Erek Birey olamamış insanların yeryuvarında, insanca bir yaşam sürmek olası mı? Kendini oluşturamamış, var olmaktan varoluşa dönüşememiş, varlık nedenini yanıtlayamamışların erk olduğu bir yeryuvarlağı mutluluk getirebilir mi insanlığa? Siyasal konumlarını yitirmemek tek ereği olmuş, amaç için her aracı geçerli saymayı ilke edinmiş yöneticilerin yeryuvarında amaç olabilir mi insan?
Değer “İnsan, her şeyin ölçüsüdür” derken Protagoras (M.Ö. 480-410), birey olmanın ötesinde bir başka olgudan söz açmamış; her insanın, ayrı bir dünya (mikrokozmoz) olduğunun bilincine ulaşmanın kaçınılmazlığını vurgulamıştır. ‘Kendi olma’nın ayırdına varamayanların, kendince bir bakış açısına, eleştirel/sorgusal değerlendirmeye ulaşamayanların, öznel düşünüş ve davranış sürecinden geçmeyi yaşayamayanların birey …
TAN DOĞAN
tandogan61@mynet.com
Erek Birey olamamış insanların yeryuvarında, insanca bir yaşam sürmek olası mı? Kendini oluşturamamış, var olmaktan varoluşa dönüşememiş, varlık nedenini yanıtlayamamışların erk olduğu bir yeryuvarlağı mutluluk getirebilir mi insanlığa? Siyasal konumlarını yitirmemek tek ereği olmuş, amaç için her aracı geçerli saymayı ilke edinmiş yöneticilerin yeryuvarında amaç olabilir mi insan?
Değer “İnsan, her şeyin ölçüsüdür” derken Protagoras (M.Ö. 480-410), birey olmanın ötesinde bir başka olgudan söz açmamış; her insanın, ayrı bir dünya (mikrokozmoz) olduğunun bilincine ulaşmanın kaçınılmazlığını vurgulamıştır. ‘Kendi olma’nın ayırdına varamayanların, kendince bir bakış açısına, eleştirel/sorgusal değerlendirmeye ulaşamayanların, öznel düşünüş ve davranış sürecinden geçmeyi yaşayamayanların birey olamayacağını işaret etmiştir. Kişiselliğin (bencilliğin değil, benciliğin) değerini vurgulamış, seçmenin ve karar vermenin değerini önemsemiştir. Benci olamayan bireysel, bireysel olamayan toplumsal, toplumsal olamayan da evrensel olabilir mi?
Bilmek Atina’da Delphili bilicilerin eski bir sözünü (Gnothi Seauton/Kendini Tanı) benimseyen Sokrates (M.Ö.469-399), “Kendini bil!” derken, bir at sineği olup yeryüzü üzerine değil, öncelikle kendimiz üzerine düşmemizin gereğini duymamızı dilemiş ve bu yüzden, Atinalılarca ölümüne karar verilmiş. Felsefe de bir anlamda soru sormaksa asıl soru şu: “İnsanlık, kendini bilen bir konuma ulaştı mı?”
Savaş Sartre (1905-1980), “yeryüzüne atılmış” (fırlatılmış/bırakılmış) bir varlık olarak görmüştür insanı. Bu, var olmak demektir. Oysa insan, yeryüzüne gelişini kendi belirlememesine karşın, savaşarak, var olmaktan varoluşa kendini dönüştürebilir. Kendiyle savaşmaksa bunun önkoşuludur. Bu önkoşul, inaksal (kalıpsal/dogmatik), sıradan, dayatmacı düşünceler ve yanlış/yersiz gelenek-göreneklerden sıyrılmayı gerekli kılmaktadır. Yine Sartre, bir başkası gibi, ona özenerek, onun yerinde olmak ya da onun gibi duyup, düşünüp, yaşamak yerine, insanın kendi olması gereğini, “başkası cehennemdir” sözüyle vurgulamıştır.
Kitap Kendini oluşturmak, kendini yeni baştan yapmak, kendini biçimlendirmek ve özce kendi olmak, insanın bilinçlenmesiyle gerçekleşebilir. Bu süreçse, davranış bilimcilerin ‘erken çocukluk’ dedikleri dönemde başlamaktadır. Bilgi, bilinçlenmenin önkoşuluysa, kitap da bilgilenmenin önkoşulu olmaktadır. Okuma serüvenine çocukluk yıllarında başlamış olanlar, bilinçlenme ve kendi olma sürecine 1-0 yengiyle ya da artı değerle katılacak olanlardır.
Sanat İnsanın kendisiyle, insanlarla, toplumla, yeryüzüyle ve evrenle savaşması olan yaşama sanatı, belki de sanatların en zorudur. Değerler dizgesinin cenderesi altında isteristemez (fırlatılmışlığından ötürü) ezilerek yaşama başlayan insan, seçme olasılığının olmadığı bir ailede, bir ülkede, bir eğitim-öğretim ortamında, gelenek ve göreneklerle inançsal yaşamların on ikisinde soluk almaya çabalarken, birey olma uğraşına yönelecek bilince ve özgür istence iye(sahip) değilse; iyi bir alt yapısı yoksa ya da olan yapıyı geliştirme-değiştirme-dönüştürme gereksinimi duymuyorsa; kendinin ve yaşamanın ayırdına varma gücünden yoksunsa, yaşama sanatında utkularla yol alması olası değildir.
Zaman Zaman geçtikçe ve yüzyılların gerisine düştükçe insanlık; savaşlar ve açlık yeryüzünden silinmedikçe; insan insanın kurdu olup, büyük kemirgen olarak yaşamını sürdürdükçe, sömürü, yayılmacılık ve anamalcılık yaşamı yokluğa yolcu kıldıkça, doğaldır ki, insan türü de yok olacaktır.
Düşülkü İnsanın, birey olamadıkça hiçbir insandan, hiçbir erkten, hiçbir yöneticiden, hiçbir yönetim düzeninden, hiçbir siyasadan yakınması söz konusu olmamalıdır. Kendi olmayı başaramamış biri, nasıl olur da yöresel, oradan toplumsal, ardından ulusal ve dahası evrensel olabilir?! Türesini(hak) ve tüzesini(hukuk) yerine getirememiş birinin, insanlığın türe ve tüzesini savunması düşülkü (ütopya) bile olamaz.
Oluş Dünyaya gelmemizin rastlantısal ya da bizim isteğimiz dışında gerçekleşmiş olması, kendimizden, yaşamımızdan, insanlıktan yana umudumuzu yitirmemizi gerekli kılabilir mi? Yaşama doğdu insan, ölüme değil… Ve savaşımlar sonucunda kendi varoluşuna dönüşerek, yüzyıllar boyunca sürdürdü yolunu. Güzellikler denli, kötülükler de yarattı. Yıldırdı, kıydı, acı çektiri; yaktı, giyotine vurdu, ipe çekti; sürgüne gönderdi, dört duvarlara tutsak kıldı, çürüttü; aç, yoksul ve yoksun bıraktı türünü ve öldürdü/öldürmekte… Geriye kalan seçimse şu: Ya yok oluş, ya varoluş; ya sömürülme, ya özgürlük; ya birey olma, ya da bir başka şey…
Sonuç İnsan, böyle giderse ya yeryüzünden türünü kazıyacak ya da ‘insanca bir yaşam ve mutlu insanlık’ bir umut er-geç kapımızı çalacak.