Vakko’nun Destansı Başarı Öyküsü!

0
2070

“Bugün, “Hayat mücadelesi” sözcüklerin ağızlarına alanlar bunun ne demek olduğunu, benim “hayata atıldığım” yıllardaki anlamıyla bilebilselerdi… Evet hayat o yıllarda gerçek bir mücadeleydi.

AMA! Ben Sıfırın Altından Başladım

VAKKO’NUN İMPARATORU  VİTALİ HAKKO  NASIL BAŞARDI?


AMA! Ben Sıfırın Altından Başladım. VAKKO’NUN İMPARATORU  VİTALİ HAKKO  NASIL BAŞARDI?

“Yedi yaşımdaki çocuksu bir ticari girişimim başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ama bu başarısızlık bende öyle etkiler yarattı ki, omur, kişilik, güven, akıl, dürüstlük, beceri, başarı ve başarısızlık kavramlarını bu küçük olayı bir anda öğretivermişti bana. Evet, bu başarısızlıktan ders almıştım. Tüm ömrüm boyunca, sadece başarılardan değil, kendimin ve başkalarının başarısızlıklarından da ders almayı bildim. Benim girişimci ruhumu ilk keşfeden evimizin sütünde oturan Aleko Efendi’dir. Kendisi anneme, “Bak Freda,” demiş, “sen bu çocuktan çok hayır göreceksin.” Annem bunu nereden çıkardığını sorduğunda. “Sen bakma, sineması yandı ama, bu yaşta bir sinemayı kurmayı düşünmesi her şeye bedeldir” demiş. Sevgili Aleko Amca! Seni yanıltmadığım için mutluyum. Herkesin, özellikle çocukların, gençlerin senin gibi insanlara ihtiyacı vardır. Bir başarısızlığı, bir anda başarıya çeviren sözcükleri ancak senin gibi iyi insanlar bulabilir.”

“… 1925 yılının baharında acı ve ızdırap dolu umutsuzluğun çöküşünü yaşadık. Babam sirkeci demiryolunda işçiydi. Bir gün perişan halde geldi eve. Annem sordu, “Hayırdır Bey, neden erken döndün?” babam nemli gözleriyle “İşten atıldım” dedi. Babamda bizleri geçindirecek bir kuruş dahi birikim yoktu. Çok sıkıntılar çektik. Sevgili Babam her iş dönüşünde evde beni “camın” diyerek bağrına basar. Kolları arasında havaya atıp tutardı. Babam işten atılmasına rağmen “ALLAH KERİMDİR” demişti. Ben parasızlıktan okulu bırakmak zorunda kalmıştım.”

KISA HAYAT HİKAYESİ

Vitali Hakko 1913’de İstanbul’un yoksul semti Yedikule’de doğmuş. Doğduğu yeri şimdi bile unutmamış. Hala hatıralarında olduğunu söylüyor:

“Eskiden kenar semtlerde bambaşka komşuluk anlayışı vardı. komşular arasında din, inanç, farkına bakılmaz, ahlaka, sohbete, tatlı dile, güler yüze bakılırdı. Oturduğumuz semt, İstanbul’un fakir semtlerinden biriydi. Ama bu yoksul semt, yaşamasının bilen, gönlü zengin insanlarla doluydu. Güzel havalarda, akşamları, yemekten sonra konu-komşu evin önlerine minder koyup tatlı sohbetler yaparlardı.”

Yoksulluğun ne olduğunu bilen Hakko, anne ve babasından gördüğü şefkat sayesinde iyi ve faydalı bir insan olarak yetiştiğini söylüyor. Geride kalan tatlı bir anı olan çocukluğunu şöyle anlatıyor:

“Babam akşamları işten erken dönerdi. Kapıya vardığında hep arka cebinde taşıdığı büyük demir anahtarı çıkarıp, sokak kapısın açarken “Korason” diye bağırırdı. Korasan İspanyolca “Corason” dan geliyor. “Canım” demektir. Babamın dilinde benim adım Corason’du, yani “Canım” Ben de her akşam aynı saatte, evde olmaya özen gösterirdim. Babamı gördüm mü koşup kendimi kollarına atardım. Babam beni kollarının arasında sıkar, sonra birkaç kez havaya atıp tutardı. Mutluluk benim için işte o andı. Biraz dinlendikten sonra üstünü değiştirirdi babam”

Babasının çok çalışkan insan olduğunu söylüyor Vitali Hakko. İşten gelir gelmez evin bir köşesinde çekiç, kerpeten , testere gibi marangoz aletleri bulundurduğunu, bunlarla ihtiyaç duyulan masa, sandalye, dolap gibi eşyalar yaptığı ifade ediyor. Bir gün kendisine de tahtalardan oyuncak yaptığını şu cümlelerle anlatıyor.

“Günün birinde içine dört kişinin sığabileceği büyüklükte garip bir sanduka yaptı. Sandukanın yüksekliği, çocuk hafızamda beni yanıltmıyorsa kırk santimetre kadardı. Ön tarafında bir boruya tutturulmuş bir direksiyon, aşağıda, ayakların eriştiği yerde de pedallar vardı. pedallar sandukanın dört bir ucuna yerleştirilmiş tekerlekleri döndürüyor, böylece sanduka yavaş yavaş yol alıyordu.

Birkaç hafta süren uzun bir uğraştan sonra ortaya çıkan bu garip aletin çevresinde tüm aileyi toplayan babam, bana dönüp, “Bunu senin için yaptım Korason” dedi. “Şimdi gir içine otur ve korkmadan pedallara bas.”

Hemen büyük bir merak, aynı zamanda korkuyla, sandukanın içine girip oturdum. Bir an tereddüt ettim. Ama babamın teşvik edici bakışları, ayaklarımın pedalları bulmasına ve çevirmesine yetti. Ve… olağanüstü bir şey oldu. bu koca şey hareket etti… yürümeye başladı.

O yürüdükçe ben daha hızlı çeviriyordum pedalları. Alkışlar arasında bahçe duvarına toslayınca durduk.

O yaz boyunca, kardeşlerimi, ama özellikle komşu kızı Despina’yı yanıma oturtup, bahçede turlar atıp durdum.

Hayatımda çok otomobilim oldu. ama bu ilk pedal! Tahta arabamı unutamam.”

Vitali Hakko Annesi Freda, Ablası Bela ve kardeşi Albert ve babasıyla birlikte yaşamalarını başarıya giden yolda coşku içerisinde geçirmişlerdir. Babasının demiryolundaki işinden atıldığında yılmadığını ve “Portmanto” adı verilen askılıkları ilk defa babasının ürettiğini ve isimlendirdiği vurgulayarak şunları söylüyor.

“Babam hobi olarak gördüğü marangozluğa şimdi işi gibi bakıyor. Tezgahının önünde, kendi kendine yeni bir şey icat etmişti. Arada bir bana da çıraklık görevi veriyordu. Kilo ile kereste alıyor, elindeki aletlerle ve artık edinmiş olduğu maharet derecesindeki ustalığıyla, bu kerestelerden dümdüz parçalar kesiyor etrafını korniş şekline getiriyordu. Bu parçaları rendeledikten sonra zımparalıyordu. Öylesine ki, avucumu yüzeylerinde gezdirdiğimde cilalı mermermiş hissine kapılırdım. Babam, bu ayna gibi dümdüz tahtaları daha sonra ispirto ve çeşitli boyalarla boyayıp verniklerdi. Tüm bu işlemler saatler alırdı. Sonuca vardığını, tahtayı havaya kaldırıp bir gözünü kapayıp ışıkta inceledikten sonra, yüzünde oluşan memnuniyet ifadesinden anlardım. Babamın yanındaki çıraklık günlerimde, kendisinden marangozluğu öğrenemedim; ama sabrı, mükemmeliyet duygusunu ve insanın yaptığı iş ne olursa olsun, onu en iyi şekilde yapması gerektiğini öğrendim. İyi meslek, kötü meslek diye bir şeyin olmadığını kavradım. Her meslek iyiydi, eğer ona hakkını verir, gereğini yerine getirirsen işini seversin. Babam böylece, işinden atıldıktan sonra yepyeni bir meslek edinmişti. Bu yeni işine öylesine saygısı vardı ki, en ufak kusurunu gördüğü ya da tam düzgün olmayan parçaları defolu damgası ile stoğa ayırırdı. Tam not verdiği mükemmellikteki parçalardan 60 santimetre boyundaki dört; 80 santimetrelikleri de altı adet S şeklinde kendi imalatı çengellerle tuttururdu. Böylece ortaya çıkan nesneye “portmanto” adını vermişti.”

HAYATA ATILMAK

Duygularının ta derinliğinde başarı çanlarının sık sık sesini hissettiğini ifade eden Vitali Hakko yapmak istediğini yapmış, istediği seviyeye gelmişti. Ama bu o kadar kolay olmamıştı. Sürekli kendisiyle iç hesaplaşma içerisine giren Vakko’nun patronu bunu şu duygularla ifade ediyor.

“Yeni bir hayatın önünde duyuyordum kendimi. Aşamayacağım hiçbir engel yoktu. Boyum kısaydı, evet, ama hayata meydan okumaya hazırdım. İlk aşamada hayata meydan okumadım. Onu yedeğime almak istedim. Bir takım, başarıya ulaştıracak yolda kararlar aldım. İlkin bir iş bulup çalışmam gerekiyordu. Çünkü aile bütçesine katkıda bulunmazsam kendimi bir suçlu gibi duyacaktım. Maddi nedenlere yarıda bırakmak zorunda kaldığım öğrenimime devam etmem, bu şartlarda hiç kuşkusuz zordu. Ama kendimi yetiştirerek bunu telafi edebilirdim. Çok geçmeden Mahmutpaşa’da kendime bir iş buldum. Böylece çocukluğuma kesinkes “Elveda” dedim.

İş hayatına ilk adımımı attım. Ben işe başladıktan kısa bir süre sonra babam evden ayrıldı. Bir arkadaşıyla Ayancık’ta iş bulmuş, bavulunu hazırladı, bizleri teker teker kucakları, vedalaştık ve gitti. Uzaklardan mektup yazıyor bize para gönderiyordu. Ama yetmediği için ben de işe girmiştim.”

Babalarının yokluğunu çok çektiklerini söyleyen Hakko, güç yaşama koşullarına rağmen içindeki sese kulak verip, tek hazinesi olan coşkusunu kaybetmemiştir. Bu coşku onun şu ifadelerinden anlaşılmaktadır:

“Bugün, “Hayat mücadelesi” sözcüklerin ağızlarına alanlar bunun ne demek olduğunu, benim “hayata atıldığım” yıllardaki anlamıyla bilebilselerdi… Evet hayat o yıllarda gerçek bir mücadeleydi. “Ekmek aslanın ağzında” derlerdi. Ya gücünle, ya aklını kullanarak alacaktın ekmeği aslanın ağzından. Zaman bir çok şeyi silip götürebilir. Ama her şeyi silip atamaz hafızadan. Hafızadan, dünle bugünü öylesine yakınlaştırır ki, şaşırır insan. “Tüm bunları ben yaşadım mı?” diye sorar insan.

SPORCUNUN RAKİBİ BAŞKALARI DEĞİL, KENDİSİDİR

Spora meraklı olan Vitali Hakko asık suratlı bir antrenör’ün kendisine verdiği dersi ömrü boyunca unutmamış. 14 yaşındayken aldığı bu ders onu o an apayrı alemlere taşımıştı. Başarıda, insanın önce kendisini tanımasını ve kendisini aşmasını tavsiye eden ünlü işadamı, böylece kişinin kendi duruşunu izleme şansı yakaladığını söylüyor:

“Spora merak saldığım bir dönemde, spor hocası Gorodevsky diye Rus bir sporcu vardı. Gorodevsky herkese karşı sertti, ama bana karşı hem sert, hem ters. Yıldızımız bir türlü barışmamıştı. Ufak tefek bünyede olduğum için, belki de “Bu ufaklık nereden düştü buraya” diye düşünüyor, yapmamı istediği, ama tüm çabalarıma rağmen gerçekleştiremediğim ya da yetersizce gerçekleştirdiğim harekeler karşısında zıvanadan çıkıyor, bir hoca gibi değil, bir ifrit gibi davranıyordu bana karşı. Bu, Çarın ordusundan, Bolşevik ihtilali dolayısıyla yolu İstanbul’a düşen ve burada kendine bu işi bulan Beyaz Rus’a haddini bildirmek istiyor, ama bunu nasıl yapacağımı doğrusu pek bilemiyordum.

Bir akşam soyundum ve büyük bir hırsla, salonun orta yerinde sallanıp duran ip merdivene doğru yürüdüm. Büyük bir ciddiyetle “rekor denemesi yapacağım, lütfen kronometreyi tutun” dedim.

Salondakiler gülüştüler. Ama Gorodevsky gülmeyi bilmezdi. Hemen cebindeki kronometriyi çıkarıp merdivenin başına geldi. Başıyla “Hadi” işaretini verip, kronometreye bastı. İçimde birikmiş nasıl bir güç varsa, tümüyle harekete geçti. Kollarım ve bacaklarım sanki bana ait değildi. Bir çekirge gibi tırmanıp sonra aynı hızla aşağıya indim. Gorodevsky kronometrenin düğmesine basıp, “42 saniye” dedi tükürür gibi. Koltuklarım kabarmıştı. Beyaz Rus’un yüzünde hiç de bir başarı kutlaması yoktu. Diğer çocuklarla meşgul olmak için uzaklaşıyordu ki, yolunu kestim. “Bay Gorodevsky, on dört yaşındaki bir çocuk, sizin favori sporcunuz 18 yaşındaki birinin 40 saniyelik rekoruna yaklaşıyor, ama siz hiçbir şey söylemiyorsunuz. Yanılıyor muyum? Dedim. “Eee, nolmuş yani?” dedi. “Sanırım bu bir başarıdır” diye sürdürdüm konuşmamı. “Bu durumda küçük beyi kutlamam ve kendisine bir madalya mı vermek gerekiyor?” dedi alaycı bir tavırla. “Hiç değilse tebrik edebilirdiniz” dedim. Karşıma geçti. Sağ elinde hiç bırakmadığı kırbacı, sol eliyle omzumu tutup, sarstı. “Bak ufaklık! Bugün iyi bir effort gösterdin. Senden beklemediğim bir başarı aldın. Ama seni alkışlar, alnından öpersem, bununla yetinebilirsin. Oysa senin, boyuna, yaşına bakmadan çalışman 42 saniyeyi 41’e, 40’a, 39’a indirmen gerekir. spor budur!”

Sonra hafızamdan hiçbir zaman silinmeyecek şu cümleyi söyledi, “Şunu hiçbir zaman unutma, sporcunun rakibi başkaları değil, kendisidir.”

Bu sözü hiçbir zaman unutmadım. İşte, sporu bıraktıktan yıllar sonra bile hatırlıyorum.

Evet hep kendimi aşmam gerekiyordu, 18 yaşındaki 40 saniyelik rekorun sahibine değil.

Yarış… gerçek yarış başkalarıyla değil, kendi kendimle olandı. Ve bu yalnız sporda değil, hayatın tüm alanları için geçerliydi.”

Vitali Hakko, kendi geldiği başarı seviyesini çok yönlülüğüne bağlıyor. O, profesyonel sporcu değildi ama, spordan hayat dersi çıkarmıştı. “Her insan çok yönlüdür ve herhangi bir alanda öğrendiğiniz, size başka alanlarda yol gösterici olabilir.” Diyen işadamı Hakko, kişiliğin, tanrıdan bize bağışlanan bir özellik olmadığını, onu kendimizin kazanabileceğini bu noktada Tanrının insana akıl da bahşettiğini vurgulamıştır.

HAKKO’NUN İLK İŞ TECRÜBESİ

Vitali Hakko, yaşamındaki tecrübe kazandıran ilk işe Mahmutpaşa’da başlamış. Görevi ise sabah erkenden dükkanı açmak, kumaşları sergilemek ve kapının kenarında, “içeri buyurun, içeri lütfen… güzel kumaşlarımızı görün, sudan ucuz” diye bağırmakmış. “İş iştir” diyor, Vakko’nun sahibi, “Her zaman buna inandım. Küçük iş, büyük iş ayrımcılığı yapmadım. Bugün de inanırım buna. Bu yüzden, ilk başladığım işte çok tecrübe edindim.”

“Garip insanlara dolu, garip bir dünya idi Mahmutpaşa. Ama geleceğimin buralarda olduğun da sezmeye başlamıştım. Ben burada nasıl yaşayacak, nasıl yükselecek nasıl başaracaktım?” dermiş kendi kendine Vitali Hakko. Patronu iflas ettiğinde, o başka bir mağazada çalışmaya başlamış. O zamanki duygularını şöyle anlatıyor:

“Burada bana münasip görülen iş tam manasıyla çıraklı idi. Mağaza iki katlı olduğundan müşteri merdivenleri çıkmak istemez, nazlanırdı. Nasıl olsa çırak var, müşteri ne istiyor, mantoluk mu, hadi oğlum şu mantolukları indir. Olmadı, müşteri beğenmedi, yukarıda üçüncü rafta bulunan topları da indir. Boyum kadar topları indirir, kaldırırdım. Müşteri alır veya almaz. Almadığı zamanlar sanki daha çok yorulurdum. En acısı benden evvelki çırak bu defa satıcı olmuş, beni koşuşturuyordu. Çok yoruluyordum, yaptığım düpedüz hamallıktı. Bu durumdan mutlak kurtulmalıydım.”

TEZGARTARLIĞI TERFİ

İstanbul Kapalı Çarşı’daki Kupidis mağazasında tezgahtarlığa mağazasında tezgahtarlığa başlayan Hakko, buradan geçerken hep içini çekermiş, “Ahh! İnşallah bir gün böyle bir mağazanın sahibi Bay Teodor’u öve öve bitiremiyor. Onun hayat tecrübesinden çok şeyler kazandığını dile getirerek, başarı ve kazanca giden yolda tecrübeli insanlardan yararlanılmasının altını çiziyor:

“Bay Teodor beni, bazı pazar sabahları kahvaltıya davet ederdi. Sonra da birlikte yürüyüşe çıkardık. Kurtuluştan Şişli’ye tramvayla gider, oradan Mecidiyeköy, Dutluk yolunu takiben bugünkü Levent’i geçer, Maslak’a kadar yürürdük. Yürüyüş esnasında da, bana hayat hakkında, görgü kuralları hakkında bilgiler verirdi. Türkçesi mükemmeldi. Onun görüşlerinden, dünyaya, olaylara ve insanlara bakışından, iş anlayışından çok yararlandığım itiraf etmem gerek. Başarıyı hedefleyen kişiler, bu önemli noktayı dikkate almalılar.”

Patronu Bay Theodur, çalışkanlığı ve dürüstlüğüne hayran kaldığı genç Hakko’ya mağazanın vitrinlerini süsleme ve dekorasyon görevi verdi. ayrıca şapkaları da teşhir edecekti. İşini en iyi şekilde yaptı: Bazı günler mal yetiştiremez hale geldiler. Kendisi de bu arada şapka yapımcısı olup çıkmıştı.

Bu dönemlerde evlilikleri gündeme gelir. Çalışma aşkıyla dolu olan Vitali Hakko ablasını evliliğini şöyle anlatıyor ve sonra kendi evlilik problemini açıklıyor:

“Ablamın kısmetleri çıkmaya başlamıştı. İlkin bir Leh Musevisi, yakışıklı bir genç. Az kalsın evleniyorlardı. Neyse ki tam zamanında adamın üç kağıtçılığını öğrendim ve ablam kurtuldu. Çok geçmeden bir başka genç ablama talip oldu. bu, uzun boylu, biraz sıkılgan, ama çok dürüst delikanlı hepimizin sempatisin kazanmayı başardı. Sonunda ablamı onunla evlendi.

Evet, ablam evlenmişti. Ama sıra bende değildi. Daha çalışmam, gene çalışmam, daha çok çalışmam ve kendi işimi kurmam gerekiyordu. Ama nasıl?”

Gerçekten de nasıl? Çünkü yanında babası dahi olmayan, hiçbir yakını ve akrabası bulunmayan bu küçük dev adam ne yapabilirdi hayatın insafsız çarkları arasında?

“Diploma yok, sermaye yok. Tecrübe var, ama o da yeterli değil. Azim… bir tek o var. Ama yeterli tecrübe, bilgi ve sermaye olmadan azim ne yapsın? Ne yapacak; tecrübeyi, bilgiyi ve sermayeyi edinene kadar çalışacak. Ben de öyle yaptım.”

VİTALİ HAKKO GEÇMİŞ İLE ŞİMDİYİ YORUMLUYOR

Vakko’nun patronu Vitali Hakko tıpkı Vehbi Koç gibi, dün ile bugün arasındaki farkı değerlendirirken insan gücünün öneminden sık sık bahsetmiştir. Şimdinin neler sunduğunu, yakın gelecek zamanda şartların neler sunacağını ona göre bütün gençler kavramalı ve tahmin edebilmelidir. Geçmişin kendine has şartları içerisinde nasıl başarılı olunduysa bugün de değişik şartlar içerisinde benzer tarzdaki şartlar yakalanabilir. Başarmak ve kazanç kapısı oluşturmak için insana bahşedilmiş en büyük sermayenin akıl ve duygular olduğunu ifade eden Hakko, yöneticilerin de başarıya giden yolda emniyet sübobu rolünü oynadıklarını söylüyor:

“ 20 yıl öncesine kadar, bir genç, öğrenimi yaptıktan, bir iş bulup çalışmaya başladıktan bir süre sonra o işten ayrılıp kendi işini kurardı. Hatta 8-10 yıl aynı işyerinde çalışıp da kendi işini kurmamış olanlara “yeteneksiz” gözüyle bakılırdı. Bölünerek çoğalma dönemiydi o yıllar. Bunun daha çok bunun tersi görülüyor. Öğrenimini yapmış bir genç, gerçekten kendi dalında bilgili ve yetenekliyse, çalışacağı kuruluşu kendi seçiyor. Eğer seçtiği kuruluş ondan, o da çalıştığı kuruluştan memnunsa mutlu ve verimli bir birliktelik başlıyor. Bunun sürmesi ne iki taraf için de yararlı oluyor. En büyük sermayeni eleman olduğunu, bu ülkede, sanırım ilk kez Vehbi Koç gördü ve gösterdi.

Uzaktan izlediğim kadarıyla Koç camiasından kopup kendi işini kuran üst düzey yöneticisi pek yoktur. Hiç değilse diğer holdinglerinki kadar yoktur.

Bugün iş başarmak için ve büyümek istenildiğinde kapital bulmak zor değildir. “Know How” bulmak da zor değildir. Ama yurt içinde ve yurt dışında yetişen bunca gencimize rağmen, yönetii bulmak zordur.”

“BİZİM TECRÜBELERİMİZİ HİÇ BİR KİTAP YAZMAZ”

Başarının ve kazanç sahibi olmanın basamakları hissiyat ve duygu gerektirir. Bir ruh olayıdır başarmak, mutlu yaşamak, kazanç sahibi olmak. Ünlü işadamlarının özellikle üzerinde durdukları nokta tam burasıdır. Değilse, bol sermaye, bol zaman, bol bilgi birikimi arzu edilen işlerde çaresiz kalır. Vitali Hakko, “Bizim bildiklerimizi ve tecrübelerimizi hiçbir kitap yazmaz” derken kastettiği gerçeklik “erdemlilik”, “içtenlik”, “dürüstlük” “neden çalışması gerektiğinin bilincinde olmak” ve “derin bir ruh genişliği” dir.

“Bizim bilgimizin kuramı, sistematiği yoktur” diyor. Hakko ve devam ediyor:

“Bu ülkenin kendine özgü gerçkelerinden, tarihsel dönemlerden ekonomik nedenlerden kaynaklanmıştır.”

Bu gerçekleri, bu dönemleri ve bu nedenleri her başarma arzusu olan insanın bilmesi, öğrenmesi gerektiğinin altını da çizmiştir:

“Amerika’da, Avrupa’da tezgahtarlıktan patronluğa yükselmiş birçok mağaza sahibi vardır. Ama bir ülke düşünün ki, hilafetten laik cumhuriyet rejimine geçiliyor. İşte önemli olan, o tarihsel dönemde, o anı yakalayıp, o günkü ihtiyaca cevap verecek olan bir üretimi gerçekleştirmek ve onun uzantısı olarak hazır giyime yönelmek, bu alanda hiçbir geçmişi, hazırlığı ve alt yapısı olmayan bir ülkede, kısa bir sürede, ama araştırarak, yurtdışında bu işin ustalarını, adamlarını bularak, öğrenerek, öğreterek, yüzlerce yıllık birikimi ve tecrübesi olan Batı ülkelerini yakalamak, gençler beni bağışlasınlar ama pek kolay bir iş değildir ve sanırım okudukları kitapların hiçbirinde böylesi bir “Case History” ile karşılaşmamışlardır. 1950 sonrası Türkiye, bu tür, kitaplarda yer almayan “case history” lerle doludur.”

Başarının gerçek sırrının, ona duyulan saygıda yattığını, bu saygını da insancılık ve içtenlikte gizli olduğunu her fırsatta dile getiren Küçük Dev Adam Vitali Hakko, “Bunu, ne zaman mağazalarımızdan birine gitsem ve müşterilerle karşılaşsam sezinlerim. Nedir bu derseniz çok açık seçik cevaplayamam” derken, bunun bir ruh olduğunu, bir anlayış olduğunu ima etmek istiyor ve zaten açıklamasını da yapıyor:

“Belki yalnızca insani bir ilişkidir. Belki yalnızca müşterini, yarım yüzyıllık bir kuruluşa duyduğu saygıdır. Belki benim ve satış uzmanlarımın güler yüzleridir. Ama kuşkusuz sır dolu bir gerçek vardır ki o da, sürekli olarak insanlara ve müşteriye gösterilen saygı dolayısıyla kendi kendimize yenilememiz.

Devir Değişiyor Deyip Bahane Bulanlara… Vitali Hakko cevap Veriyor…

“DEVİR İLK DEFA DEGŞMİYOR”

“Müşterilerinin, en iyiye, en güzele layık olduğuna inanırım ben. Ona gereken saygıyı göstermeliyim ki, o da bana aynı saygıyı göstersin.

Karşılıklı saygı karşılıklı güven.

Bunun, müşteri grubunun sosyal yapısıyla hiç mi hiç ilişkisi yoktur.

Ortanın altı sınıf için üretim yapan bir kuruluş olsaydım, gene aynı şeyi yapardım. Daha az masraflı, daha ucuz malzemeden, ama sürekli değişen vitrinler, insanlara, “işte mağazanız burada sizi bekliyor, içeri girsenize” dedirten vitrinler.

Ben resim yapamam. Beste yapamam. Şiir yazamam. Ama insanlara renklerle, desenlerle yoktan var edeceğim ve onları mutlu kılacağına inandığım bir eşarp, bir kravat, bir giysiyi seçip, onu gerçekleştirebilirim. Güzel sözlerle onların gönlünü alabilir, mutlu anlar yaşatabilirim.

Biz eskiler, bunları gençlere anlatmakta güçlük çekeriz. Onlar da anlamakta güçlük çekerler.

Bana çevremdeki gençler sık sık, “Devir değişiyor” derler. Evet doğru, devir değişiyor. Ama devir ilk defa değişmiyor. Ben hayatım boyunca, bu “Devir” denen şeyin bir çok defa değiştiğini gördüm. Oysa ağaçlar, çiçekler, kuşlar, kelebekler değişmiyor. Güzelliğin biçimi değişiyor olabilir, ama özü değişmiyor.

Çevremdeki gençler, “Tecrübemden yararlanın.” Diyorum. Çünkü bu tecrübelerde, o değişmeyen ağaçlardan, çiçeklerden, kuşlardan, kelebeklerden bir şeyler olmalı.

Bunca yıl boşuna yaşamadım ya!”

NOT: Bir durumun açıklaması ancak bu kadar mükemmel yapılabilir. Kanaatimizce Vitali Hakko gibi saygın ve değerli işadamlarından alınacak daha çok altın öğütler olduğuna inanıyoruz.

VAKKO’NUN KAPALI ÇARŞI’DAKİ AYAK SESLERİ:

ŞEN ŞAPKA

Vitali Hakko, askerliğini yaptıktan sonra ailece oturup karar almışlar, bir şapka dükkanı açmışlar. Ablası Bella’nın kocası Rafael ile birlikte ortak olarak açtıkları bu dükkan Kapalı Çarşıdaydı.

“Elimizdeki sermaye ancak mağaza kirasıyla gerekli vitrin ve dimirbaş giderlerine yetmişti.” Diyor Bay Hakko. Dükkanın vitrinini kendi deyimiyle gıcır gıcır yapar. Her şey tamadır, ama en önemli iki şey olmadan hiçbir şey olmazdı. O da “usta” ve “maldı” Nihayet Max Usta’yı bulurlar. Malı da Mösyö Paissiz diye sempatik bir işadamının mağazasından borç olarak alırlar. Sonra başlarlar şapka üretimine. O günleri şöyle anlatıyor Vitali Hakko.

“Geceleri ürettiğimiz şapkaları gündüzleri satıyorduk. Ne kadar mal üretebilirsek satıyorduk. Doğrusu bizden önce İstanbul’da kadın şapkası yok değildi. Vardı ama, bunlar Mme Christi gibi o günün ünlü modelistleri tarafından sosyetenin hanımları için yapılırdı.”

Dükkanın ismini “Şen” koymasını sebebini şöyle açıklıyor ünlü işadamı:

“Giyim, kuşam bir renktir, bir şenliktir. Bu nedenle de bizim markamız “Şen Şapka” dır. Bu, biraz da benim felsefemdir. Bir insanın güler yüzlü, şen, kendinden hoşnut ve iyimser olması için çok şey gerekmez. Yeter ki küçük şeylerle yetinmesini bilsin. Öylesine günler vardır ki, bir şapka, sizi değiştiriverir. O an, aynadaki kendinizi de, karşınızdaki insanları da bir başka türlü görürsünüz. Bir sabah yataktan kalktığınızda, içinizin, neden kaynaklandığını bilmediğiniz bir sevinçle dolu olması gibi. Evet, bizim şapkalarımız, renk, güzellik, alım, zerafet veriyor, günlük yaşama küçük şenlikler katıyordu. Bu da beni maddi kazancımın dışında mutlu ediyordu.”

Vitali Hakko:

“DOĞRULUK HER TÜRLÜ KOŞULDA MEYVE VERİR”

Kısa zamanda ilgi gördüklerin ve giderek ünlendiklerini ifade eden Vitali Hakko bunun sebebini şu tek cümlesine bağlıyor: “Doğruluk her türlü koşulda meyve verir.”

Sempatisi ve güler yüzlülüğüyle herkes tarafından sevilmeye başlayan Hakko, “Vakko-sever” sloganını, insanlara olan saygısından geliştirdiğini vurguluyor, şöyle konuşuyor:

“Müşteri, bekleme bölümünde beler, birlikte sohbet ederdik. Sonra kabine girer, perdeyi çeker şapkasını denerdi. Önerdiğimiz şapkaları orada, ayna karşısında dener, biz de kendisine fikrimizi söylerdik. Müşterimizin tipine uygun bir şapkamız olmadığında da bunu söyler, gerekiyorsa onu eli boş gönderirdik. Ama uygun olmayan bir malı, para kazanmayı hırs ve telaşıyla kesinlikle satmazdım. Bol çeşidimizin olduğu bir başka güne ertelerdi şapka alımını. Böylece müşterilerimizle aramızda bir güven oluşmuştu. Yıllar sonra reklamlarımızda “Vakko-sever” sözcüğünü kullandığımızda, müşterilerimizden başka hiç kimse bunun ardında uzun yılların güveninin yattığını bilmiyordu.”

Giriştiği işte Vitali Hakko’nun parayı ve başarıyı yakalaması evlerinde neşe ve sevin havası yaratmış. En çok da annesinin mutlu olduğunu dile getiriyor Vitali Bey:

“Aramızdaki en mutlu kişi kuşkusuz annemdi. Zavallı anneciğim, gözlerine inanamıyor, kendisini bir ruya aleminde sanıyordu. Onu böyle mutlu görmek de bizi mutlu ediyordu. durmadan kendisine isteklerini soruyordum. Anneciğim hiçbir şey istemezdi. Günün birinde ısrarlarıma dayanamadı, o zamanlar hemen her kadının kalbinde yatan şıklık ve statü simgesi olan giyeceğin adını söyledi. “Bir kürk!” dedi.

En iyi kürkçüler Mahmutpaşa’da Kürkçü Han’daydı. En ünlüleri de Beyko idi. Eski bir Mahmutpaşalı olarak Beyko’yu tabiki tanıyordum. Son derece şık ve varlıklı bir adam olan Beyko’ya gittim. Bana iyi cins astragan nalsı olur, nelere dikkat etmem gerekir hepsini tek tek gösterdi ve açıkladı.

Fiyatlarını sordum ve en kalitelisini annem için aldım. Yanına bir de Şen Şapka’dan şık bir seçip, elimde paketler evin yolunu tuttum.

Annem paketi açıp da, astragan kürkü görünce, boynuma sarılıp hüngür hüngür ağlamaya başladı. Doğrusu ben, ablam Bela ve kardeşim Albert göz yaşlarımıza hakim olamadık. İşte gerçek doğruluk, gerçek mutluluk bu olsa gerek.”

BİR ANI

Vitali hakko:

“BAŞARILI OLMAK İÇİN KİMSEYİ KISKANMAYACAKSIN, İŞİNE BAKACAKSIN”

Vitali Hakko yoksul bir çocukken Kapalıçarşı’daki Kupidis mağazasının önünden geçerken hep, “Ahh! İnşallah böyle bir mağazada bir gün çalışmak nasip olur” diye içinden geçirirmiş. Fakat nereden bilebilirdi ki, gün gelecek bu mağazanın sahibi onun açtığı Şen Şapka mağazasının önündeki sıraya giren müşteri kalabalığının ağzı açık seyredecekti. Değil Kupidis mağazasında çalışmak, ileride 10 tane Kupidik mağazasının satın alacak paraya sahip olacaktı.

Bu olayın öyküsü ilginçtir. Vitali Hakko, nihayet bahsettiği Kupidis mağazasında çalışmaya başlar. Patronu Andon aksi bir adamdır:

“Patronum Andon müthiş cimri ve aksi bir adamdı. Çalışmalarımı hiç beğenmezdi. Çok gayret ederdim ama bir kez olsun beni teşvik etmezdi. O sıralar da bir an evvel askere gitmek istiyordum. Çünkü amacım çok istediğim bir başarıyı yakalamaktı. Askerlik bunun önünde engeldi. Bir an evvel bitirmek istiyordum. Bunu patronum Andon’a söylediğim de hiçbir şey demedi, selamı sabahı kesti. Ben yıllar sonra dükkan açmak istediğimde, şapka üretimi için şapkanın malzemeleri gerekiyordu. Malzemeyi sade Mösyö Paisis isminde bir tüccar satıyordu. Mağazası Beyoğlu Tünel semtindeydi. Kendisinden borç karşılığı şapka malzemesi istedim. Bunu, eski patronum Andon duymuş. Kendisi bu kuruluşun çok iyi müşterisiydi. Hemen oraya gidip bana mal verdiği taktirde kendisiyle tüm ticari ilişkilerini keseceğini bildirmiş. Fakat Mösyö Paisis, sempatik, anlayışlı bir insan olduğu için bana malzeme verdi. yıllar sonra benim mağazam tıklım tıklım iş yapmaya başladı. Müşteriler, dışarılara kadar sıraya giriyordu. Bu durum eski patronum Bay Andon’un gözünden kaçmamıştı. En çok içerleyen o oldu. her yarım saatte bir dükkanından çıkar, bizim mağazanın önüne gelir, kapının önündeki kuyruğu görüp, eski çırağının mağazasının böylesi dolu, kendisininkinin böylesi boş oluşuna bir türlü akıl erdiremeyip burnundan solurdu. Bay Andon, bir şeyi gözünden kaçırıyordu: Ben meslek hayatım boyunca kimseyi kıskanmadım. Tam tersine rakiplerimin başarısı, bana itici bir güç verdi.”

İş Başarmak İsteyenlere…..

VİTALİ HAKKO’DAN İNCİ GİBİ NASİHATLAR

  • Kendini işine ver.
  • Kimsenin dedikodusunu yapma.
  • Kendine ve tanrıya güven.
  • Anne ve babana hürmet et.
  • Tüm yaşamın boyunca dürüst ol.
  • Ailene önem ver.
  • Olumsuzluklar karşısında ümitsizliğe kapılma
  • Kıskanç olma
  • Yeteneklerini, kapasiteni bil; uygulanabilir bir işe odaklan.
  • Yaptığın yanlışlara üzülme, ama bir daha tekrar etme, yanlışlarını tecrübe olarak gör.
  • Müşteri malını alsın veya almasın, gereken saygı ve kibarlıkta kusur etme. Çünkü bu senin reklamın olur.

VAKKO’NUN PATRONUNDAN

BİR TECRÜBE

“İşlerimizin iyi gittiğinin görünce, mağazamızın 200 metre kadar ötesinde bir ikinci mağaza açalım dedim. Aramıza, eniştem Rafael’in bir arkadaşını da ortak olarak açtığımız bu mağazada “Şen Şapka” gibi ürenler pazarlayacaktık.

Sümer adını verdiğimiz bu mağazanın ömrü, ne yazık ki bay oldu.

Çünkü ben ve Şen Şapka’daki arkadaşlarım, yeni açılan bu mağazada olduğumuzda, tüm müşteriler oraya geliyor. Biz Şen Şapka’dayken ise, herkes Şen Şapka’ya geliyordu. Kendi kendimize bir rakip yaratmak istemiş, ama başarılı olamamıştık.

Bu tecrübe bana daha o zaman bir gerçeği gösterdi: Tüm gücünü bir noktada toplayacaksın. İyice gelişeceksin. Yeteneklerini, kapasiteni, insan gücünü, her şeyden önce yaratıcılığını ve zamanını yalnızca o işe vereceksin. Başarıya ancak o zaman ulaşılabilir ve ulaştıktan sonra da başarını sürdürebilirsin. Yaşadığım Sümer Mağazası olayı bana bir başka gerçeği daha gösterdi:

Başarıya giden yolda, insan faktörü birinci derecede önemlidir ve ondan daha önemli hiçbir şey yoktur.

O günlerde ve uzun yıllar boyunca müşteri ile ürün arasındaki ilişkiyi sağlayacak insanlara ihtiyaç vardı. ben, müşteri ile olan ilişkide kendimi çok mutlu duyardım. Bu ilişkimi, aradan geçen yıllar boyunca aksatmadım. Yalnız sosyal faaliyetlerimiz dolayısıyla değil, bugün hala mağazalarımızdan herhangi birine uğrayan müşterilerin davranışlarına dikkat ederim, onların ilgilerini, tepkilerin ölçmeye çalışırım. Hatta kendimi tutamayıp, çok defa onlarla, herhangi bir satıcı gibi konuşurum. Eleştirilerini alırım. Not ederim. Bunlar üzerinde düşünürüm. İşte, açtığımız ve 6 ay sonda da kapadığımız Sümer Mağazası bana bunları öğretmişti.”

GELECEK GÜZEL GÜNLER

“Bu öylesine tatlı bir düştü ki kendimi şarlo’nun filmlerindeki naif kahraman gibi duyar, savaş sonrası yapacaklarımı tasarlar ve sonra derin bir uykuya dalardım. Sabah uyandığımda günün gerçekleriyle karşılaşırdım. Günün gerçekleri insanlardı. Karamsar, umutsuz, yarı aç, yarı tok, hayattan bıkmış insanlar.

Ben hayata “merhaba” bile dememiştim henüz. Ne doğru dürüst bir sevgilim olmuştu, ne de sıcak bir yuvam.

Hayır ne olursa olusun, hayat devam edecekti ve ben bu hayatın içinde olacaktım. Bu yeni hayatın içinde benim bir yerim vardı. buna inanıyordum. Ne olursa olsun, bugünlerin sona ereceğine, yepyeni günlerin başlayacağına inanıyordum. Bunu iliklerime kadar duyuyor ve arzu ediyordum.”

Böyle diyordu Vitali Hakko üçüncü defa askere alındığında. Çünkü II. Dünya Savaşı başlamıştı. Hitler bütün zalimliğiyle Yahudileri çoluk çocuk demeden katlediyordu. O sıralar Bay Hakko Karadeniz’e yakın yerlere asker olarak gönderiliyor. Hitler’in her an Türkiye’ye saldırısı konuşuluyor. Özellikle Kafkaslar’dan saldırma olasılığı var deniliyor. Tabi doğal olarak Musevi vatandaşlar duygusal bir ajitasyona giriyor. Çünkü o dönemde bütün dünyanın gözüne bakılarak Yahudiler kamplarda türlü eziyetler çekiyorlar. Minicik çocuklar anne-babalarından alınarak gaz odalarına götürülmüş, zavallı yaşlılar acınmadan katledilmişti. Sırf Yahudi oldukları için. II. Dünya Savaşı ve Hitler cehaletin son örnekleriydiler.

Vitali Hakko böylesi bir atmosferde askerken, 12 kişilik çadırlarda, 65 yaşında yaşlı bir musevinin askere alındığını söylüyor. Ve bir “güç” ten bahsediyor:

“Bizim çadırda 65 yaşında yaşlı bir Musevi vardı. geceleri, yatmadan önce sorardı:

“Çocuklar uyku duanızı ettiniz mi?” “ettik!” derdik.

Aramızda başını yastığa koyup bir daha kalkmayacağın sananların sayısı pek az değildi.”

BİR ANI

Milli Korunma Kanunu çıkmış, esnafa göz açtırılmıyor. 1940-1950 yılları arası. Küçücük bir ihbarda suçsuz esnafta soluğu tam yetkilerle donatılmış mahkeme heyetinin huzurunda alıyor. Böylesi bir ortamda Vitali Hakko da şikayet edilmekten nasibini alıyor:

“Soluğu olağanüstü yetiklerle donatılmış mahkeme heyetinin karşısında aldık. Mahkemede baş sanık Madam Emilia idi. Kendisi o günlerin Beyoğlu’sunun en ünlü modelistiydi. Türkçe’yi kendine has bir şivesiyle konuşurdu. Giyimi, kuşamı, konuşma tarzı ile çok hoş bir insandı.

Hakim elinde şapka, Madam Emilia’ya soruyor:

“Bu şapka bu fiyata olur mu? Siz milleti…”

Madam Emilia daha fazla bekleyemiyor:

“Hakim Beyefendi Hazretleri, diyerek oturduğu yerden kalkıyor. Ben kendimi müdafaa edecek değilim. Çünkü ben bir sanatkarım ve bir sanat eserinin fiyatı ancak ve ancak onu yaratan insan tarafından biçilebilir. Fakat size teessüflerimle şunu söylemek zorundayım ki, benim şapkamı yanlış tutmaktasınız ve onun bütün formunu bozmaktasınız.”

Madam Emilia bunları söyleyerek oturuyor.

Hakim elindeki şapkayı şöyle bir çeviriyor, neresinden tutacağını bilemiyor. Sonunda kürsünün üzerine koyuyor ve karar beraat!

Vitali Hakko

“BUGÜNLERE KOLAY GELMEDİK”

Vitali Hakko bin bir eziyetle hayat yolunda mücadele ederken üç defa yaşadığı askerlik, hiç yoktan şikayetler, mahkemeler, parasızlıklar, hele ki Varlık Vergisi denilen ağır sorumluluklar karşınında iyice bitkin düştüğü dönemleri hatırladıkça ağladığını söylüyor.

1942’de gelen Varlık Vergisi, gayrimüslimlerin servetinin yarısını kapsıyor. Yani servetlerini yarısın vergi olarak ödeyecekler. Vitali Hakko bu dar ve çileli yılları şöyle anlatıyor.

“Zaman zaman o günleri anarken ağlarım. Biz, bugünlere kolay gelmedim. Elimizle, tırnağımızla, dürüstlüğümüzle, namusumuzla kazandık.

Aslında bize biçilen Varlık Vergisi boyumuza göre değildi. Nasıl ödeyebileceğimi bilemiyordum. Mağazadan çıkıp Galata Köprüsü’nden geçerken kötü kötü düşünüyor, ama bir yol bulamıyordum. Bu vergiyi ödeyecek takatim yoktu. Evimiz bile kiraydı. Karaköy’e vardığımda, babam gibi “Allah verir” dedim.

İYİMSERLİĞİN GÜCÜ

“Eve geldiğimde annem endişeli gözlerle yüzme baktı. Ona bu olumsuzluğu belli etmedim. Yavaşça eğilip, kulağına varlık vergisiyle ilgili, “Kimseye bir şey söylemeyin, bizi unuttular” dedim.

Zavallı anneciğim yalancı oğluna inandı ve onun boynuna sarılıp gözyaşlarını akıttı. Daha da inandırıcı olmak için, “Bunu kutlamamız gerek” dedim.

“Yemekten sonra Beyoğlu’na bir sinemaya gidelim, güzel bir film varmış”

gerçekten de yemeğimiz yiyip, güzelce giyindik ve Beyoğlu’na çıktık.

Filmin yarasında artık ben, ben değilim. Anneme söylediğim yana kendim de inanmıştım adeta.

İyimserlik iyidir. Kendi gücünüzü, olayları ve insanları doğru değerlendirdiğiniz sürece. Bu da insanın ayaklarının yere basması demektir ki, iyimserliğin yalnız bu gibi insanlar üzerinde olumlu, yapıcı bir rolü vardır. Her dramatik, hatta trajik olaydan insanoğlunun alacağı dersler vardır. Türkçe’de “insanlık öldü mü?” diye bir deyiş vardır. Benim bildiğim dillerde böyle bir başka deyiş yok.

Ben o karanlık savaş yıllarında, o varlık vergisi dramı sırasında, insanlığın ölmediğini gördüm. Bugün, bu satırları yazarken bile elim titriyor ve gözlerim yaşla doluyor.

Ankaralı bir Hacıbaba vardı. nur yüzlüydü. Allah nir içinde yatırsın. Para almak için Ankara’ya onun yanına gittim. Sadece şapka satan bir dükkanı vardı. “Duydum” dedi, “Allah büyüktür, üzülme”

Bana zarf verdi. sonra yanından ayrıldım. Zarfı yolda açtım baktım. Banknotlar. Gözyaşlarımı tutamadım. Evet, Hacıbaba gibi insanlar var olduğuna göre Allah büyüktü ve bu badireyi atlatacaktık. Hacı baba nur içinde yatsın.”

VAKKO’nun patronu Küçük Dev Adam’dan Para Kazanmak İsteyenlere Muhteşem Açıklamalar…

“SEZGİLERİNİZE KULAK VERİN!”

Önce isteyin, arzu edin. İsteklerinizden asla geri dönmeyin. Bir şey olmuyorsa ona bağlık başka bir şeye geçin. Ama hiçbir zaman bitirmeyin, devam edin. Amaç ve hedeflerinize inanın. Karşınıza türlü zorluklar çıkabilir, çıkmalı da; ama başarının bu zorlukların hemen ilerisinde olduğunu unutmayın. Ayağınıza belki hep fırsatlar geliyordur, farkında olun.

Savaş vardı, yokluk vardı, şapka işi bitmişti, ama ben yılmadım, durmadım, oturup derdime yanmadım. Yarınımın ne olacağı meçhuldü. Ben bunu kafaya takmadım, yapmam gerekeni yaptım.

Zorluklarla karşılaştım, engellerle karşılaştım. Ama tüm bunlara rağmen, daha doğrusu, “özellikle” bunlara rağmen, dayanmam, hayal gücümü kullanmam, durmamam, yürümem, hatta koşmam gerekiyordu. Ben de öyle yaptım.

Şen Şapka’yı unutup, Vitali’nin V’sini, Albert’in A’sını alıp VA yaptım. Albert kadeşimin ismiydi. Bunu soyadımızla birleştirip VAKKO yaptım. Artık bir markamız vardı. eşarp üretecektim. Ben Şen Şapka’yı kurduğumda herkes bana gülmüştü. Çünkü ilk defa bir şapkanın şen’i nasıl oluyor demişler ve kadın şapkası gibi, o güne değin gözlerinin alışık olmadığı bir aksesuar söz konusuydu. Ama Anadolu ve kasabalarında yığınla satmıştım. Eşarp da insanlara tuhaf gelmişti. Ama ben ürettim. Bugün VAKKO, bu eşarpların ürünüdür.

Bu güne kadar, tüm önemli kararlarımı alırken, kendi sezgilerime kulak vermişimdir, ama aynı zamanda halkımızın beğenilerini, beklentilerini de takip etmişimdir. En iyi sonucu, bunu birleştirdiğinizde alırsınız. Eşarbın, şapkanın yerini alacağını sezmiştim. İnsanların alaylarına aldırış etmedim. Çünkü ben takip ediyordum, görüyordum. Siz de takip edin, görün.

BİR VAKKO ÖYKÜSÜ İŞTE BÖYLE BAŞLADI

Vakko’nun doğuş öyküsü tıpkı bir aşk romanı gibi. Sanki birazcık hüzün var bu öyküde. Ama nasıl bir hüzün? Tuhaf bir macera. Bir azmin zaferi. Bay Vitali’den dinleyelim:

“Çok iyi hatırlarım, Champs Elysee’deki Lido pasajında çok orijinal eşarplar satan bir mağaza vardı. burada satılan eşarplardan bazılarının üzerinde Paris manzaraları yer alır, ama hiç biri diğerine benzemezdi. Kalıp işi değildi. Ama kalem iş de değildi. Kendine özgü bir tekniği vardı. Bu eşarplardan birkaç tane alıp getirmiştim. Ama buradaki desinatör arkadaşlarımız bu tekniğin sırrını çözememişlerdi. Bir gün gene, o mağazaya eşarp almaya giderken kapının önüne bıraktığı mobiletten inen bohem görünüşlü bir adamın, elinde paketlerle içeri girdiğini gördüm. Ben de onun peşi sıra mağazaya girdim. İlgilenmez gibi davranarak eşarpları seçmeye başladım. Ama yan gözle de adama bakıyordum. Mağazanın müdürü paketleri açtı, bunlar benim hayran olduğum eşarplardı. Adam parasını ödedi, el sıkışıp ayrıldılar.

Aradığım sanatçıyı bir rastlantı sonucu bulmuştum. Sırrını çözemediğimiz eşarpların yaratıcısı demek bu adamdı. Seçtiğim eşarpları orada bırakıp, hemen adamın ardından seğittim. Mobiletini çalıştırmak üzereyken yakaladım.

“O güzel eşarpları yapan demek sizsiniz” dedim. Adam, sen de nereden çıktın gibilerden baktı. Kendimi tanıttım ve eşarplarını desenlerine büyük ilgi duyduğumu söyledim. “Size sipariş vermek istiyorum” dedim.

Adam, sözü fazla uzatmadı. Başıyla mobiletin arkasını işaretleyip, “Atla” dedi.

Mobiletin arkasına oturdum, düşmeyeyim diye de adamın beline sarıldım. Böylece, hayatımın ilk ve son mobilet yolculuğuna Paris’te yaptım. Champs Elysee bulvarından Concord meydanını doğru indik. Oradan sağa yönelip Saint Germaine sokağının ortalarında bir yerde durduk.

Adam, “beni izleyen” dedi.

İzledim… ve karanlık, iki odalı bir dairenin içinde buldum kendimi. Tam bir Paris bohemi. Odanın içi Gauloise tütünü ve şarap kokuyordu. Bir masada, ince, uzun bir kadın, bir elinde cigarası, öbür elinde fırçası, çalışıyordu. Beni buraya getiren kocası ya da sevgilisi, kadına durumu anlattı.

Eşarpların gerçek yaratıcısı bu kadındı.

Çok çabuk anlaştık, el sıkıştık.

Bir ay sonra kadın İstanbul’a geldi. Gezdi, gördü ve bir dizi orijinal İstanbul eşarbı yaratıp Paris’teki hayatına döndü.

Uzun yıllar, bu kadın fırçasından çıkan “Kızkulesi”, “Boğaziçi”, “Adalar” eşarpları hanımlarımızın başında, boynunda yer aldı.

Şapkadan sonra eşarp… Doğru bir yoldaydık. Şapkadan sonra eşarp işi de tutmuştu. Bundan böyle bu yolda ilerleyecek ve işimizi genişletecektik. Ama bu yolun çok uzun ve meşakkatli olduğun çok geçmeden anlayacaktım.

Biz savaşa girmemiş olduğumuz halde, halkımız savaşın yoklukların, yoksulluklarını yaşamıştı.

Artık geçmişi değil, geleceği düşünmenin zamanıydı. Bir durum değerlendirmesi yaptık.”

VİTALİ HAKKO “MUTLULUĞUN ADI”NI ANLATIYOR

“Eşim Ketty bana iki çocuk verdi: Sime ve Cem ilk çocuğumun kız oluşuna niçin yalan söyleyeyim, üzülmüştüm.ama yaşlı ve bilge dostum, rahmetli Fahri Birol bana şöyle dedi: “Vitali, bir baba çocuğu kız oldu diye üzülmez, çocuğun kızsa iki defa sevinmelisin, çünkü aileye mutluluğu kadın taşır.”

Sima’dan 5 yıl sonra 1955’de Cem doğdu. Sima, Lodrig’lere gelin gitti. Damadım Erol Lodrig kendi işinin başındaydı. Çok şükür kazancı yerindeydi. Dolayısıyla Hakko ailesine katıldı, ama Vakko ailesin katılmadı.

Sima birbirinden akıllı iki oğlan torun verdi bana: İzer ve Vedat

Sima iki çocuğunu yetiştirdikten sonra Vakkoy’la ilgilenmeye başladı. Şimdilerde Vakko’nun dekorasyon ve hediyelik bölümünde aktif olarak çalışıyor.

Oğlum Cem ise 12 yıldan beri işin başında. Tamrıya şükür çocuklardan yana hep talihim oldu. cem ve sevgili gelinim Bettina birbirinden güzel iki kız çocuğu sahibi. Büyüğü Katia. İlk Vakko parfümü onun adını taşıyor. Küçüğün adı ise Pia. Türkiye’deki ilk çocuk parfümü olan Piu Piu’da onun adından esinlendik.

Genç yaşında beş torun sahibi olmak eşim Ketty’i mutluluğa boğdu. Zaten çocuk seven Ketty torunlarımızla öylesine haşır neşir oldu ki, onlar anlattığı masallardan bir kaçının bir kitapta topladı.

– Kurumlaşmanın Önemi –

Vakko kurumlaşma aşamasın henüz tamamlamadı. Bu, belki aile şirket olmanın dışına çıkmakla, halka açılmakla gerçekleşebilir.

Halka açılsa da açılmasa da, dünyada örnekleri görüldüğü gibi, ailenin beraberliğinin devamı yönünden, firma, marka ve yan markalar için son sözün, aileden birinde kalması koşuluyla kurumlaşmalı diyorum. Tabii uzman kişi ve kuruluşların deneyimlerinden yararlanarak.”

“KENDİMİ HEP SATICI OLARAK GÖRDÜM”

Vitali Hakko, mağazacılık ve satış sanatı’nı çok yönlü kavramış iş adamlarımızdan birisi.

“Tek başına yaratıcılık benim işim değil. Belki bu nedenle ben ortaya koyduğumu bir başkasıyla paylaşmak isterim.” Diyen Hakko, hedef kitleye ulaşmanın sırlarını anlatırken, Türkiye’ye çağdaş mağazacığı getirdiğini söylemeyi de ihmal etmiyor:

“Bir giysi moda çizgisinde yaratmak bir şeydir, onu üretmek başka bir şeydir. Pazarlık ise bambaşka bir şey. Yaratıcılığı bir kenara koyalım. Onu, hangi alanda olursa olunsun açıklamak her zaman zordur. Biz, uzun yıllar, gerek kadın gerek erkek giyiminde Avrupa’nın önde gelen kuruluşlarıyla ilişki içindeydik. Günün modasını, Paris’le, Roma’yla aynı anda sunuyorduk. Ama, bizim durumumuz Paris, Roma ya da Lonrda’daki bir moda kuruluşundan farklıydı. Onların, yalnız kendi ülkelerinde değil, yer yüzünün dört bir yanında satış noktaları vardı. bu satış noktaları, onların ürettikleri malı alıp satan kuruluşlara aitti. Birincisi, bizde ülke çapında böylesi bir olanak söz konusu değildi. İkincisi, kendi satış noktalarımız için satış elemanı yokluğu çekiyorduk. Bizler, hem üretecek, hem pazarlayacak, hem satıcımızı, hem de alıcımızı eğitecekti. Güzel bir mal üretin, bunu sunacak vitrininiz yoksa, bir dükkanınız, o dükkanda eğitilmiş bir elemanınız yoksa üretiminiz hiçbir zaman hedef kitleye ulaşamaz.

Kendisini hep bir satıcı olarak gördüğünü söyleyen Vitali Hakko, iş hayatında belli ilke ve prensipler koyarken, karşısındaki ister personel olsun, ister müşteri, kimseyi incitmemeyi ve kimseyi kırmamayı da bu ilke ve prensipler içerisinde değerlendirmiş: “Ben kendimi hep bir satıcı olarak gördüm. Evet yaratmayı çok severim. Bu, bana tarifsiz bir coşku verir. Ama tek başına yaratıcılık benim işim değil. Belki bu nedenle ben ortaya koyduğumu bir başkasıyla paylaşmak isterim. Açıkçası ürünümü beğendirerek satmak isterim. Ne var ki, ben, kardeşim Albert’in aksine toptancılıkta bu heyecanı duymam. Bu nedenle olsa gerek, daha işin başında Vakko’nut toptan bölümüyle hep Albert ilgilenmiştir. Evet, satışı böyle önemser ve severim, ama hayatım boyunca müşterimin ayağına gitmedim. Buna karşılık, müşterinin bana gelmesi için elimden gelen her şeyi yaptım. Özellikle bizim işe başladığımız dönemde, bu alanda yapılacak o kadar çok şey vardı ki!… Satıcılığı bir meslek olarak kabul etmek ve ettirmek gerekiyordu her şeyden önce. Ülkemizde okulu da olmadığı için satış elemanlarının eğitmek gerekiyordu. Başlangıçta almış olduğumuz bir ilke kararını bugüne kadar sürdüre geldik. Bu karar şuydu:

Daha önce bir başka yerde çalışan bir elemana Vakko’da iş vermemek. Yeni bir eleman alıp yetiştirmek bizim için daha kolaydı. Çünkü onu alışkanlıklarından kurtarmak, bizim ilkelerimize uymayan bilgilerini unutturmak, hiçbir şey bilmeyen birine bir şeyler öğretmekten, daha zordu. Bunun için kurslar açıp, Amerida’dan eğitim programları, yabancı uzmanlar getirttik. Mağazacılığa başladığımızda pazarlık büyük bir dertti. Üç metre emprime için çoğu defa saatler süren pazarlık yapılırdı. Ne büyük bir zaman kaybı! Beyoğlu mağazamızı açtığımızda, girişte en görülen yer bir tabela astırdım: Bu MÜESSESEDE PAZARLIKLA SATIŞ YAPILMAZ.

Hiç kimse bunu başarabileceğimize inanmadı. Müşteriler de. Pazarlığı deniyor, ama nazik bir biçimde uyarılıyorlardı. Daha önce belirttiğim gibi, kendimizi eğittiğimiz gibi, belli etmemeye ve incitmemeye çalışarak müşterimizi de eğitmemiz gerekiyordu.

BİR TAKTİK

Arzu ettiğiniz bir olayın, muhatabınız tarafından geri çevrilmesi durumda size düşen görev, bu işin peşini bırakmamak olmalıdır. Eğer muhatabınızın, sizin yararınıza gelişecek bir olayda yer alacağına inanıyorsanız o taktirde bu muhatabı çok yönlü tanımanız ve ona geri başka girişimlerde bulunmanız gerekiyor. Bunun en iyi örneğini Vitali Hakko sergilemiş. “Bugün gibi hatırlarım” diye başlıyor söze büyük işadamı:

“O sıralar henüz reklam yapacak gücümüz yoktu. Ama satışa markasız eşarp çıkartmamaya karar vermiştik. Tüm ürünlerimiz Vakko markasını taşıyacaktı. Otuz kadar desenden oluşan, bir emprime eşarp koleksiyonu hazırladık. Aleko adlı bir plasyerimiz vardı. Onun bavulunu bu eşarplarla doldurduk ve Beyoğlu piyasasına gönderdik. Aleko, akşam döndüğünde halinden pek memnun görünmüyordu. Kimi mağazadan altı, kimiden on iki adet sipariş alabilmişti. Yalnız bir firma vardı ki, her bir eşarptan beş düzine almak istiyor, ancak eşarpların üzerinde Vakko imzasını istemiyordu. Söz konusu firma, günlerin ünlü mağazası Lion’du, önemli bir mağazaydı, hatta biraz da Beyoğlu demekti.

Lion’un sahipleri, Leh asıllı Helpern Kardeşlerdi. Eşarpların kalitesini beğenmişlerdi, ama bunu Avrupa malı gibi satmak istiyorlardı. Müşterilerini yerli mala güveni olmadığını söylüyorlardı ki, bunda da haksız sayılmazlardı. Biz kendilerine, hiçbir şekilde, eşarplarımızdan Vakko markasını çıkaramayacağımız bildirdik. Böylece, bu önemli sayılabilecek siparişten ve daha da önemlisi Beyoğlu’nda ünlü bir satış noktasından olacaktık.”

“Küçük bir araştırma yaptırdım. Helpern Kardeşler’in en büyüğü Max, o sıralarda İstanbul’da yayımlanan Journal d’Orien adlı gazetenin sadık bir okuyucusuydu. Tutuk, Journal d’orient’a bir dizi ilan verdik. Hafızam beni yanıltmıyorsa, Vakko’nun ilk reklamıdır bu. Bunlar küçük ilanlardı, am sürekliydi.

Çok geçmedi, Max Helpern bizzat telefon ederek, ilk Vakko eşarbı siparişini verdi. çok geçmeden de Lion en büyük müşterimiz oldu.

Yıllar sonra, bir gün, kontrol dairemizin bir ihmali sonucu Vakko imzası basılmadan giden eşarplar Lion’dan geri geldi. Müşterileri artık eşarp değil, Vakko eşarbı istiyordu.”

Vitali Hakko’dan Müthiş Öneriler…

NE YAPILMASI GEREKİYOR?

Vitali Hakko, bu soruyu yanıtlarken, düşüncelerinin sadece kendi iş alanında değil, diğer tüm sahalarda nasıl başarılı olunabileceği noktasında odaklıyor ve şu önerileri sunuyor:

1) Markamızın prestijini yüksek tutmak

Bu nasıl sağlanabilir?

Kaliteye gösterdiğimiz özeni en üst düzeyde tutarak. İşçilik kalitesini, malzeme kalitesini, en

ince ayrıntılara inen kaliteden söz ediyorum.

2) Vakko markasını bir dünya markası yapmak.

Vakko ulusal bir markadır. Yeni sloganımızın dile getirdiği gibi, her ülkenin övünç duyacağı

markalar vardır. Vakko da bunlardan birdir.

Markamızı ister istemez dünya markası durumuna getirmemiz gerekecektir. Bunun da yolu

yaratıcı gücümüzü üstün bir kaliteyle birleştirmekten geçer. Bu konuda iyimser olmamız gerekir. çünkü bugün ortak pazara dahil birçok Avrupa ülkesinden çok daha moda, çok daha kaliteli ürünlerimiz var.

3) Yarım Yüzyılı aşan bir marka olduğumuzun bilincinde olmak ve sürekli olarak bunun altını çizmek.

Tarih ve tecrübe bizi işimizde çok önemlidir. Özellikle sürekli bir gelişme göstermiş olan

yarım yüzyıllık bir kuruluşun imajı daha da önemlidir.

4) Yarım yüzyılı aşan bir geçmiş olan Türk firması olduğumuzu katiyyen unutmamak ve yeri geldiğinde bunu vurgulamak.

Biz bir Türk’le kuruluşumuzu ve büyük Atatürk’ün dile getirdiği gibi, “Bu toprakların

üzerinde ortaya çıkmış tüm uygarlıkların mirasçısıyız.”

Stilistlerimizin bu bilinçle çalışması ve gerek Osmanlı Saray giysilerinden, gerek çok zengin Anadolu folklorundan ilham alarak çizgilerini geliştirmeleri Avrupa’da özgün bir marka olarak yerimizi almamızı kolaylaştıracaktır.

5) Genç yetenekleri Vakkoya çekmek, onların özgür bir ortamda, yaratıcı yeteneklerini geliştirmeyi sağlamak.

Unutmamak gerekir ki yaratıcılığın olmadığı yerde hiçbir şey yoktur. Moda ise yoktur.

Yaratıcı insanları, bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da Vakko’ya çekmeyi, onlara olanaklar sağlamayı, kendilerini aşmalarına, dünyaya açılmalarına yardımcı olmayı, ve ortak heyecan yaratmayı bilmeliyiz.

Bir adım daha atarak, gençlere öğretim, eğitim olanağı veren özel okulları gerçekleştirmek gerekir. bu, moda ve tekstil alanında sektörümüzün görevidir. Ama gecikmemek gerekir.

6) Daha şimdiden bunca ithalatın gerçekleştiği bir ülkede yalnız iç pazarda değil, dış pazarlarda da rakiplerle çekişmek için hazırlıklı olmak.

Bir marka olarak Vakko, Batı metropollerinde, ürünlerini pazarlamalı, gerektiğinde kendi satış

Noktalarını Paris, Roma, Madrid, Londra, Berlin, Zürich hatta New York’ta ve niçin olmasın Tokyo ve Pekin’de açmalıdır.

7) Yaratıcılığı başarının temeli olarak görmek.

Yaratmak ilk aşamadır. Üretmek ikinci aşama. Pazarlama ise üçüncü aşama.

Bunların hangisi daha önemlidir, bilmiyorum ama, ben bu güne kadar üçüne aynı önemi

verdim. çünkü yaratmazsanız üretemezsiniz. Üretmezseniz yaratamazsınız. Dolayısıyla bu kutsal üçlü bir bütündür. Elemanlardan biri olmadan diğerleri de olmaz. Ya da denge bozulur. Bu hassas dengeyi her alanda, her an korumaya devam etmek gerekir. biz yarım yüz yılı aşan başarımızı bu dikkate borçluyuz. Yanı dikkati, daha da artırarak göstermek zorundayız.

8) Taklit edilmekten korkmamak.

Rakiplerimiz, bugüne kadar Vakko’nun gerçekleştirdiklerinden, geçiştirdiklerinden,

yerleştirdiği ilkelerden taklit yoluyla olsun, etkilenme yoluyla olsun, yararlandı. Bundan hiç bir zaman şikayetçi olmadım. Tam tersine bundan övünç duydum. Öğrenmek, gerekirse taklit etmek, etki altında kalmak, gelişme süreci içinde son derece normaldir.

Japonlar böyle geliştiler. Bu pazardaki rakiplerimizi çok iyi tanıyıp, onların ürünlerini yakından incelemeye alıp, pazarlama stratejilerini öğrenip, Vakko’nnu izleyeceği yolu çizmek gerekir. ülke ve firma olarak üstünlüklerimiz hiçbir zaman küçümsememeliyiz.

Benden sonra gelenlerin tüm bunları gerçekleştirecekleri inancını taşıyordum. Hatta daha fazlasını. İnsanlar yeter ki başarı yolunda birbirlerine kenetlensinler.

İşi Başarmak İsteyenlere…

JAPONYA’DAN BİR ANI

Japonların hep “zeki” olduğu söylenir; aslında onlar “zeki” değil, “akıllı”lar. Akıl, zekanın önünde gider. Bunun ispatı EQ, yani Duygusal Zeka’dır. Duygusal Zeka’da bahsedilmek istenen “akıl” dır. Peki “akıl” veya “akıllı” nedir? “Akıl” ve “Akıllı” duygudur, duygusallıktır; saygıdır, saygılı olmaktır; dürüstlüktür, dürüst olmaktır. Dünyanın teknoloji efendisi Japonlarda tüm bu özellikler mevcuttur. Ters bir iş yaptıklarında harakiri yapacak kadar duygusaldırlar, dürüsttürler, saygılıdırlar.

Vitali Hakko, Japonya’ya gittiğinde bunu görmüş:

“ Biz ilk fabrikamızı açtığımızda bir tek dikiş makinesi almıştık. Bunun değeri 79 dolar idi.

Yeni fabrikamız için makineler satın almak gerektiğinde eşimle Japonya’ya gidiyorduk.

Mitsubishi firmasının Türkiye’deki temsilcisi, onlar bildirmiş. Biz, Tokyo’dan önceki ilk durağımız Hong Kong’da indiğimizde, havaalanında birilerini bizi karşıladığını gördük. Çok şaşırdık. Hele hele, bir Limousine görünce şaşkınlığımız daha da arttı.

Limuzin bizi aldı ve Hong Kong’un en lüks oteli Mandarin’e götürdü. Bu otelin en lüks dairelerinden birisini de bize ayrıldığını öğrendik.

Bir yanlışlık olmasın diye resepsiyona sordum, Mitsubishi’nin misafiri olduğumuzu söylediler. Zaten otelin sahibi de bu holdingmiş.

Tokya’ya indiğimizde aynı konuk severliği gördük.

Adamlar, yeni makineler alacağımızı bilmiyorlar ki, potansiyel bir müşteri olarak bizimle ilgilensinler. Yalnızca, eski bir müşteri olarak arşivlerinde kayıtlıyız. Önemsiz bir müşteri. Ama anladım ki Japonlar için önemsiz müşteri yok.

Haklılar. Çünkü bugün fabrikamızın tüm dikiş makineleri onların markasını taşıyor.”

Kaynak: Acılar İçinde Başaranlar 2 / Akis Kitap

 

Türk Usulü Reklamın Dahi Çocuğu
Cumhuriyet’in Harika Çocukları
20.Yüzyıl Türkiyesi’nin Hezarfeni
FELSEFENİN DEHASI: İBN-İ SİNA
Facebook’un Mucidi Genç Dahi
Tıp Fakültesi Tozu Yutan Süper Beyinli Ünlüler
Ralli Şampiyonu Süper Beyinli Bir Ekonomist: Burcu Çetinkaya
Dahi Yönetmen Orson Welles
İstanbul’u Fethinin Dahi Stratejisi
Sözleri Atasözü Olan Dahi Edebiyatçı: ZİYA PAŞA
Nick Vujicic
Kraliçe’ye Hitabet Dersleri Veren Kekeme
Doğulu Bilim Adamlarının Bilinmeyen İlkleri
Bir Kirpi Gibi Yaşamak
Başarınızı Güle Güle Kullanın!
Büyük Devletlerin Başarı Parolası: Alimini El Üstünde Tut
60 Yaşında Okumaya Karar Verdi, 90 Yaşında Rektör Oldu, 120 Yaşında Öldü!
Resmi Eğitim Almadılar, Ülkelerinin Tarihini Değiştirdiler
Diplomasız Milyarderler
İşte O Zaman…
Nobelli Yazarlardan Tadımlık Sözler
Napolyon’un Savaş Kazandıran Taktikleri
Türk Usulü Başarı Basamakları
Beyninize Bir Köpekbalığı Atın
Başarıkolik Kişilerin 10 Ortak Özelliği
İrlanda Kralı Comac’tan Öğütler
Kolay Yaşam Bir Şey Öğretmez 35

LEAVE A REPLY

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız