Kişinin sahip olduğu duygu ve düşüncelerini kontrol edebilmesi, olumlu amaçlar için yönlendirmesidir. Bu beceri ile duygularımızın esiri olmaktan kurtulup onları yönlendirebiliyoruz. Örneğin: bir olay bizi çok kızdırdığında, kendi kendimizi sakinleştirerek, yanlış bir karar vermekten veya yanlış bir davranışta bulunmaktan kaçınırız.
Bunun için öz bilinç dediğimiz; kişinin güçlü ve gelişmeye açık yönlerini bilmesi gerekir. Kişi sahip olduklarının farkında olur; düşünce ve davranışlarına rehber olacak şekilde kullanırsa duygularını yönetiyor demektir.
Duygularını yönetemeyen kişiler; onlara kapılıp giden ve bu durumdan kendilerini kurtaramayan, adeta duyguların hükmü altında yaşayan kişilerdir. Mesela öfkelenince bağırıp çağıran, agresif davranışlar sergileyen kişiler gibi.
Bazı kişiler ise, hislerinin farkında olsalar da; bu durumlarını kabul eder ve durumlarını değiştirmeyi denemezler. Mesela onları üzen bir duruma tepki vermez, içlerine atarlar. Daha sonra hayattan vazgeçme, çöküntü şeklinde tepki verirler.
Duygularını denetleyebilen kişiler; duygularını baskılayanlarla karıştırılmamalıdır. Kendini yönetmenin yolu; rahatsız edici duygu ve dürtülerine hâkim olmak, hatta onları yararlı bir biçimde kanalize etmekten geçer.
Bu arada elbette, üzücü bir olaya üzülmek, kızdırıcı bir olaya kızmak doğaldır, ancak Aristonun dediği gibi “Herkes kızabilir, bu kolaydır. Ancak doğru insana, doğru ölçüde, doğru zamanda, doğru nedenle ve doğru şekilde kızmak, işte bu kolay değildir.”
Ayrıca üzüntü ve kızgınlığa kapılmanın çoğu zaman faydası yoktur. Kişinin sorunlar karşısında yeterli düzeyde öz kontrol, özgüven ve esneklik gösterebilmesi de özyönetim tanımının içinde yer alır. Kişinin yüksek stres altında ya da bir kriz döneminde sakin kalması ve açık bir zihinle düşünebilmesi bir özyönetim göstergesidir.
Mesela karmaşık bir durumda; bir ayrıntıya takılmayıp resmin bütününü görmek ve böylece en iyi hareket şeklini tahmin edebilmek bir duygusal zeka göstergesidir.
Ebeveyn olarak duygularımıza hakim olmamız çok önemlidir. Ergenlik çağı değişken ruh halleriyle uyumsuz bir dönem olduğu için; esneklik göstermek daha çok bize düşebilir.
Ayrıca bazı gençler aşırı özgürlük beklentisinde ve manasız isteklerde ısrarcı olabilir. Bu konuda ne öfkeye kapılmalı, ne de kontrolü yitirmeliyiz. Sağlıklı bir şekilde düşünerek, danışıp, görüşerek belirlediğimiz kuralları uygulamakta kararlı olmalıyız.
“Bunun neden böyle olması gerektiğini” serinkanlılıkla anlatmaktan vazgeçmemeliyiz.
* Duygularını yönetebilen kişiler, hayatlarının sorumluluğunu yüklenebilirler. Ortaya çıkan sonuçlarla ilgili olarak başkalarını suçlama yerine kendini sorgulayabilir. Mesela “bu kız hep senin yüzünden böyle oldu” diye eşine çatmaz; kendine düşeni yapıp yapmadığını sorgular.
* Duygusal yönetimi sağlam olanlar tutarlıdır; kararlarını uygular, verdiği sözleri tutar, vaatlerine uyar. Böylece güven uyandırdığından saygı görür.
* Bu arada esnek ve yeni durumlara açık olmak da önemlidir. Kişinin yeni bilgi, yaklaşım ve fikirlere karşı ön yargılı olmadan incelemesi, anlamaya çalışması önemlidir.
Motivasyon:
İnsanın kendini teşvik edebilmesi, daima başarma isteğine ve heyecanına sahip olması demektir. Bu yetenek özellikle zorlukların çıkmasında veya işlerin istenilenin dışında gelişmesi durumlarında çok faydalı olur. Kendini motive edebilen insan, zorluklar karşısında yılmadan kendinde devam etme gücünü bulur daha metanetli olurlar.
Çocuklarımızın; hayatlarının en önemli ve zorlu döneminden geçtiğini göz önünde bulundurarak onları iyiye güzele teşvik etmeliyiz. Bunun için ise öncelikle bizler inançlı, iyimser ve kendi hayatımızdan memnun olmalıyız.
Örneğin, kızımız kendi dış görünüşünden memnun değil. Bu fizikle beğenilmeyeceğini, mutlu bir yuva kuramayacağını düşünmeye eğilimli. Siz de onun kötümser düşüncelerini desteklerseniz umutları büsbütün kaybolacak ve her türlü tehlikeye açık hale gelecektir.
Oysa siz, dış görünüşün her şey olmadığını; hem hayata gülümseyen herkesin bir güzelliğe sahip olduğunu anlatabilirsiniz. Elbette onu buna inandırabilmeniz için öncelikle sizin inanmanız gerekir.
Motivasyon, hem kendini hem başkalarını iyimser olmaya, yaşam sevinci duymaya çalışıp çabalamaya yönlendirebilme gücüdür.
* Motivasyon, yaşam sevinci ve başarı odaklılık demektir. Bu nedenle duygusal zekası yüksek kişiler iyimser ve umutludur. Pozitif yönleri görür, geliştirmeye bakar. Negatif yönlerden dolayı hissettiği kaygıyı çabaya dönüştürür.
* Sonuç odaklıdır. Başaracağına inanır. Kendi amaç ve standartlarına ulaşmada yüksek derecede kendini güdüler.
* Bu aptalca cesaret demek değildir. Hesaplanmış risk alır. Kendini geliştirmek için amaçlar belirler, bu arada şartları ve imkânları hafifçe zorlamaktan kaçınmaz.
Empati:
Duygusal zekânın iki yönü vardır; biri kendi duygularına bakar, diğeri sosyal alana.
Çünkü hayatta iki hedefimiz vardır ve hatta olmalıdır;
Birincisi; kendi hedeflerimizi gerçekleştirerek başarılı olmak.
İkincisi, bu başarıyı paylaşıp mutlu olacağımız ilişkilere sahip olmak.
Eğer kendi hedeflerimizi gerçekleştirmeye odaklanırken başkalarını önemsemezsek, başarılı olmamızın tadını çıkaramayız. Dahası, hayatta her zaman arzu ettiğimiz hedeflere ulaşamayabiliriz; bu durumda tesellimiz çoğu zaman sahip olduğumuz ailemiz, dostlarımızdır.
Ayrıca hedeflediğimiz şeylere ulaşsak bile; çok istememize rağmen onlara ulaştığımızda o kadar da tatmin edici gelmez. İnsana asıl mutluluk hissettiren şey, sevgidir.
Sevgi duygusu, zor elde edilip kolay kaybedilebilen hassas bir duygudur. Örneğin birçok zaman çocuklarımızı çok severiz ama onların bu sevgiyi anlamadığını düşünür, sıkıntı duyarız.
Bunun nedeni, sevgi anlayışımızın benmerkezci bir sevgi olmasıdır. Mesela onları seviyoruz diye, çok başarılı olmalarını, hayatta pişman olacakları hiç bir şey yapmamalarını istiyoruz. Oysa onlar da kendi hayatlarını yaşamak, kararlarını vermek istiyorlar. Belki bazı hatalar yapıp, kendi derslerini almak istiyorlar. Bizim onları kontrol ediş nedenimizi güvensizlik olarak algılıyorlar.
Burada anlayışsızlık yüzünden bozulan bir ilişki görüyoruz. Bu sıkıntının kaynağı, empati dediğimiz; kendini karşındakinin yerine koyma, halden anlama yeteneği eksikliği…
Empati, kişinin başka insanların duygularını, ihtiyaçlarını, kaygılarını anlayabilmesi, kendini onların yerine koyabilmesi demektir. Söz konusu olan onlar gibi düşünebilip, davranabilmek, onları oldukları gibi kabullenebilmek ve hal ve hareketlerine saygı göstermektir.
Ergen ebeveynleri için empati çok büyük önem taşımakta. Eğer çocuğunuzun çevre şartlarını, içinde bulunduğu gerilimi, geçirdiği değişimi anlamaz; sadece kendi beklentilerimizi seslendirir durursak; o da anlaşılmadığını düşünerek uzaklaşacaktır. Maalesef çoğu zaman ergenlerle ebeveyni arasındaki ilişki maskeli, mesafeli bir ilişki olmaktadır.
Genç sorunlardan kaçınmak, eleştirilerle karşılaşmamak için, ailesine karşı bir sahte yüz takınmakta, kendisini anlayacak kişileri arkadaş çevresinde aramaktadır.
Empati kurmayı başarmak için, çocuğumuzun rolüne girmeli, onun yerine geçerek adeta olaylara onun gözlüklerinin gerisinden bakmalıyız. Bir kızılderili atasözü “Bir insanı anlamak istiyorsan, gökte üç ay eskiyene kadar onun ayakkabılarıyla dolaşmalısın” der.
Ancak karşımızdaki kişinin rolüne girip halini anladıktan sonra; bu rolden çıkarak kendi yerimize geçebilmeliyiz. Aksi halde empati kurmuş sayılmayız. Yani biz de gençler gibi düşünelim, hallerini anlayalım derken, anne babalık görevimizi yapmayalım demiyoruz.
Empatide amaç, karşımızdaki kişinin duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlamaktır. Sonra bu anlayışımızı onunla etkin iletişim için değerlendirmeliyiz.
Empatide en önemli kural; karşımızdaki kişiyi anladığımızı iletmemizdir. Eğer karşımızdaki kişinin duygularını anladığımızı ona ifade edemezsek empati kurma sürecini tamamlamış sayılmayız.
Araştırmacılar, insanların zihinlerinde kurdukları empatiyle, karşılarındaki kişiye ilettikleri empati arasında farklılık bulunduğunu belirtmektedirler. Özellikle çocuklar ebeveynlerini anlasalar bile bu durumu iletmekte başarılı olmayabilirler. Bazen bu hatayı biz de yaparız.
Örneğin çocuğumuz arkadaşının davranışına kırılmış, üzülmektedir. Kendimizi onun yerine koyup neler yaşamakta olduğunu anlarız. Onun duygularını içimizde hissederiz. Ama sıra, bu durumu ona ifade etmeye geldiğinde ise, hiç bir şey yokmuş gibi gülümseyerek “büyütüyorsun; takma kafanı” diyebiliriz.
Eğer böyle yaparsak, yüzümüzdeki ifadeyle ve söylediğimiz sözle içimizdeki duygular arasında çelişki var demektir. Böyle yaptığımızda içimizdeki empatiyi ona iletemediğimiz için amacımıza ulaşamayız.
Oysa ona yakınlaşıp sarılarak, teselli edebiliriz. O zaman üzüntüsü hafifleyecektir. Daha sonra sorununu samimi bir niyetle, çözmek için ele alabiliriz.
Hatice K. ERGİN
www.gencgelisim.com