama çıktığımda duş tabancasını parmak uçlarımla tutarak, yanımda götürdüğüm şampuanı da nispeten daha temiz bir yere koymaya çalışarak duşa girdim. Tam yıkanırken suyum kesilmeye başladı. O an anladım ki, yan odada kalan arkadaşım da duşa girmiş ve iki kişi duşu açınca su konusunda sıkıntı yaşanıyordu. Kağıt kadar ince duvarların nimetinden yararlanıp bağırdım:
“Suyumu kesme, benden sonra duş al sen alooo!”
Uzak olduğundan ve alkol alınca araç kullanılmayacağı için akşam yemeğini Kıyıköy merkez yerine motelde yemeye karar verdik. Tereyağında mısır unuyla kızartılmış alabalık sipariş ettik. Mükemmel bir tattı! Aslan sütüyle de nasıl güzel gidiyordu. Doyamadık, birer tabak daha sipariş etmek istedik ama alabalık kalmamış. Bu güzelim yemeği köfte ile devam ettirerek bir hayal kırıklığı daha yaşasak da, şehrin gürültüsünden uzak, üzerine çiğ düşen çimlerin kokusu ve gece otlatmaya çıkarılan ineklerin boyunlarındaki çan sesleriyle neşeleniyorduk.
Ertesi sabah erkenden kalkıp motelin üzüm asmasının altındaki masada kahvaltımızı yaptıktan sonra yola düştük. İstikamet, dünyanın en eski taş oyma manastırlarından biri olan Aya Nikola Manastırı’ydı!
Manastıra geldiğimizde güneş kavurucu ışınlarını cömertçe üzerimize salıyordu. Manastırın önünde bir masanın ardında oturan “görevli” darbuka çalarak atmosfere tezat bir hava katıyordu. Manastırdan içeri girerken darbuka sesine inat, beynimde gregorian müzik tınıları yankılanıyordu. Hayat felsefem olan Latince iki sözcük dudaklarımdan dökülüvermişti. “Mea Culpa” (Benim suçum)… Hayatta ne konumdaysak, hepsi seçimlerimiz sonucuydu. Yani iyi de, kötü de bizim sorumluluğumuzdaydı. Bizim kaderimiz, kaderimizi şekillendirmekti.
Bu düşüncelerdeyken taştan manastırın doğal serinliği ile ürperiverdim. Çevremi incelerken duvarlardaki yazılara dokunarak tarihi hissetmeye çalışıyordum. Fakat bu güzelim tarihi manastırın değeri öylesine bilinmemişti ki, duvarlarda her gelenden bir iz bulmak mümkündü. Duvarlara acımasızca “Ali, Ayşe’yi seviyor” tarzı yazılar kazınmıştı.
İçim sıkılsa da, hayat umut demekti. Umut etmek ise dilek dilemekti… Biz ise dilek dilemeye hazırlıklı gelmiştik. Manastırın sote bir köşesinde dilek dileyerek mumlarımızı yaktık. Dileklerimizi Allah’a havale ettik. Tabii ki en önemlisi her şeyin “hayırlısının” nasip olmasıydı! Amin!
Manastırdan hafifleyerek çıktıktan sonra rotamızı Kastro Çamlıköy’e çevirdik. Kastro’ya girişte ücret alıyorlardı. Tabii bu ücretin karşılığında hizmet verdiklerini sanıyorduk. Plaja girdiğimizde ne şezlong, ne şemsiye ne de çöp tenekesi olduğunu gördük. Üstümüzü değiştirmek için soyunma odasına girmek istediğimizde sidik kokusundan duramadık.
Kastro ile Kamboçya
Deniz ise hayatımda girdiğim en kötü ikinci denizdi. Hayatımın en kötü denizi macerasını Kıyıköy’de böceklerle yaşamıştım. Kastro’nun denizi ise yüzen kızıl yosunlarla dolu, dalgalı, bulanık ve dibi görünmediğinden ayağımı taşa vurmama neden olup kanatan cinstendi.
İyisi mi, denize girmeden sahildeki insanları izlemekti. Mayosu kıçından düşse de inatla giyenler, el arabası gibi çocuğunu sırt üstü yatırıp ayaklarından çekerek denize sürükleyen babalar, kıyafetleriyle denize girenler, şambreli beline dolayıp yetmezmiş gibi kolluk da takanlar, sevgilisini kuma gömerken “la böyle kal kumda hayvan” diye cilveleşenler, çekirdek çitletip kabuğunu kumlara atanlar… Çok değişik insanlar vardı ve her birini ilgiyle seyredip beynime not ediyordum. Bazen bu ilgiyle izleme işini abarttığımı karşılaştığım bakışlarla anlayıp hemen başka yöne bakıyordum.
Akşama doğru denizin arkasında kalan göle gittik. Deniz bisikletine binmek istedik. Vitesi sorunlu son bir deniz bisikleti kalmıştı. Başka çaremiz olmadığı için bozuk vitesle yola çıktık. Sola doğru vitesi çekmek için Herkül gücüne ihtiyaç duyuyorduk. Bisiklet kendi kendine sağa doğru gidiyordu. İsyankardı vesselam!
Yemyeşil ağaçlar göle doğru eğilirken, gölün rengi de yeşile çalıyordu. Uzun ince yeşil yolunu ayaklarımızın altına seren gölü bilek gücümüzle pedalları çevirerek arşınlıyorduk. Manzara harikaydı. Değişik kuş cinsleri de ağaç dallarına tüneyerek bizi izliyordu.
Bir ara öyle bir sessizlik oldu ki… Pedalları çevirmeyi bıraktık. Nefes alsak bu sessizliği bozacak olmanın korkusu ve heyecanıyla o an nefessiz kaldık. Rüzgar bile esmiyordu ki, ağaçların yaprakları hışırdamasın… Sus… O an sevgili olmaya aday bir çift olsa, erkek, kızın elini tutmasa ve bu anı değerlendirmese eminim ki her şey biterdi. Öyle büyülü bir andı…
O an belki birkaç saniye sürdü ama sanki sonsuzmuş gibi geldi. Arkadan gelen bir deniz bisikletinin pedal sesi bizi tekrar sıradan hayata döndürdü. Manzaranın tadını çıkararak geri dönerken arkadaş yorumunu yaptı:
“Kamboçya’ya benziyor!”
“Sen nereden biliyorsun Kamboçya’yı? Sanki gittin de!”
“Rambo’nun filminden biliyorum. Rambo gittiydi ya!”
Kıyıköy’de Hindistan’ı, Kastro’da Kamboçya’yı yaşamıştık. Hafta sonumuz hızlı geçerken İstanbul’a dönüş vakti geldi de geçiyor muydu?
*
Seren Muyan
<serenuyan@gmail.com>