Sahiden yazmak neyin nesi?
Yazmak: İnsanın duygularını, düşüncelerini, düşlerini duyurmak için art ardına attığı acı dolu çığlıklar mı?
Yoksa kimlerin okuyacağı bile bilinmeden, bilmeden, o bilinmez zamanlara sayfalar dolusu gönderilen mektuplar mı?
Yoksa “bu âlemde ben de varım, hey insanlar beni de görün!” diye
şu gök kubbe altında, şu gökyüzüne atılan havai fişekler mi?
İnsan ne diye yazar?
Anlatmak için mi? Anlaşılmak için mi? Üleşmek için mi?
Bazen bütün insanlara seslenmek, bazen de sadece kendimizle buluşup yüzleşmek için mi?
Kim bilir? Belki “hak elçiliği” de böyle bir şey olmalı.
Alfred Adler: “Sanat, istiridyenin kabuğundan içeri sızıp, canını acıtan bir kum tanesini sarmalayarak, zamanla inciye dönüştürmesine benzer” diyor.
Evet, bu büyük beyin böyle diyor.
Evet, yazıyoruz;
Çünkü başka çaremiz yok gibi…
Ne yapalım? Özlemlerimiz, öfkelerimiz, öçlerimiz, serzenişlerimiz, yani acılarımız var.
Kum tanesi gibi acılar veren, içimizi sızlatan, bizleri yorup takatsiz düşüren kahırlarımız var…
Bu böyle sürgit gidemez ki…
Bu acılar birebir konuşmakla, birebir çemkirmekle de çözülemez ki…
Onun için yazmalıyız…
Bakarsın böylece bu acılardan bir cevher çıkabilir.
Derin yaralarımızı sağaltıp daha güzel, daha esenlik dolu bir dünyaya konuk olabiliriz.
Yunus emre kardeş der ki:
“İşitin ey yârenler, aşk bir güneşe benzer.
Aşkı olmayan gönül, misali taşa benzer.
Taş gönülde ne biter, dilinde ağu tüter.
Nice yumuşak söylese de sözü savaşa benzer.”
Ne güzel değil mi?
Yazıyoruz…
Ve de elden geldiğince yazmalıyız da diyorum.
Çünkü erenler dilinde her bir can “aşk” la yaratıldı.
Ne zaman ki bir gönle aşk düşüverse,
İşte o zaman bir kâğıda konuverir kalem,
Bütün sözcükler gelip durur önünde.
Yani gönlümüzü taştan, sözümüzü savaştan bir iyice uzak kılmak için yazmalıyız.
“Ne yazacağımı önceden bilseydim, zaten yazmazdım” diyor Marguerite Duras.
Eh işte bizlerde, bu yazma yolunda yoldaşlarda yazıyoruz;
Çünkü yazdıkça kendimizi keşfedip derinleşiyoruz.
Bildikçe bilmemenin, yazdıkça keşfetmenin gizine eriyoruz.
Elimizde giz dolu kapıları aralayan, içine doğup büyüdüğümüz ortama esir düşmüş zihnimizi, özgür kılmak için yazıyoruz.
“İlk dize Tanrı” dan dır” diyor Valery.
O zaman her yazar yazmaya hükümlüdür.
Eğer ki yazmazsa o yazmamak edimi onu boğar atar.
Öyleyse içine aşk ateşi düşmüş yazarlar yazmalı;
Çünkü bizler bu yolda seyr-ü sefer eylemekteyiz.
Esine, esinlenmeye apaçık bir yüreğimiz var.
Gönül kulaklarımıza fısıldanan tümceler var.
Uyumadan gördüğümüz rüyalar var.
İşte, tüm bunları paylaşmak için yazmalıyız.
Rilke: “Seslensem kim duyar beni melekler katından?” diyor.
Bu çok ünlü ve güzel adamın bir bildiği var.
Onun için ne yapıp edip yazmalıyız;
Çünkü bir yerde her birimiz de yalnız, yapayalnızız.
Bu depderin yalnızlıklarımızda bunalıp boğulmamak için yazmalıyız…
Şu meşhur hayvanlar çiftliğinin yazarı George Orvwel diyor ki:
“Yazmak; yani bu şeytanca güç, bebeklerin dikkat çekmek için yaygara
koparmasını sağlayan içgüdünün ta kendisi” diyor.
İnsan, tabii ki yazmalı;
Çünkü fark edilmek, evet fark edilmek ve de en çok fark edilip sevilmek istiyor.
Şu ölümlü, şu gel-geç dünyada ben de varım çırpınışının, çığlığının duyulmasını istiyor.
Yazıyoruz;
Çünkü yaşadıklarımıza, yaşatılanlara itirazımız var.
Değiştirmek için, değişmek için, bugün olmasa da yarınlar için yazıyoruz.
“Her gün bir yerden bir yere göçmek ne güzel,
Bulanmadan dupduru akmak ne hoş,
Dün dünde kaldı cancağazım,
Bugün yeni şeyler söylemek lazım” diyor Mevlana.
İşte bu gerçeği hatırlatmak için yazıyoruz;
Çünkü biliyor ve bilinmesini istiyoruz ki, yaşam hep bir akıp gidiyor.
Bizler ki yazarın da dediği gibi, tıkır tıkır akıp giden bir trenin penceresinden
dışarıyı seyreden çocuklar gibiyizdir.
Gözlerimiz hep bu akıp giden manzaralarda.
Ne vakit ki bu gördüğümüz güzellikler bizleri şaşırtıp apıştırsa
bir başkalarıyla, herkesle paylaşmak istiyoruz.
Ne yapalım? Bu güzel duyguyu içimize, yani doğamıza koyan koymuş;
Çünkü hiç bir insanın penceresi bir ötekine benzemiyor.
Herkesin görüp etkilendiği tablo farklı, akıp gidilen yollar ayrı.
İşte sırf bunları paylaşmak için yazıyoruz.
Yazıyoruz;
Çünkü yazmaya hüküm giymiş biri için yazmamak adeta imkânsızı mümkün kılmak gibi bir şey.
En kadim zamanlarda bile insanlar,
bazen taşlara,
bazen kayalara,
bazen duvarlara,
bazen ağaçlara,
oya oya, döve döve, çinte çinte yazmışlar.
Yazmak sustukça çoğalan, çoğalıp taşan bir ırmak gibidir.
Okudukça tsunamiye dönüşen bir umman gibidir.
Belki de en başta söylediğim gibi, henüz ana rahmine düşer düşmez bir yazgıdır yazmak;
Çünkü bazı kişiler için yazmak, en eski, en kadim, bir yazgıdır yazmak.
En son diyorum ki:
Yüce Allah bu âlemleri ne diye yaratmışsa,
İşte onun bir yanıtı gibi bir şeydir yazmak…
*
Ekmel Ali Okur
e.aliokur@hotmail.com
Ekmel Ali Okur’dan bilgelik dolu bir kitap: BENİ YÜREĞİNLE DİNLE