Erteleme Hastalığı
“Yarın yapacağım”
“Zamanı gelince yapacağım”
“Acelesi ne yaparız”
“Sabret fikirler olgunlaşsın”
“Taşlar yerini otursun”
Bu ve benzeri söylemlerin birçoğunun altında yapmak istediğimiz ve ertelediğimiz gerçekler yatar. Aslında tam zamanıdır, hatta geç kalınmıştır. Ama biz hala erteleriz, belirsiz bir zaman dilimine.
Yıllar sonra geriye dönüp baktığımızda, ertelemeseydik neler olabileceğini kurgularız zihnimizde, derin bir iç çekişle.
Sonbahar serinliğinin kendisini iyiden iyiye hissettirdiği günlerdi. Evinde yalnız yaşayan adam, can sıkıntısıyla televizyon seyrederken penceresinde bir tıkırtı duydu. Perdeyi açıp baktığında pervaza bir kırlangıcın tünemiş olduğunu gördü. Kırlangıç, adama bakıp tekrar gagaladı camı. Pencereyi açtı adam ve sordu.
“Ne istiyorsun?”
“Ben göçmen kuşum biliyorsun, yolumu kaybettim. Gördüm ki sen de yalnız yaşıyorsun. Belki beni içeri alırsın ve seninle dost olabiliriz diye düşündüm” diye cevap verdi kırlangıç.
‘Hayır’ diye kestirip attı adam. Yalnızlığını bozmaya hiç niyeti yoktu. ‘Benim kimseye ihtiyacım yok. Halimden memnunum. Haydi sen yoluna!’
Pencereyi de perdeyi de kapattı. Televizyonun başına döndü. Ama birkaç dakika sonra yine aynı tıkırtı geldi kulağına. Önce aldırış etmedi. Ama kuş ısrar ediyordu. Sonunda, pencereyi açıp kırlangıca bağırdı:
‘Sen laftan anlamıyor musun? Seni istemiyorum! Beni rahat bırak!
Kırlangıç üzgün bir sesle yine dostluk çağrısında bulundu:
‘Ama bak yalnızsın bende yalnızım. Beni içeri alsan birazcık yiyecek versen, sonra da dostluğun sıcaklığını paylaşsak, bundan ne kötülük çıkar?’
Adam bu defa cevap bile vermedi. Sert bir tavırla pencereyi kırlangıcın yüzüne kapadı ve içeri girdi.
Birkaç dakika sonra pencerede aynı tıkırtı dostluğa davet ediyordu. Ama bu sefer adam yerinden bile kalkmadı. Uyuşuk bir halde kendisini televizyonunun renkli görüntülerine bıraktı. Bir ara içinde bir sıkıntı duydu. Kırlangıca davranış biçiminin çok sert olduğunu hissetti. Vicdanı sızlıyordu. Belki de kuş çok açtı ve üşümüştü. Onu birkaç saatliğine içeri alsa ne olurdu ki?
Hızla yerinden fırladı ve pencereye koştu. Ama kuş çoktan uçup gitmişti. Adam boğazında bir şeylerin düğümlendiğini hissetti. Yalnızlığına ışık tutacak bir dost penceresine kadar gelmiş, fakat o onu en kaba biçimde kovmuştu. Kendi kendisine çok kızdı. Sonra, aklına gelen düşünceyle biraz rahatladı: Seneye bu kuş yine buralardan geçecekti, dolayısıyla onu bulabilir ve evine alabilirdi.
Sonbahar yerini kışa bıraktı. Adam yine yalnızdı ve sabırsızlıkla güzü bekliyordu. Bahar ve ardından yaz geldi. Ama o yine güzün ve kırlangıcın yolunu gözlüyordu. Nihayet güz geldi, göçmen kuşlar adamın evinin üzerinden güneye doğru uçmayı başladı.
Bir kırlangıç sürüsü geçerken adam penceresine fırladı ve kuşlara seslendi. Kırlangıçlardan birisi ne istediğini öğrenmek için süzülüp yanına kadar geldi. Adam geçen sene ki kuşun tarifini verdi ona, tanıyıp tanımadığını sordu o kuşu. Sonra geçen sonbahar yaşadığı macerayı anlattı. Görürse mutlaka ona haber vermesini, onu beklediğini, dostluk için hazır olduğunu bir bir sıraladı.
Bu sözleri dinleyen kırlangıç, adamın yüzüne acıyarak baktı ve kanatları çırpıp uzaklaşmadan önce şöyle dedi:
‘Sen bilmiyorsun galiba dostum, kırlangıçlar sadece altı ay yaşarlar.’
Yaptığına Değer Vermemek
İşverenlerin büyük korkusudur; erteleme, es geçme veya önemsememe eylemi. “Acaba bu işi yapabilir mi?” “Ağzı güzel laf yapıyor, işi de böyle midir?” “Yarım bırakmaz değil mi? “Zamanında yetiştirir mi?”
İşte bu konuların temelinde yatan neden; işe gerektiği özeni göstermeyen veya erteleyen işçilerden kaynaklanır. Ve böyle insanlar uzunca bir süre işlerinde tutunamazlar. Bu davranışlar başarısızlığın ve mutsuzluğun anahtarlarından biridir. Böyle bir anahtara sahip olmayı kim ister ki?
Tolstoy’un Vahşi Zevkler eserinde söylediklerine kulak verelim: “İnsan bir işi gösteriş olsun diye değil, isteyerek yaparsa, o işi sonraya bırakıyor ya da hiç yapmıyorsa veya o işin gerçekleşme koşullarını yerine getirmiyorsa, kişi gerçekten o işle ilgilenmiyor, yalnızca ilgileniyormuş gibi davranıyor demektir. Bu, gerek maddi ve gerekse manevi konularda geçerli olan değişmez bir kuraldır. Örneğin, “Ekmek pişirmekte olduğu gibi, bir insanın yaptığı işin sonucuna bakarak işini ciddiye alıp almadığını anlayabilirsiniz. İnsanlar hamur yoğurmadan, fırını yakmadan, aynen tiyatroda yapıldığı gibi ekmek pişiriyormuş gibi yapıyorlarsa, sonuçta ortaya ekmek çıkmayacağından her kes onların rol yaptığını anlar.”
Üstadın güzel ifade ettiği gibi; yaptığımız işi gerçekten hissederek yapmalıyız, yapıyormuş gibi davranmak veya göz boyamak bizim mutluluğumuzu acı içinde yavaş yavaş parçalayan kör bir bıçaktır.
Yaptığımız işe içimizden gelerek emek harcamalıyız. Çünkü onu yapan ve ortaya koyan biziz. Eğer erteler ya da önemsemezsek kendi yaptığımıza değer vermiyoruz demektir. Kendi ortaya koyduğu işe değer vermeyen bir insanın, kendine değer vermesi nasıl mümkün olabilir? Kendi değerinin farkında olup, kendisine saygı duymasını ve mutluluğu hissetmesini nasıl bekleyebiliriz?
“Başkaları Ne Der?” Korkusu
Çevrenizdeki insanları, inceleyin. En çok dikkat ettikleri ve önem verdikleri kavramlardan biri “Başkası ne der?” düşüncesidir.
Özellikle küçük ve kapalı topluluklarda bu hat safhadadır. Bazen öyle olmadığını sert ve kırıcı bir dille söyleseler bile onlar için önemli olan başkalarının ne düşündüğüdür.
“Başkaları ne der” korkusu zaman içinde eleştirilme korkusuna dönüşür. Eleştirilmek kendini düzeltmek için bir fırsat değil de; vazgeçmek, yapmamak, korkmak ve sinmek için bir emir gibi telaki edilmeye başlar.
Bir süre sonra artık “kendileri” için değil, “Başkaları” için yaşamaya başlarlar. Hatta bu uğurda hayallerinden bile vazgeçenler vardır. Başkaları için yaşadıklarından, bu karmaşa içinde kendilerini kaybetmeye başlarlar.
“El” in söyleyeceklerinden ürkerek fikirlerini ortaya koymaktan kaçarlar. O kadar kaçarlar ki, fikir üretmeyi bile bırakırlar ve sadece “El”in kendileri için uygun gördüğü bir hayat yaşarlar. Bu hayatın içinde tutkuya, arzulara, heyecana ve hatta çocukluğa bile yer olmadığı için mutluluk kavramı hayatlarından çoktan uçup gitmiştir.
Kendi boyun eğilmişlikleri ve bastırılmışlıkları içinde neden yaşadıklarını bilmedikleri bu hayatı sürdürürler.
Elbette içinizde bu kadar uç noktada yaşamayanlar da var. Ama ister uç olsun ister orta, eğer birilerinin düşüncelerinden korkarak vazgeçtikleriniz varsa hayatta, mutluluk hanenizde eksileri çoğaltan “Keşke” lerinizi taşıyorsunuzdur beraberinizde.
Toplumsal kurallar bizlerin bütünlüğünü sağladığı için tamamen göz ardı edilmemelidir tabi ki. Ama her şeyinizle onlara bağlı kalmak ya da sizin için gerçekten önemli olan, mutluluğunuzun kaynağı olacak bir şeyi terk etmek, topluma değil size zarar verecektir.
Şöyle düşünün. Belki yapmayı düşündüğünüzü dile getirdiğinizde, toplum sizi yadırgayacaktır. Ama onu yapmayı başardığınızda aynı toplum sizi alkışlayacaktır. Sanatçıların hayatını incelediğinizde birçoğu bu yoldan geçmişlerdir.
“Ben şarkıcı olacağım” diyen bir çocuğu; “Sarkıcı olmak kolay mı? Hem ünlü olmak için geçeceğin yollarda seni kullananlar olacak. Yanlış yola sapmanı isteyecekler. Ahlaksız şeyler yapmaya zorlayacaklar. Bu bize ve ailemize yakışmaz. Benim kızın şarkıcı oldu dedirtmem!” söylemiyle baskılamaya çalışan babanın, kızı turnelere çıkıp, ünlü olduğunda en ön sırada oturup, ilk alkışlayan olması sıkça rastlanan bir tablodur.
Her zaman için bir risk söz konusudur. Eğer başkalarının ne diyeceğini umursamadan yola çıktığınızda başarısız olursanız, aynı toplum bu sefer sizi dışlayacaktır. Ama yapmak istediğiniz şey geçici bir heves değil de gerçek tutkunuzsa, eninde sonunda başarıyı yakalarsınız.
Bu yüzden başkalarının ne diyeceğini düşünmek yerine, üstünde durmanız gereken nokta; topluma rağmen göze alacağınız şeylerin heves mi yoksa hedef mi olduğunun ayrımına varmaktır.
Güvensizlik
İnsanların birbirinden çok farklı konularda güvensizlikleri vardır. Örneğin, yüzlerce işçisi olan başarılı bir işverene bakıyorsunuz; çıkıp işçilerine toplu bir konuşma yapamadığını görüyorsunuz. Uzun bir tahsil hayatı olan, insan ilişkilerinde çok kabiliyetli bir aydının, araba sürmek gibi bir eylemi gözünde inanılmaz büyütüp, gerçekleştiremediğini fark ediyorsunuz.
Kimi avukat ya da doktor kendi işini mükemmel yaparken, evde duvara bir çivi çakmak veya musluğun contasını değiştirmek; onlar için tam bir imkânsızlık abidesine dönüşebiliyor.
Her insanın kendine güvendiği veya güvenmediği alanlar vardır. Asıl zehirli olan; yürekten yapmak istediğimize karşı içimizdeki güvensizliktir.
Kendinize güvenmediğiniz bir işi ortaya koyamazsınız. Deneseniz bile içinizdeki güvensizlik sizi kemirir ve potansiyelinizi tüketir.
İçimizde barındırdığımız güvensizlik bize eksiklik duygusunu yaşatır. Bu eksiklik duygusuyla adımlarımız titrek ve cesaretimiz zayıftır.
İlginç olan da; bir insanın sırf güvensizlik duygusu için yapabileceklerinden vazgeçmesidir. Geçmişten taşıdığı olumsuz deneyimlerin; bugün sahip olabileceği güveni çalmasına izin vermesidir.
Kendinize güvenmediğiniz sürece onun içine hapsolursunuz ve sürekli “Bunu yapamazsın” diyen sesi duyarsınız.
Nedir size bu kadar engel olan? İnsan değil misiniz? Bu dünyaya içinizde barındırdığınız sonsuz hazinelerle gelmediniz mi? Neden bu hazineyle güvensizliğinizi beslemek yerine onu mutluluğunuz için kullanmıyorsunuz?
Mutluluk ancak bugünde yaşanır. Yani yaşadığınız ana ait bir duygudur. Onu harekete geçiren de gelecekte yapacaklarınız değil, bugün ortaya koyacaklarınızdır. İleride güçleneceğiniz ya da kendinize güveninizin artacağı bir zaman dilimini bekliyorsanız, mutluluk hep yarında kalacaktır.
Mutluluğu bugünde deneyimlemek istiyorsanız, sahip olduğunuz niteliklerin farkına vararak onlardan güç almalı ve kendinize olan güveninizi tazelemelisiniz:
Güven Kütüphanesi
Bir kütüphanede olduğunuzu hayal edin: Kütüphanede bir masada oturuyorsunuz. Loş bir ışık var. Önünüzde boş sayfalar ve bir de kalem duruyor. Tüm ayrıntıları ile bu ortamı gözünüzde canlandırın.
Otobiyografinizi yazın: Kalemi ve kâğıdı elinize alarak sahip olduğunuz tüm güzel özellikleri yazmaya başlayın. Kendinizde takdir ettiğiniz her şeyi yazın.
Sevdiğiniz birini dahil edin: Yazarken arkanızda, odanın sağ köşesinde çok sevdiğiniz ve değer verdiğiniz birinin durduğunu hayal edin. Onun geldiğini fark ettiğiniz anda, yazınıza onunla ilgili tüm olumlu düşüncelerinizi, onun sahip olduğunu düşündüğünüz pozitif özelliklerini ekleyin.
Kendi bedeninizden çıkın: Bedeninizden çıktığınızı ve odanın sol köşesine giderek hem yazı yazan kendinizi hem değer verdiğiniz kişiyi bulunduğunuz noktadan izleyin. Onun hakkında güzel şeyler yazdığınızı fark eden sevdiğiniz kişinin yüzündeki mutluluk ifadesini görün. Onun hissettiklerini tahmin etmeye çalışın.
Onun bedeniyle bütünleşin: Bulunduğunuz köşeden ayrılın ve değer verdiğiniz kişinin bedeninin içine girdiğinizi hayal edin. Olayı onun gözleriyle, onun zihniyle ve onun kalbiyle değerlendirin. Neler hissediyor? Sizin hakkınızda ne gibi olumlu düşüncelere sahip? Sizin özel nitelikleriniz hakkında ne düşünüyor? Sizinle ilgili güzel olan nelerin farkında? Sizin kendinizle ilgili yeteri kadar farkında olmadığınız ama onun farkında olduğu olumlu yönleriniz neler?
Bedeninize geri dönün: Yazı yazmakta olan bedeninize geri dönün ve çıktığınız yolculukta fark ettiklerinizi de yazınıza ekleyin.
Hissedin: Yazmış olduklarınızı ve sizi seven birinin sizinle ilgili güzel düşüncelerini yaşayın. Bunlara sahip olduğunuzun bilincinde olarak şimdiye geri dönün ve rahatlayın.
Sevgisizlik
İnsanoğlu sosyal bir varlıktır. Tek başına yaşayamaz ve doğduğu andan itibaren ona bakacak, yedirip içirecek, bir şeyler öğretecek birilerine ihtiyaç duyar. Ölüme kadar da sosyal olma ihtiyacı devam eder.
Sosyal bir varlık olarak en önemli görevlerimizden biri sevmek ve sevilebilmektir.
İşimizde ne kadar uzman olursak olalım; insanları sevmiyorsak ve onlarla iyi ilişkiler kuramıyorsak aslında kendi içimizde eksik kalmışız demektir.
Çünkü gelişmemizde ve ilerlememizde başka insanların fikirleri, davranışları ve tutumları önemli bir etkendir.
Bu etkinin pozitif veya negatif oluşunu davranışlarımızla belirleyen de bizizdir.
İş yerinde tüm çalışanlara saygısız ve küçümseyen bir tavır sergiliyorsak, terfi edilme zamanımız geldiğinde olumlu oy kullanacak insanların sayısı son derece sınırlı olacaktır. Ya da tavırlarımızla insanları rahatsız ediyorsak, patronun işçi çıkarması gerektiğinde aklına ilk gelen biz olacağızdır.
Bir defa bir danışanın işten çıkarılma nedenini dinlemiştim. Patron işten çıkarmak için yanına çağırdığında şu cümleleri sarf etmiş: “Biliyorum çok iyi bir insansınız, işinizi de iyi yapıyorsunuz ama yıldızlarımız bir türlü barışmadı, yıldızınızın barıştığı biriyle çok başarılı olacağınızdan eminim.”
İnsanlara verdiğiniz enerjiler, yansıttığınız yüzünüz sizin başarı ve mutluluk seviyenizi belirleyecek bir role sahiptir. Ne kadar mutlu ediyorsanız, o kadar mutlu olursunuz.
Yapılan bir araştırmada 2000’den fazla işverene şu soru soruluyor; “İşten çıkartılan son 3 kişinin çıkarılma nedenleri neydi?” Cevaplardan çıkan sonuç çok çarpıtıcıydı.3 kişiden 2 si “Diğerleriyle geçinemediği için işlerine son verildi.” Diye yanıtlamışlardı bu soruyu.
Başarılı ve mutlu olmak için sosyal bir varlık olarak neye ihtiyacımız var? “Hoş görmeye”, “affetmeye”, “Olur insandır hata yaparak öğrenir” demeye, değil mi? Güzel bir söz vardır: ”Hiç hata yapmayan kişiler hiçbir şey yapmayanlardır”
Başarıya veya mutluluğa giden yollar sağlıklı ilişkilerin kapısından geçer. İyi ilişkiler kurmayı sadece işinizde veya evinizde değil, her zaman her yerde başarabildiğiniz ölçüde ruhunuz mutlu ve huzurludur.
Bir gün sormuşlar ermişlerden birine:”Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır?”
“Bakın göstereyim,” demiş, ermiş. Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış. Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da ‘derviş kaşıkları’ denilen bir metre boyunda kaşıklar. Ermiş sofradakilere, “Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz.” diye bir de şart koymuş. “Peki!” deyip içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına. En sonunda bakmışlar beceremiyorlar, öylece aç kalkmışlar sofradan.
Bunun üzerine, “Şimdi..” demiş ermiş: “Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe.” Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen, ışıklı insanlar gelmiş, oturmuş sofraya bu defa. “Buyurun.” denilince, her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, sonra karşısındaki kardeşine uzatarak içirmiş. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan. “İşte!” demiş ermiş ve eklemiş: “Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse, o aç kalacaktır. Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa, o da kardeşi tarafından doyurulacaktır. Şunu da hatırlayın, hayat pazarında alan değil, veren kazançtadır daima”.
Şüphecilik
İnsanlara güvenmemek, onlardan kaçmak, sorgulayıcı ve şüpheci olmak işin garantili tarafı ve karlı tarafıymış gibi gözükebilir. Ama çevrenizdeki herkese zanlıymış, dolandırıcıymış gibi davranmak, sizi yalnız ve çelişkiler içinde bırakır.
Çünkü birlikte yaşadığınız eşinize güvenmek zorundasınız, aksi takdirde her gününüz şüphe içinde size zehir olur. İş yaptığınız insanların doğru söylediklerine, samimi olduklarına inanmak zorundasınız, aksi halde işinizi verimli ve sağlıklı yapamazsınız.
Her şeyden şüphelenmek, farklı manalar çıkarmaya çalışmak, kimseye güvenmemek bizlere sadece mutsuzluk ve huzursuzluk getirir. Hayat tuzsuz ve eksik malzemeyle yapılmış bir yemek gibi tat bırakır damağımızda.
Her şeyi sorgulamak, altında bir bit yeniği aramak, insanların davranışlarının altında yatan bir çıkar olduğunu düşünmek, bir süre sonra bu düşüncelerin arasında huzurumuzun avuçlarımızın arasından yitip gitmesine neden olur sadece.
Sevgi; çıkarın, şüphenin, endişenin ve güvensizliğin olduğu yerde barınamaz. İnsanlara şüphe gözlükleriyle bakmaya alıştığımızda, gerçekten sevebileceklerimizi ve güvenebileceklerimizi kaybetmeye başlarız. Çünkü ayrım yapamaz hale geliriz. Herkese karşı tedirgin ve tetikteyizdir.
Hayatımızdaki herkesi sevmek ve hepsine körü körüne güvenmek değildir doğru olan. Hepsine kuşkuyla, tedirginlikle yaklaşmamaktır sadece. Temkinli olmakla tedirgin olmak çok farklı iki uçtadır. Tedirginseniz; olmayan anlamlar çıkarmaya, ilişkiyi zedeleyecek yorumlar yapmaya başlarsınız. Ama temkinliyseniz olmakta olanı fark eder ve ona göre sağlıklı davranışlar geliştirtirsiniz.
Negatif Düşünce
Başarmanın, güçlü olmanın en önemli özelliklerinden
biri olumlu düşünmektir.
Başarılı olanlar hayatında geçirmiş oldukları olumlu an
ları hatırlarlar, en iyi şekilde geçirdikleri saatleri anımsarlar. Başardıkları işleri hatırlarlar, zaferle dolu deneyimlerini anımsarlar.
Başarısız olanlar ise olumsuz deneyimlerini hatırlar,
onun büyük bir resmini görür, olumsuz duyguları canlandırırlar.
Modern toplumun en büyük sorunlarından biri negatif
düşünce çukurudur.
Niçin bazı insanlar mutlu, sağlıklı ve başarılı bir hayat sürerken, diğerleri bu şekilde yaşamıyorlar, hiç düşündünüz mü?
Niçin kimi insanlar sevinçli, huzurlu, güven içinde, coşkulu iken, çoğu zaman diğer insanlar üzüntülü, pişmanlıklarla dolu, beklenti içinde huzursuz bir hayat sürdürür?
Bu sorular üzerinde düşündüğünüzde hep aynı şeyleri görürsünüz. Mutlu insanlar; mutlu olduklarından, mutsuz insanlarda mutsuz olduklarından yaşamazlar bu tabloyu. Ya da birinin durumu diğerinden iyi olduğundan da değildir. Öyle hayatlar vardır ki; dışardan baktığınızda biri her şeye sahip olduğu halde mutsuzdur. Ama diğeri birçok eksiği varmış görünmesine rağmen; sahip olduklarıyla bir çocuk gibi mutludur.
Zengin bir iş adamı Meksikalı bir balıkçıya şöyle sormuş:
“Günde kaç saat çalışıyorsun?”
“Ailemin ve benim karnımı doyurmaya yetecek kadar, sanırım 2-3 saat sürüyor.”
“Neden bu kadar azla yetiniyorsun? Daha uzun süre çalışıp, daha çok balık tutsana.”
“İyi de bize fazla gelecek balığı be ne yapayım?”
“Pazarda satar, daha çok para kazanırsın.”
“Daha çok para kazanınca ne yapacağım?”
“O parayla kendine küçük bir tekne alır daha da çok balık tutarsın.”
“Bu bana ne sağlayacak?”
“Daha çok para kazandıkça tekne sayınsı arttırır, hatta bir balıkçılık şirketi dahi kurabilirsin.”
“Kurunca ne olacak?”
“Gece gündüz çalışmış ve zengin olmuş olacaksın.”
“Ondan sonra ne yapacağım?”
“Artık dinlenmeye çekilir, bir Meksika köyüne yerleşir, günde birkaç saat balık tutarak hayatın tadını çıkarırsın.”
“????????”
Mutlu insanlar; olumlu olanı da görürken, mutsuz olanlar olumsuza takılmayı tercih ederler. Mutlu olanların mutluluklarının kaynağı bu iken, mutsuzların da mutsuzluklarının kaynağı budur.
Tarihte en çok fethedilen yerin Hindistan olduğu bilinir. Bunun sebebi; fetheden savaşçı kabilelerin; bir süre sonra verimli topraklarda pek çaba harcamadan ekinler elde ettikleri için, tembelliğe ve boş vermeye yönelmeleridir. Yani düşünceleri değişir ve bu yeni düşüncelerin esiri olan bu insanlar; kısa süre sonra savaşçı kabiliyetlerini yitirirler başka kabilelerde tarafından fethedilirler.
Çevrenizdeki bazı insanlarda olumsuzluğun sizi fethetmesine neden olacak tavırlar sergileyebilirler. Size sürekli olayların karanlık yüzünü gösterebilirler.
Çevrenizin size söylediği yalanları unutun. Kendi kendinize söylediğiniz yalanları da unutun.
Güzel olmadığınızı unutun ve güzel olduğunuzu fark edin.
Zeki olmadığınızı unutun ve zeki olduğunuzu fark edin.
Yapamayacağınızı unutun ve yapabildiğinizi fark edin.
Göreceksiniz ki bu duygulardan kurtulunca yaşam çok güzel ve her şey sizin yalanlardan sıyrılmış gerçekliğinizden ibaret.
Yaşamdaki arayışımızı soğana benzetecek olursak, mutlu olmayı ararız ve kendimize “Şu arabayı alayım mutlu olacağım.” Deriz. Mutlu olmak için soğanın kabuğunu önce aralarız, Birazdan ne olacağını bilmeden kabuğu soyarız ve altında başka bir kabuk olduğunu gördüğümüzde yine mutsuzluk çalar kapımızı.
Arabaya sahip olunca karşımıza çıkan yeni kabuk yüzünden aslında aradığımızın araba olmadığını, yeni bir iş olduğunu fark ederiz. Yeni işe sahip olunca, soyduğumuz kabuğun altından bir yenisi daha çıkar ve yeni işe sahip olmakta bizi yeteri kadar mutlu edememeye başlar ve yeni arayışların kapılarını aralarız.
Küçük bir çocuk annesi ile tren istasyonun da bekliyorlarmış. Biraz ötede demir bir çubuğun başında duran bir adam görmüş, annesinin elini bırakmış adamın yanına gitmiş;
“Amca sen ne yapıyorsun burada?” diye sormuş
“Bana makasçı derler” diye cevap vermiş adam.
“Makasçı ne iş yapar?”
“Makasçı binlerce yolcunun gitmek istedikleri yola gitmelerini sağlar.”
O sırada gök gürültüsünü andıran bir sesle bir ekspres geçmiş ve makasçının kulübesi zangır, zangır sallanmış.
Çocuk hemen atılmış;
“Ne kadar hızlı gidiyorlar? Bu insanlar neyin peşindeler? “Bunu o trenin makinisti bile bilmez çocuğum” demiş makasçı ve sormuş küçük çocuğa;
“Sen neyin peşindesin?”
Çocuk düşünmüş ve cevap vermiş;
“Mutlu olmanın”.
Mutsuzluğu Öğrenmek
İnsanlar dışarıdan baktıklarında konuşmanın, yürümenin, gülmenin, ağlamanın, anlamlı bakışlar atmanın, mantıksal çıkarımlar yapmanın, doğal bir şey olduğunu düşünürler. Sanki belli bir yaşa geldiğimizde kendiliğinden bunları yapmaya başlayacakmışız gibi gelir, öyle hisseder ve öyle algılarız.
Korkuların, kaygıların, endişelerinde normal olduğunu, insan hayatının bir parçası olduğunu düşünürüz.
Korkmak ve yürümek bu kadar evrensel ise, neden kimi insanların korktuğu şeylerde, kimi insanlar korkmuyor? Neden herkes aynı şekilde yürümüyor? Aynı şekilde mantık yürütmüyor?
Aslında yürümeyi, korkmayı, endişe etmeyi ve mutsuz olmayı dahi birbirimizden öğreniriz.
İnsanın doğuştan getirdiği üç tür davranış vardır: emmek, ses karşısında refleks ve tutunmak. Yeni doğan bebek, kendisine öğretilmeden içgüdüsel olarak annesinin memesini emer. Bir bebeğe parmağınızı uzattığınızda ilk hareketi; uzanıp, parmaklarını parmağınıza dolayarak tutunmak olur. Bunun dışındaki tüm davranışlarımız, tepkilerimiz doğduktan sonra öğrendiklerimizdir. Bir yaşına yaklaşan bir çocuk, çevresindeki insanları örnek alarak yürümeyi öğrenir. Yürümek doğuştan getirdiği bir eylem değildir.
Korkmayı da birileri bize öğretir. Küçük bir çocuk, karanlıkta odasına gider, oyuncağını alır ve gelir. Bu davranış karşısında anne ya da baba “Yavrum nasıl getirdin onu, korkmadın mı?” dediği anda, çocuk artık karanlıktan korkması gerektiğini öğrenmiştir.
Mutsuz olmak da öğrendiğimiz bir davranış biçimidir. Benzer olaylara maruz kalmış iki kişiyi incelediğinizde; birinin olayı atlatıp, mutlu olmayı başardığını, diğerinin saplandığı olumsuzluk çukurundan bir türlü çıkamadığını gözlemlersiniz. Biri mutlu olmak için neden yaratmayı öğrenmişken, diğeri çaresizliği ve cesaretsizliği öğrenmiştir.
Aynı ailede yetişmekte olan iki çocuktan birinin son derece neşeli ve mutlu iken, diğerinin içine kapanık, mutsuz bir ruh hali içinde olması çok sık rastlanan bir durumdur. Çocuklardan biri mutlu olmanın yollarını öğrenmişken, diğeri mutsuzluğu öğrenmiştir. Ebeveynleri aynı olmasına rağmen, girmiş oldukları ortamların farklılığı nedeniyle farklı öğrenmeler gerçekleştirmişlerdir.
Hayatınızda pek çok olumsuz olay ve acılar olabilir. Ama sizinle benzer acıları, sıkıntıları yaşadığı halde mutlu olmayı başaran insanlar var. Olaylar karşısında yaşadığınız duygu durumunu tepkileriniz belirler. Biri mutsuzluğa davetiye çıkartacak tepkiler verirken, bir başkası ondan daha kötü bir durumda olmasına rağmen, mutluluğuna sahip çıkacak tepkiler verebilir.
Olaylar karşısında tepkiniz ne olursa olsun, bunu bir şekilde öğrendiniz. Aslında bu iyi haberdir. Çünkü mutsuzluğu öğrenmemiş, doğuştan getirmiş olsaydınız, bulunduğunuz durumu değiştirmek için şansınız çok az olurdu. Ama siz dünyaya geldiğinizde mutsuzluğun ne demek olduğunu bilmiyordunuz. Size mutsuzluğu yaratacak düşünceleri yaratmayı ve tepkileri vermeyi öğrendiniz. Öğrendiğiniz bir şeyi değiştirme şansına her zaman sahipsiniz.
Mutlu olmayı başaran sizi görün: Kendinize; “Koşullar ne olursa olsun, mutlu olmayı başarsaydım nasıl görünürdüm, ne hissediyor olurdum ve neler söylerdim?” diye sorun
.
Yaratın ve hayal edin: Ayağa kalkın ve gözlerinizi kapatarak; bu soruya verdiğiniz cevaplar doğrultusunda zihninizde mutlu olmayı başaran sizi en ince detayına kadar canlandırın ve karşınızda durduğunu hayal edin. Onun sesini duyun. İçinde yaşadığı duyguları hissedin.
Bütünleşin: İleri doğru adım atın ve karşınızdaki sizle bütünleşin. Aynı bedende bir araya geldiğinizi görün. Onun sizin bir parçanız olduğunu hissedin. İçinizden “Artık ona sahibim” deyin.
Tekrar edin: Bu çalışmayı; her defasında görüntüleri, sesleri ve hisleri daha da netleştirerek 3 ila 5 kez tekrar edin.
Mutsuz olduğunuz her anda tekrar uygulayın: Mutsuzluk içinize sızmaya her başladığı anda kendinize birkaç dakika ayırın ve bu çalışmayı yapın. Kendinizi daha rahat ve huzurlu hissedeceksiniz.
Bu çalışmayı düzenli olarak, her olumsuz duyguya kapıldığınızda uyguladığınız takdirde, bir süre sonra alışkanlığa dönüşecek ve eskisinden daha fazla mutlu olabilmeyi öğreneceksiniz.
Yavru kedi, bahçede bir taraftan derin bir sükunetle güneşlenen, bir taraftan da kuyruğunu mutlulukla sallayan babasının yanına geldi. Yavru kedinin yüzünden ve halinden mutsuzluğu apaçık okunabiliyordu. Bir müddet yanına oturduktan sonra, sıkıntısını babasına açtı:
‘Şey, baba bilirsin, kediler hayatlarındaki en güzel ve önemli şeyin kuyruklarını yakalamak ve böylece mutlu olmak olduğunu düşünürler. Ben de böyle düşünüyorum. Ne var ki, şimdiye dek ne yaptıysam kuyruğumu ve de mutluluğumu yakalayamadım. Çok mutsuzum. Ne yapacağımı bilemiyorum.’
Baba kedi önce anlayışla gülümsedi, sonra da genç kediye şu cevabı verdi:
‘Evladım bende bir zamanlar senin gibi kuyruğumu yakalarsam mutlu olabileceğimi düşünürdüm. Bu yüzden de vaktim kuyruğumun peşinde koşmakla geçti. Ama aylar, yıllar geçtikçe şu gerçeği daha iyi anladım: Kuyruğumu kovaladıkça, onun ardından koştukça o bana yaklaşmıyor, tersine uzaklaşıyordu. Fakat ne zaman onun peşini bırakıp kendi hayatıma bakmaya başlasam, onu yanı başımda buldum. Artık onu kovalamıyorum, o benim ardımdan geliyor. Bu gerçeği anladığımdan beri, kendi hayatımla ilgileniyorum ve kuyruğum benden hiç ayrılmıyor.
Mutluluk kovaladığınızda yakalayacağınız bir şey değildir. O içinizde, yanı başınızdadır. Yeter ki ondan haberdar olun ve dışarıda aramak yerine, kendi içinize bakın.
Kaynak: Hipnoz ve NLP ile Mutluluğu Yakalayın – Ares Kitap
www.gencgelisim.com