Aşkının acısını iliklerine kadar yaşayan Frida Kahlo, 6 Temmuz 1907 yılında Meksika’da doğdu. Resimlerindeki derin acı, her şeye rağmen hayata tutunuşu ve görüntüsüyle ikon hâline gelen Frida…
Frida, fotoğrafçı bir babanın kızıydı. Aslında tıp okumak istemişti ama yaşamındaki iki kaza onun tamamen hayatını değiştirmişti. Bunlardan birini, yaşadığı tren kazası, diğerini de Diego ile tanışması olarak tanımlıyordu.
Frida tren kazasından sonra yatağa mahkûm oldu ve otoportreler yapmaya başladı. Resim yapması Frida’yı iyileştirmişti bir nevi. Sonra sanat okuluna girip hayatının dönüm noktası olan Diego ile tanışma süreci başlayacaktı, yani hayatının kazası ile.
“Bir daha dünyaya gelsem yine seni severdim.” dediği Diego ile…
Onu hem hayatının en büyük kazası olarak görmesi hem de “tekrar seni severdim” demesi Frida’nın ilgi, sevgi ve sahiplenilmek isteyen yönünü gösteriyordu belki de…
Yengeç ruhlu Frida, inatla ve ısrarla bu aşkın peşinden koşmuş ama olmamıştı, olmayacaktı da… Çünkü Diego, özgürlükçü ressam, Frida’ya ait olmayacaktı.
Frida’nın ailesi, onun Diego ile evliliğini bir fille güvercinin evliliğine benzetir, hüzünlü ve ürkek Frida ve kabına sığamayan Diego…
Büyük nefret, büyük aşk…
Diego Rivera, 8 Aralık 1886’da Meksika’da doğmuştur. 10 yaşındayken gündüz arkadaşlarıyla ilkokula gider, geceleri San Carlos Güzel Sanatlar Akademisi’nde sanat eğitimi alır. Ressam olan Diego’nun ünü ülke sınırlarını aşar ve “Meksikalı Michalangelo” ismiyle anılır.
Frida’nın, “o benim gözümde bir devdi” dediği Diego… “Başlangıç Diego, babam Diego, oğlum Diego, dostum Diego, kocam Diego, anam Diego, ben Diego…”
Frida’nın anaç, sahiplenen ruhuna aslında fazla gelen Diego, yani aslında onun hiç olmayan Diego…
Frida, resimlerini ona göstermek için randevu alır ve aralarında başlayan aşkın sonucunda 1929 yılında evlenirler. Bu tutku Frida’nın yapısına uygun olarak yaşamı boyunca devam edecek, fakat Diego’nun özgür ruhuna uymayacak, Diego kelebek misali oradan oraya uçacaktı…
“Seninle Amerika’ya gelmemi istediğinde benim olduğunu sandım, en büyük yanılgım buydu belki de. Sen, kimseye ait olamazdın, ruhun buna izin vermezdi. Acı ve geri dön istedim…”
Frida, sanatında dev kadın, Diego’ya olan aşkıyla güçsüzleşiyordu, on yıl içerisinde Frida’nın narin ruhu sürekli yara alacaktı.
“Senin çirkin olduğunu söyleyen annemden bile nefret ettim.” diyecek kadar çok sevmekteydi onu. Aslında o sahiplenilmeyi ve sevilmeyi sevmekte, Diego da sevgi kırıntıları aramakta ve çırpınmaktaydı.
Frida, yengeç ruhuna uygun olarak, Diego’ya tarif edilemez bir hayranlık besliyordu. Onu sarıp sarmalıyordu…
“Seni sevmeye başladığım günden beri acı çeken bir yüreğim var.” diye tarif eder aşkını. Ve bu acı ayrılık getirir sonuçta. 1939’da ayrılırlar.
“Beni anlamadın, demeyeceğim, çünkü anladın, anladığın hâlde canımı yaktın.” der Diego için.
Diego bazen ilgili, bazen ilgisiz tavırlarıyla Frida’yı değişkenliğinin rotasında bir o yana bir bu yana savurmaktadır.
“Seni sevmek ve nefret etmek ağır bir yük Diego.” der.
Aslında her yerde ve herkeste Diego’yu aramaktadır. Frida bu durumu şöyle açıklar:
“Ben de seni anlamak istedim…
Tüm hayatımı, hayatımın her zerresini seni anlamaya adadım.
Sen nereye gittiysen ben de gittim.
Sen neye güldüysen ona güldüm.
Sen kimi sevdiysen onu sevdim.
Senin sevmediklerini de sevdim ben Diego…
Neden sevmediğini anlamak için onları sevdim ya da sevmeye çalıştım.
İçimdeki sana dair olan öfkeyi dindirmek için yaptım belki…
Öfkem dinmedi Diego… Her defasında körkütük âşık olarak sana döndüm…
Ya da aslında senden hiç gitmemiştim…”
Frida için hayat Diego demekti. Diego’nun sevgisi yaşama sevinciydi onun için. Diego ilgisiz davrandığında Frida bitiyordu.
“İçimde hiç renk kalmadı, içim paramparça oldu Diego…”
Bir kadının hem bu kadar muhalif ve devrimci olup, hem de bu kadar naif bir aşk yaşamasını ne açıklayabilirdi? Frida doğum tarihini bile Meksika’nın devrim tarihi olarak görüp, erkek egemenliğine ve hegemonyasına karşı feminist tavırlar sergilerken nasıl Diego’nun karşısında güçsüzleşiyor, hüzünleniyor ve çaresizce davranıyordu?
Devrimin güçlü kadını, inatçı ve azimli Frida, 1939’da ayrıldığı Diego ile 1940 yılında tekrar evlenir.
“İçimde kırk kadın, kırkı da yabancı, kırkı da öteki…”
Frida, Diego’nun değişmediğini görüyor, bu durum onu daha da bilinmezliğe itiyordu. Kendine gittikçe yabancılaşıyordu.
“Bir gün bir oğlum olursa ona ilk olarak, gönül almak için çabalamanın erkekliğinden hiçbir şey götürmeyeceğini öğreteceğim.” diyerek aslında Diego’dan gördüğü umursamaz tavırları mı anlatmak istemektir, meçhul…
Frida, Diego’dan çocuk sahibi olmayı çok istiyordu. Bu, Frida’nın ait olduğu yengeç burcunun anaç yönünü gösteriyordu. Ve ailesinin devamlılığını ısrarla istemesinin bir tezahürüydü belki de.
Bunu o kadar büyük bir özlemle istiyordu ki resimlerine de bu özlemini yansıtmış ve hayalî oğluna isim bile vermişti: “Leonardo…”
Diego ise kendisi çocuktu daha, çocuk ruhluydu…
“Ben aşkın, acının ve devrimin kadınıyım.” diyerek acı ve devrimi aynı cümlede kullanan Frida, aynı başkaldırıyı Diego’nun karşısında yapamıyordu.
Frida’nın yaşadıkları, Diego’ya olan zaafı onu güçsüz düşürüyordu ama o, hayata karşı dimdik duruyordu. Hasta yatağındayken ilk kişisel resim sergisini açtı ve sergisine hasta yatağında gitti.
Yok edicisine boyun eğen Frida, hayatın zorlukları karşısında ise devrimci ruhu ile hareket ediyor, aşkta ise bir nevi celladına hayranlık besliyordu…
Frida, yaşadığı bedensel acılara dayanıyor, Diego’nun ruhunda açtığı yaralar karşısında çaresizce davranıyordu.
“Diego hiçbir şey ellerinle kıyaslanamaz, hiçbir şey gözlerinin altın yeşili gibi değil…”
Frida, bir yengecin kolları gibi Diego’yu sahipleniyordu…
“Sen, elle tutulamaz biçimde buradasın,
Odamın biçimine sıkıştırdığım bütün evren sensin,
Yokluğun saatlerin vuruşunu ve odamın ışığını titretiyor,
Aynadan nefesini duyuyorum…”
Bu sözler ancak bir yengeç ruhuna ait olabilirdi, su gibi, suda boğulmak gibi bir şeydi yengeç olmak…
Diego ise bu duyguları anlayamıyor, bir yay gibi sürekli hedef değiştiriyordu. Frida Diego’daydı ama Diego’nun özgür ruhu her yerdeydi.
Frida Kahlo 1954 yılında akciğer embolisinden hayatını kaybetmeden önce son yaptığı resme manidar bir isim vermişti: “Yaşasın Hayat!”
Frida Diego’da yaşayamamış ama Diego’da ölmüştü.
Diego, Frida’nın öldüğü 13 Temmuz 1954’te şu açıklamayı yapar:
“13 Temmuz, yaşamımın en trajik tarihi, hayatımın en harika dönemini Frida ile yaşadım, bir kadını ne kadar çok seversem ona o kadar çok acı çektiriyordum ve Frida bu iğrenç huyumun en bariz kurbanıydı…”
Bu sözler Diego’nun ruh hâlini yansıtıyordu. Diego’nun yüzeysel yaşamı Frida’nın ağırlığını kaldıramıyordu.
Diego’nun çocuksu ve özgür ruhunun pişmanlığı kısa sürüyor ve Frida’nın ölümünden kısa bir süre sonra asistanı ile evleniyordu.
Frida, Diego’dan vazgeçme eşiğini şöyle açıklar:
“Gözlerime baktığında kalbinle bakmadığını ve bana hâlâ söylemediğin şeyler olduğunu hissettiğimde vazgeçtim…
Bana yalan söylediğini anladığımda vazgeçtim…
Her sabah benimle uyanmak istemediğini, geleceğimizin hiçbir yere gitmediğini anladığım zaman vazgeçtim…
Tablolarımda artık kendimi mutlu çizmediğimi ve tek neden sen olduğun için vazgeçtim…
Düşüncelerime ve değerlerime değer vermediğin için vazgeçtim…
Sadece kendi mutluluğunu ve geleceğini düşünerek beni hiçe saydığın için vazgeçtim…
Bencil olduğun için vazgeçtim…
Bunlardan sadece bir tanesi vazgeçmem için yeterli değildi, çünkü sevgim çok yüceydi…
Ama hepsini düşündüğümde senin benden çoktan vazgeçtiğini anladım. Bu yüzden ben de senden vazgeçtim…”
Gerçekten vazgeçmiş miydi duygusal Frida, saplantılı âşık Frida?
Gerçekten vazgeçmiş mi bilemeyiz ama Diego ondan çoktan vazgeçmiş, Frida’ya kol kanat gerecek bir erkek modeli çizememişti.
Yaşadıkları ve belki de yaşayamadıkları aşkta Firida, acaba olmayacağını bile bile bu kadar ısrar eder miydi?
Frida duygularında boğuluyor, duygularında yok oluyordu…
Ama en büyük azabı kendine çektiriyordu.
Ve söylediği şu sözlerle, kaderine damga vuran ruh hâlini yansıtmaktaydı Frida…
Bu sözler hayatının özetidir aslında:
“Kaç yaşına gelirsem geleyim, kalbime dokunan sözlere, saçımın okşanmasına, güzel bakışa yenik düşeceğim…”
İlknur Gegek / Aştroloji kitabından