Dönüşümün bilimsel yolu üzerindeki bilimsel bulgular üzerinde yoğunlaşmakta yarar vardır. Atomaltı âlemdeki parçacıkların kendi âlemleri içindeki enerji değişimlerinin hesaplanmasında, ışık hızının kullanılması anlamlıdır.
Bir nükleonun, pi mezonu yayımlaması bir iştir ve enerji karşılığında olur. Bu enerjinin hesabında salınan kütlenin kendisi ile ışık hızının karesi çarpılır.
İki sayının çarpımı yeni bir sayıdır. Önermesi ilk bakışta masum bir önermedir. Evet, öyledir deyip geçilirse ve bir daha dönüş yapılmaz ise özel durumlar gözden kaçırılır. Bu özel durumların sayısı çok olabilir. Önerme üzerinde fikir jimnastiği yapalım.
Çarpılan iki sayıdan biri sıfır ise çarpım sıfırdır. Birinci özel durum: Çarpılan iki sayıdan biri bir ise çarpım öteki çarpan kadardır.
İkinci özel durum: Çarpılan iki sayıdan biri negatif bir sayı ise, çarpım negatif bir sayıdır.
Üçüncü özel durum: Özel durumların sayısı çoğaldıkça önermenin başlangıçtaki masumiyeti yeni açılmaların gerekliliği karşısında suskunluğunu bozar.
Benzer mantıkla özel bir durumun genellemeyi etkileyebileceği düşünülebilir. Bu, bu özel durumun genelini temsil edebileceği anlamını taşımaz.
Bu fikir jimnastiğinden, kendi zihninin kapalı olan kapılarını açmış ve zihinsel özgürlüğünün çıkarımlarını görür olmuştu. Bu çıkarımlardan biri, arı kovanına çomak sokmak misali, atomaltı âleme gönderme yapmaktı. Bu göndermenin amacı enerji hesaplamasında başka yöntemlerin kullanılır olmasını gündeme getirmek ve daha da önemlisi enerjinin maddeye dönüşüm serüveni görmek istemesiydi. Bu istek doğal olanların dışında zihin gücüyle oluşturabilinecek maddeydi.
Işık hızı ile evrenin dolaşır olmasının kendine verdiği sıkıntı ve sınırlılık, başka bir yol ve yöntemlerin ve hızların olması gerekliliğini vurguluyordu. Matematiğin mantıkla olan ilişkisi gerçek ve gerçeküstülüğü algılaması sırasında kullanılan enerjinin seyrini izleme olanağı sağlıyordu. Ölçüden ölçüsüzlüğe uzanım, ölçüsüzlükten ölçüye geçmenin evrelerini çağrıştırıyordu. Ölçüsüzlükten ölçüye geçmenin evrelerinden biri ilk maddenin yaratılmasıydı. Maddenin enerjiye dönüşerek, ölçümden ölçümsüzlüğe geçişi yine dönüşüm evrelerinde biridir. Gilles Deleuze’nin dediği gibi, “Hiç kimsenin görmediği karanlıkta bir haberci mevcut.”
Işık hızı ile evrende dolaşmayı yavaş bulup düşünce hızı ile hareket etme isteği aklına koyması ve bu yönde çaba harcaması onu atomaltı âlemin içine çekti. Buradaki enerji oluşumları ve zamanları kavramlarında şüpheye düştü. Gözünü güneşe dikerek olup bitenleri, güneş enerjisinin kaynağını ve oluşumunu incelerken kütlenin enerjiye dönüşümünde Einstein’in bilinen, enerji eşittir katle çarpı ışık hızının karesi karşısına çıkıyor. Güneşin merkezinde bulunan hidrojen çekirdekleri, helyum çekirdeklerine dönüşürken, öteki parçacıklar yanında muazzam enerji açığı çıkar bu enerji güneşin yüzeyinde ışığa dönüşüyor. Bu olay güneşin güneş olarak var olmasından beri durmadan sürmekte ve yok olmasına kadarda sürecektir. Asıl sorun yani çözülecek problem, var olan enerjinin var olması dönemindeki oluşum hızı ve süresidir. Her hangi bir yıldızın oluşum süresi ile tükeniş süresi arasındaki oran bulunursa yaratılmanın, bilinmeyen yönleri açığa çıkar.
İstanbul üstüne üstüne geliyordu. Nefes alamıyordu sanki. Kırılma noktası ya da taşma noktasına gelmişti. En iyisi “kaçmak” diyerek Yenikapı’dan hızlı feribotla İstanbul’u terk etti. Yalova’dan Bursa’ya, Bursa’dan Balıkesir’e, Balıkesir’den Edremit’e, Edremit’ten Altınoluk’a aktarma yaparak geldi. Bu kaçış yolculuğu sırasında kendinde iz bırakanlar var. Çok sayıda fotoğraf çekmeyi planlamıştı, fakat arzusu kursağında kaldı. Çünkü hava pusluydu. Yol boyu iki ya da üç adet fotoğraf yakalayabildi. Yalova’da bindiği otobüsün yirmibeş numaralı koltuğun önündeki koltukta sarı saçlı bayan oturuyordu. Sonra yanına bir adam oturdu. Otobüs hareket etti. Muavin adama sordu:
– Birlikte misiniz?
– Hayır.
– Beyefendi sizi ön tarafa alabilir miyiz?
Beyefendi, beyefendilik etti. “Olur” dedi. Ön tarafta bir koltuğa oturdu. Ön taraftaki bir koltukta oturan bayanı arka taraftaki bir koltukta oturan bayanın yanına aldı. İki bayan yan yana ve bayanların namusu kurtulmuştu. Akılları sıra bayanlara iyilik ediyorlardı. Bu iyilik karşısında bayanlardan hiçbiri muavine teşekkür etmedi. Bu cinsiyet ayrımcılığı hiç hoşuna gitmemişti. Seyretmekle yetindi. Uygar olmak için, topyekûn uygar olmak için nesillerin değişmesi gerekiyordu. Uygar olma bilincine eremeyenlerin ömürlerini doldurup göçmeleri gerekiyordu dünyadan. Yeni ömürlüler, yeni gelenler, yeniliklerle güzelliklerle gelebilirler ve yaşayabilirlerdi. Ayrımsız, ayrıksız.
Kendi kendine sormaya başladı. Muavini bu davranışını, ya da bu tür davranışta bulunduran zihniyeti bir psikologa götürse, bir de kendi karşı çıkışını, o tür davranışları ilkel bulduğunu, cinsiyet ayrımcılığı yapıldığı kanaatinde olduğunu söylese acaba psikolog neler söylerdi. Bu olayı not etti.
Bursa’ya indiğinde Altınoluk için bilet almalıydı. Bir otobüs firmasına başvurdu. “Galiba boş yer yok, ama yine de bakayım” cevabıyla karşılaştı.
– İki boş yer var ama bayan yanı veremem, kusura bakma.
– Bu çağda bu kafa, ne demek bayan yanı, bayan beni mi yiyecek ya da ben mi bayanı yiyeceğim?
– Talimat öyle.
– Öyleyse ilk işim sizi gazeteye vermek olacak, diyerek oradan uzaklaştı.
Yalova’da şahit olduğu olayın, Bursa’da başına gelecek olayın işareti olduğu aklına bile gelmezdi. “Akla gelmeyen başa gelir.” derler.
İki gün sonra eşi aynı yol üzerinde belki de aynı firma otobüsüyle yolculuk edecekti. Peki, aynı davranışı eşi için de uygulayacaklardı. Tanımadığı, yabancı bir erkekle yan yana nasıl yolculuk yapardı. Ya kolu koluna değerse, ya adam yan gözle bakarsa, kim kurtaracaktı eşini?
Medeni bir dünyada, medeni bir ülkede ve medeni insanların bir arada bulunduğu bir ortamda hiçbir kadın kurtarılma durumunda kalmaz. Çünkü davranışlar, düşünceler medenicedir.
Bir de şöyle düşündü. Yirmibeş numaralı koltuğun önünde oturan sarı saçlı bayanın yanına oturan adamla konuşacak, tanışacak ve ihtiyacı var ise arkadaşlık kuracak, belki de evlenecek yuva kuracak. Neden olmasın?
Murtaza Bey’in yabancı uyruklu arkadaşının Türkler için söylediği şu kanaat aklına geldi:
– Aynı anda hem iyilik yapan, hem de kötülük yapan başka bir millet tanımadım.
– İyilik yapmayın kardeşim. Kim sizden iyilik istiyor ki?
Bir başka benzer kanaati anımsadı.
– Türklerin ne söylediğine dikkat etmeyeceksiniz.
Ne düşündüğüne dikkat edeceksiniz. Onların söyledikleriyle düşündükleri aynı şey değildir.
Balıkesir-Edremit yolu üzerinde otobüs yirmi dakikalık ihtiyaç molası vermişti. Orta ölçekte bir dinlenme tesisi, modern, pırıl pırıl insanın yüzüne gülen bir tesis. Bay ve Bayan tuvaletleri arasında küçük bir kulübe, içerde bir adam. Tuvalet paralıdır diyen bir yazı yok, fakat listesi yok. Uyarıcı bir levha yok.
Tuvalet çıkışında, içerden biri seslendi.
– Tuvalet paralı.
– Kaç para.
– Elli kuruş. Yani beşyüzbin lira.
Bir yandan parayı uzatırken bir yandan da sinirli sinirli konuşmaya başladı.
– Dinlenme tesislerinde de tuvalet parayla olur mu? Sinekten yağ çıkarıyorsun. Otobüste verdiğimiz bedava su ve kolonyanın parasını buralardan mı çıkarıyorsunuz?
– Ben bilemem beyefendi. Patronlar bilir. Aynı anda bayanlar tuvaletinde çıkan iki bayan da olaya katıldı.
– Ayıptır bu yaptıkları. Biz burada mola vermek
bile istemiyoruz. Kimse yolcuya sormadan şu kadar
saat çay ve istirahat molası deyip indiriyor. Fiyatlar
fahiş, olabildiğine yüksek. Nedir bu rezillik?
Tezgâhtar kıza yaklaştı;
– Buranın yetkilisi kim, görüşmek istiyorum.
– Masadaki beyefendi… Kendisiyle görüşebilirsiniz.
“Teşekkür ederim” diyerek masaya yöneldi. Ayakkabılarını çıkarmış, ayaklarına hava aldırırken kapalı mekanda masa üzerinde bulmaca çözen beyefendiye yöneldi.
– Merhaba benim adım falanca oğlu filanca.
– Ben de filanca, buyurun, oturun.
– Şu tuvaletler hakkında konuşmak istiyordum. Dinlenme tesislerinde tuvaletlerin ücretli olması hiç hoşa gitmiyor. Eğer tuvaletlerin bu denli temizliği oradan alacağınız ücretle ilintiliyse lafımı geri alıyorum. Gerçekten tuvaletlerin böylesine temiz ve güzel olmasından ötürü sizi kutlarım.
– Aslında, dinlenme yerlerinin hemen hemen üçte ikisinde tuvaletler paralı. Siz de haklısınız. Ayrıca duyarlı olmanızdan dolayı ben de size teşekkür ederim. Bu durumu bir kez daha etüt etsek iyi olur kanaatindeyim.
“İnsanlar konuşa konuşa, hayvanlar koklaşa koklaşa anlaşır” derler. Allah’ı var adamcağız konuşmayı sakin sakin dinledi. Öneriye sıcak baktı. Uygarlaşan bir dünya da her şeyin para olmaması gerektiği, böyle giderse soluyacağımız havadan bile para isteneceği bir döneme gidildiği öngörüsünü soğuk kanlılıkla dinledi. İrlanda’da her evin tuvaletinin, diğer vatandaşlara gerektiğinde açık olacağı yasal gerçeği bilgisini hayretle izledi. Bunun bir uygarlık gereği olduğu bilgisini içtenlikle paylaştı.
Ayrıca kendi bildiklerini, onunla paylaştı. Tarım alanlarına kocaman kocaman dinlenme tesisleri yapmanın sakıncalarını bu tür yola başvuranların zarar ettiklerini söyledi. Büyük bir firmanın ismi altında belediye başkanının tarım alanlarını inşaat yığını haline getirdiğini söyledi. Aynı amaçla.
Her parası olanın, her gücü yetenin dünya coğrafyasını değiştirme gücü elde etmiş olması hiç de hoş değil. Hakkaniyet ilkeleriyle bağdaşmıyor. Gelecek nesillerin nasıl yaşayacağını sorularına dürüstçe cevap vermesi gerekiyor modern insanın. Modern insanın ikiyüzlü olmaması gerekiyor. Bir yandan gelişmiş ülke insanları obezite hastalığı ile boğuşurken öte yanda, her birkaç dakikada bir çocuğun açlıktan ölmesi modern insana yakışır bir tablo değildir. Modern diyetisyene yakışan, lafı eveleyip gevelemeden, orasından burasından çekiştirmeden, bilimsel kelimeleri ardarda sıralamadan gerçeği söylemesidir. Aç gözlü olmayın. Az yiyin. Obezite olmazsınız. Az yiyin, et yığını haline gelmeyin, boşuna hamallık yapmayın, demesidir.
Gecenin onbiri İstanbul’da olsaydı çoktan uyumuştu. Oysa şimdi Edremit körfezinin yanıp sönen ışıklarına bakıyor, balkondan. Çim kokuları, köpek sesleri, hızlı giden araba sesleri, kedilerin miyavlamaları ve birazda sessizliğin sesi. Sessizliğin sesi ile yalnızlığın sesi yazma eyleminin en verimli anlarıdır. O anlardan birini yakalamışken, yarın olmasını coşku ile beklemenin heyecanı azaltmak hem de birikenleri yazıya boşaltmak istedi. Defterin arasında dört adet kâğıt vardı. Önce ikisini aldı. Birbirinin devamıydı.
Arksanat, tüm sanatları kapsayan sanatsal olgular bütünüdür.
Arksanat, ikibinaltı yılının Mart ayında Taksim Parkı’nın kıyısında doğmuştur. Taksim Parkı İstanbul’dadır.
Arksanat, Türk sanatını ve sanatçısını uluslararası platformlara taşıma amacı içindedir.
Arksanat, uluslararası sanatçıları ulusal sanatçılarla buluşturma ve evrensel değerleri paylaştırma gayreti içinde olacaktır.
Arksanat, ulusal kültür ve sanat etkinliklerini dünya sanat arenasına taşıyarak, Türk sanat ve sanatçısının evrensel değerlerinin tanıtımına katkı sağlayacaktır. Arksanat, sanat galerisi anlayışına yeni bir boyut getirecek genç yeteneklerin ülkeye ve dünyaya kazandırılmasında öncülük edecektir.
Arksanat, kültür ve zenginliklerinin tanıtımı, koruması ve önemi hakkında bilinçlendirme gayreti içinde olacaktır.
Manifestonun son paragrafını yazmadı. Hayalindeki oluşum boyut değiştirmişti. İki kişi olarak başka bir boyut ve amaç doğrultusunda olma oluşumuna girmişti. Kâğıtları yırttı. Diğer iki kâğıda geçti.
TÜBİTAK Yayınlarından,
Kitaptan alıntılar vardı.
Bir parsek içvirgül yirmialtı ışık yılına eşittir. Güneşin kütlesi, iki çarpı on üzeri otuzüç gramdır. Hidrojenin bir gramı on üzeri yirmidört atom içerir. Comtan dalga boyu, on üzeri eksi otuziki santimetredir.
Yıldızlar üç güneş kütlesinden daha küçük kara delik üretemezler.
Yeterince küçük olan kara delikler buharlaşabilir.
Büyük patlama sırasında yaratılan madde proton ve elektron gibi biçimlere ek olarak minik kara delikler biçiminde de ortaya çıkmış olabilir. Öteki bilgileri yazmak gereğini duymadı. Elindeki iki kâğıdı da yırttı. Mutfağa girdi. Çöpleri çöp kutusuna attı. Kantaron otu ve ısırgan otundan oluşan karma çayın deminden demlenmeye başladı.
Yarın olmasını heyecanla beklemesinin nedeni, iki saat boyunca tarlalarda, yol kenarlarında, bahçe kenarlarında bazen de villa bahçelerinde değişik renk ve cinsten çiçeklerin mikro fotoğraflarını çekmişti. Çiçekler üzerindeki arıların, böceklerin, çiçek tozlarının objektiften ayrıntılı görünüşleri onu büyülemişti. Bambaşka büyülü bir âlemin kapılarını aralayıp aralayamadığını da fotoğrafçıda anlayacaktı. Sonucu kontrol etmeliydi. Sonuçlar olumsuz olsa bile, makineye yeni lensler takarak mikro âlemin büyüsüne dalmalıydı.
Samanyolu galaksisinin ortalarında kara deliğin varlığı, galaksimizin kıyameti sırasında yıldızlarımızın yutulacağı, eriyip yok olacağı anlamına mı geliyordu acaba? Galaksimizin Azrail’i ortasında duran kara delik miydi acaba? Kendisinin Azrail’i ile gezegenlerin Azrail’i aynı Azrail olabilir miydi? Peki, bir Azrail tüm kâinata yeter miydi?
Bir Samanyolu galaksisinin yaratılması ve idaresiyle, öteki galaksilerin yaratılması ve idaresi niçin bir olsun? Bunların yaratılma zamanları niçin aynı dünya zamanında olsun? Öyle ya milyarlarca galaksiden söz eden insan beyni, ve galaksilerin ışık hızlarında hareket ettiğini söyleyen insan beyni tek bir Big-Bang’e niçin hapsolup kalsın?
Bir sınıra hapsolup kalan insan düşüncesinin tedirginliği, bir tane yaratılma kavramı karşısında daha da tedirgin oluyor. Her şeye dünya zamanı ve hızı ile bakar olan, insan düşünce gücü zamanın çekim etkisinden kurtuldukça, (bu cisimlerin yerçekiminden kurtulması gibi bir şeyi) özgürlüğün sınırları sınırsızlığa ulaşır. Bir tane kâinatı yeterli görmeyen düşünce, birçok kâinatın varlığına inanarak galaksiler arası evrenleri kâinatların alt kümesi olarak görür. Kâinattan kâinatlara geçiş düşünceye nefes aldırır, “Oh!” çektirir.
İnsanoğlunun sorunu “Hani bir derya içte olup da, Deryayı bilmeyen balıklar gibiyiz” diyen şairi anlamak istememesidir.
Hani çamaşır ipleri vardır ya! Çamaşır iplerinin üzerinde mandallar vardır ya! İşte biz dünya insanları akıl ipinin üzerinde mandal gibi duraktayız öylece. “Hiç gidip de geri gelen oldu mu ki öteki dünyaya şahitlik yapsın” diye beklerken, mandal gibi çamaşır ipinde asılı kalmaktır. Nedeni şu; içinde bulunduğumuz, dünya değil, güneşimiz değil, güneş sistemimiz değil, GALAKSİMİZ, yani Samanyolu Galaksisi saniyede, yani dünya zaman ölçeğine göre bir saniyede üçyüzbin kilometre yol almaktadır. Hangi öteki dünyadan bahsediyorsun? Hangi geri gelmekten bahsediyorsun?
“Uyan uyan, uyan, uyan” diye söylenen türkünün öteki mısralarını bir türlü hatırlayamadı. Bunda da bir hayır vardır diyerek kara deliklerin galaksiler arası, fonksiyonlarını düşündü. Komşu galaksiler arasındaki eş güdümler bir denge konumu içinde yol alırlar. Bu denge konumları neyin fonksiyonudur? Sorusuna cevap bulunacak yer kara deliklerdir. Kara deliklerin ser alıp, sır vermemesinin nedeni sırrı vermek istemediğinden değil, olacak gücün olmayışındandır. Kara deliklerin davranış hızları hem ışık hızında hem de ışık hızından daha büyük hızlardadır. Işık hızından daha yüksek hızlarda hareket ediyor olması, gözlem ufkunun ya da gözlem alanlarının iş yapamaz hale gelmesine neden oluyor.
Yüze kadar olan sayıların toplanmasını ve çıkarılmasını bilen biri için, ona göre matematik biliyor ve dünya da yaşamak için yeterlidir. Doğrudur. Haksız da değildir. Matematik profesörü de matematik biliyordur. O da dünyaca yaşıyordur. İkisinin kaderi dünyalı olmaktır. Kadersizlikleri ise bir daha aynı kaderden olmamalarıdır. Galaksilerin kaderleri, kara deliklerin çaplarıyla ilgilidir.
Kara deliklerin gücü, cürümleriyle ters orantılıdır. Hani derler ya ateş olsan cürmün kadar yer yakarsın. Bu öyle değil. Kara delikler kâinatın kıyamet alanlarıdır. Kâinatın aç alanlarıdır. Dünya üzerindeki insan popülasyonunun, kara delikleri, yedi delikli tokmaklı varlıklar bu deliklerin ne işe yarayıp yaramadığını, başka varlıklarla ilişkilerini yeteri kadar sorgulamadıkları için hem dünyanın kara deliği olmakta hem de bu olgunun nedeni olmaktadır. Bir olayın sonucunun neden olması ile bir olayın nedeninin sonuç olması bazen aynı şey olmakla birlikte bazen de farklılıklar gösterir. Obezitenin nedeni, istisnalar dışında açgözlülüktür. Açgözlülüğün nedeni bilinçsizliktir. Bilinçsizliğin nedeni, taşıdığı kafanın yedi deliğinin ne işe yaradığını bilmemesidir. Bilmemesinin nedeni, “bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıptır” atasözünü gözardı etmesidir. Bir başka gözardı ettiği şey de,
“Yiyin efendiler yiyin,
Aksırıncaya, tıksırıncaya dek yiyin” diyen şaire sırt çevirmesidir.
Bir insana ya da bir fikre sırt çevirip onu dışlamak fiziksel davranış biçimi olsa da, bu biçimi besleyen nedenlere ışık tutmak gerekir.
İnsanın insana sırt çevirmesi, ondan uzaklaşması ya da sırt çevirdiği insanı uzaklaştırması onun biyolojik varlığını görmek istememesinden kaynaklanır. “Ne Şam’ın şekeri, ne Arabın yüzü” atasözü böyle durumların aynası gibidir. Biyolojik yapının görülmesi olayı ile başlayan uyarılma durumuna verilen tepkilerin yönü ve şiddeti, fare görmüş avcı kedinin tepkilerine benziyorsa saldırgan davranışlar kaçınılmazdır. Saldırganlığın dozu, uyarı nedenini ortadan kaldırmaya kadar yükselebilir. Söz konusu davranış insandan insana olunca, “insanlık öldü mü?” “insanlık ne zaman öldü?” “insanlık öldü mü?” kavramları devreye girmelidir. Her üç kavramsal soruya verilecek cevaplar insanlığın yeniden dirilmesine işaret edecektir. Saldırgan tavrın nedenleri ne olursa olsun davranış insanüstüne ise hiçbir gerekçe onu haklı göstermemelidir. En iyi çözüm “yüzünden ne hayır gördük ki sırtından görelim” diyerek onu kendi yoluna ve yönüne bırakmalıdır.
Uyarıcı insanın uyarıları, kedi görmüş farenin tepkilerine benziyor ise, davranış yönü uyarıdan uzaklaşma şeklinde olacaktır. Şiddeti ise kedinin büyüklüğüne, avcılığına, bakışlarına, açlığına, aralarındaki mesafeye ve benzeri fiziksel koşullara bağlıdır. “Kaçanın anası ağlamaz” atasözü bu duruma ayna olmaya örnektir. “Ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlar” atasözündeki ana ile kaçanın anası gerçek doğurgan anadır. Kaçma eylemini doğuran ana nedenlerin neler olduğu, eylemleri doğuran bilgiler ve bilgilerin izleridir. Bilginin kaynağı, şiddeti, doğruluğu yanlışlığı, faydalısı, zararlısı, bilimseli, bilim dışılığı, mantıklısı, mantıksızı, saçma sapanlığı gibi özellikleri tepkilerin analitik incelenmesinde işe yarar. İşe yarayan bilgi, işlevsel doğruya ve dokuya uyum sağlar.
Başarılı bir işadamının başarı sonuçlarıyla arasındaki uyumun altında yatan nedenlerden bazılarını, onu yakından tanıyan birinin söylemlerinde bulmuştu.
• Hükmetme özelliği vardır. Hükmetme özelliği nedir biliyor musun? Kendi düşüncelerini kabul ettirmesidir.
• Para kokusunu iyi alır. Paranın kendinde birikmesinin, paranın onun olmasının başlangıcı kokuya iyi olmasıdır. Benzetmek gibi olmasında hani av köpekleri vardır ya, burunları çok iyi koku alır. Onun gibi bir şey.
• Yatırımı iyi bilir. Yatırımın amacı para olduğu için hangi yatırımın daha iyi para getireceğini çok iyi hesap eder.
• Cesaretlidir. Korkmuyor. Bunu ona sağlayan paranın gücü olsa gerek.
• Tasarruf önem veriyor. Gidenlerin tasarrufunu yaşam biçimi olarak algılıyor.
• Varlıklarıyla övünüyor. Büyümesiyle övünüyor. Hükmetme egosunu çok kullanıyor.
Fotoğraf çektiği makineyi kullanırken, makinenin özelliklerinden kaç tanesini ve kullandığı özelliklerin işleyişini ne kadar bildiğini sorgulama zamanıydı. Fotoğrafçı ‘İlk iş olarak, deklanşöre basmadan önce nefes al, nefesini vermeden deklanşöre bas’ demişti.
Öyle demesinin nedeni bilgisayar ekranında görünen net olmayan resimlerdi. İlk altı tane fotoğraf karesinde konular güzel olmasına rağmen net olmayışı yüzünden fotoğraf olmaktan çıkmıştı. Mikroâlemin ilk görüntüleri olumsuzluk sinyalleri vermişti. Olumsuzluk sinyalleri bilgi eksikliğine işaret ediyordu.
Makinenin broşürünü çıkardı. Önce sayfaların kabaca incelemesini yaptı. Yaratıcı bölge de beş değişik konumda çekim yapabiliyordu. Her konumu ayrı ayrı deneyerek hangisinde iyi neticeyi, hangi yakınlıkta ve hangi ışık konumunda ve zamanında aldığını görmek istedi.
Otuzaltı karelik bir filmde ilk beş kareyi (P) konumunda çekmek istedi. Bu konumun özelliği enstantane hızını ve diyafram ayarını makinenin kendi yapmasıydı. İşin büyük ve önemli kısmını makine yapıyordu. Diyafram ve enstantane birlikte kullanılıyor olması yanında aralarında ters orantı vardır. Biri büyürse öteki küçülür. Diyaframın fazla açık olması, film üzerine fazla ışık gelmesi demektir. Yeterinden fazla ışık gelirse fotoğraf iyi çıkmaz. Fazla açık diyaframda ışığın filme geçme süresi çok çok aza indirilirse normal fotoğraf elde edilebilir. Işık yeterinden az ise, pozlama süresini fazla tutarak iyi netice alınabilir.
Bir başka deyişle, ışık çoksa kısa süreli pozlandırma yapılır. Işık az ise uzun süreli pozlandırma yapılır. Süreyi ayarlayan enstantanedir. Birimi bir bölümü saniyedir. Bir bölü iki saniye demek, saniyenin yarısı kadar bir sürede perde, yani objektif açık kalır. Enstantane, pozlandırma süresi ya da objektifin açık kalma süresidir.
“İyi fotoğrafı çeken, makine değil gözdür. Gözün bağlı olduğu beyindir.” anlayışını hatırlayarak yaratıcı bölge konumlarından ikincisine geçti. Bu konumda enstantane hızını kendiniz ayarlıyorsunuz. Bu enstantaneye uygun diyaframı makinenin kendisi ayarlıyor. Resmi çekilecek şey her ne ise, aşırı aydınlık durumdaysa, gölge, yarı gölge derinlik veren unsurlar yoksa onların oluşum zamanları ve pozisyonları aramakta fayda var diye düşündü. Değişik enstantanelerde sekiz poz çekti. Ya da sekiz film kare harcadı. Deklanşöre basmadan önce nefes aldı. Makineyi titretmemek için başka desteklerde kullandı.
Uygulama yaptıkça, fotoğraf çekme olayında yeni görüş açıları kazanıyordu. Kazandığı bu görüş açısının, makinenin görüş açısı zoomlamak suretiyle değiştirilebilir. Yer değiştirmek suretiyle de makinenin görüş açısı değiştirilebilir. Işık oyunları ve günün bölümleriyle de makinenin görüş açısı üzerinde etki edilebilir. Kendi görüş açısının değişmesi makinenin görüş açısı hakkında bilgi edinmesini sağlamıştı. Tablo gibi fotoğraf çekenlerin başarıları nasıl yakaladıklarını yeni yeni anlamaya başlıyordu.
“Fotoğrafı çeken makine değil gözdür. Gözün arkasındaki beyindir.” sözünü daha iyi analiz eder hale gelmişti. Fotoğraf sözcüğü ışıkla yazmak anlamını veriyordu. Işığı, ışığın özelliklerini ve bu özellikleri kullanarak ışığın yazısı olan fotoğrafı iyi fotoğrafı, sanatsal fotoğrafı yakalamak gerekiyordu. Saniyenin binde biri, saniyenin beşyüzde biri gibi zamanlarda saniyenin altmışta biri, yani bir salisede fotoğrafı oluşturmak gerekiyordu. Bu gereklilik içinde bilgi, tecrübe, görüş ve duyuş gereksinmeleri ayrıca gerekiyordu. Sıradanlık dışında sanat değeri taşıyan fotoğraflar için gerçektende bilgi birikimi, estetik, duyarlık, sanatsal kaygılar ve felsefi bakış olmazsa olmazları oluşturuyordu. Bu birikim fotoğraf çekeni; neyin fotoğrafını, niçin çekiyorum sorusuna kilitliyordu önce. İnsan gözünün gördükleri ile makinenin gördükleri farklıydı. Bu farklılığın bile farkına varmak, iyi fotoğraf çekme yolunda atılmış bir adım olur.
Yaratıcı bölge ayarlarından üçüncüsünün özelliği şuydu. Fotoğraf çeken diyaframı ayarlıyor. Bu diyaframa göre makine enstantane hızını ayarlıyor. Diyafram değerinin büyük olması demek daha küçük odak numarası demek. Odak numarası büyüdükçe diyafram açıklığı küçülüyor. Diyafram enstantane ile birlikte çalışır. İnsan gözü yirmibeş enstantane görür. Işıkölçer aletler olan pozometreler insan gözünden daha hassas ve net ölçüm yaparlar. İnsan gözü ışığa karşı toleranslıdır.
Her fotoğrafa yeni bir bilmece gibi bakma fikri, fotoğraf kavramını geniş yelpazelere taşıyordu. İyi bir fotoğrafta, iyi bir beyin, iyi bir göz ve alt yapı görülebilirdi. Bu görenler fotoğrafın pirleri ya da üstatları olmalıdır. Bir fotoğraftan yola çıkarak tarihin derinliklerine, coğrafyanın serinliklerine ve uzayın derinliklerine dalınabilinir.
Beyaz taç yapraklar üzerinde, dalmaçya puantiyeleri gibi, kahverengi benekler serpilmişti. Çanak yaprakların merkez yerinden aynı kahve tonunda stamenler değişik borusunun etrafında dans eder gibiydiler. Bir bakıma korumaya almışlardı.
Yirmiyedi Nisan ikibinaltıda Ali Ekber Çiçek’i toprak korumaya almıştı. Sazı, sesi ve sözü bitmişti artık. Söylediklerinin dışında bir daha kendi söylemi olmayacaktı. Parmakları sazının tellerine dokunmayacaktı. Bir ulu çınarın, ulu çınarların bol olduğu toprakların seçmiş olması ulu kavramında saklı olsa gerek. Zambak çiçek tomurcuğunun içindeki dişi ve erkek organların olgunlaşma dönemine kadar çanak ve taçyapraklar tarafından sıkı korunmaya alınması, insanoğlunun da korunmaya muhtaç canlı olduğunu anımsatıyor.
Her “sala” sesinin ardından, düşen bir yaprağın sessizliğini hissederdi. Sala sesleri sonsuz bir yolcuyu anlatan en içten, en hassas ve en isabetli seslerdi onun için. O perşembe sabahı Ali Ekber Çiçek’in yaprağının düştüğünü nereden bilebilirdi ki! Ta ki saat oniki sıralarında Altınoluk kütüphanesine gelmesiyle öğrenmişti. Kütüphane memuresi “Demek ki sevdi bu bölgeyi, demek ki sevdirdi kendini” dedi. “Cenazesi Tahtakuşlar Köyü’ne götürülecek. Saat dörtte meydandan cenaze otobüsleri kalkacak” diye ekledi.
Eğrelti yapraklarına benzer yapraklarıyla aynı sap üzerinde yüzlerce çiçekli Ayıperçemi, çiçek gömeçleriyle dolu sarı çiçekli Sığırkuyrukları, ince narin sap üzerinden mor renkli süsen çiçeğinin selamları Ali Ekber Çiçek’in üzerine oldu hep.
Akasya gömeçleri üzerindeki çiçekten balözü emen arının fotoğrafını çekmek istedi. Mikro çekim için dersler makine üzerinde takılıydı. Objektifi yakınlaştırdı. Arı kaçtı. Bekledi daha birçok arı vardı. Havanın hafif rüzgârlı olması sorun yaratıyordu. Yine de bir iki poz aldı. Parkın duvar dibinde büyük papatyaya benzeyen Gerbera çiçeğinin fotoğrafını çekti. Yolu üzerinde başka akasya ağaçları da vardı. Bunlar bu bölgede manolya ağacı olarak bilinir. Manolyaların hası Avustralya topraklarında yetişir. Çiçekleri daha iri, sarısı daha sarı ve sarı ötesi bir sarı gibi. Gövdeleri sert ve iri bumeranga dönüşecek kadar estetik. Aborcinlerin Mulga’ları bumerang yapımında başvurdukları en iyi ağaç cinsidir. Akasya özsuları yapışkan sanayiinin vazgeçilmez hammaddesidir. Doğanın öyle enteresan güzellikleri, öyle enteresan ilham kaynakları ve öylesine zengin enteresanlıkları vardır ki, böcekler, kuşlar bile farkına varır da insanlar niçin gerçek anlamda farkına varmaktan kaçınırlar, anlamam mümkün değildir.
Tophane-i Amir’e bahçesinde fotoğrafını çektiği aslandişi otsu bitkisi ile Altınoluk’ta fotoğrafını çektiği aslandişinin paraşütlerini karşılaştırdı. İstanbul’dakilerin çapları daha büyüktü. Aslandişi paraşütleri uzak yerlere uçarak toprağa girer ve ilkbaharı dört gözle beklerler, dünyaya merhaba demek için.
Süsen ve fig bitkilerinin mor çiçeklerinin fotoğrafını çekti. Hercai, menekşe moru ile fig morun ve süsen moru mor ailesinin genetik fig morun ve süsen moru mor ailesinin genetik aynılıklarını yansıtıyordu. Hercai menekşenin üç ayrı renginin sarı, beyaz ve mor olmak üzere yakın çekim fotoğraflarını yaptırmıştı. Çiçeklerin sevimli bakışları karşısında dayanamayıp resimlerini yapmaya karar verdi. Fotoğrafın beslenme alanları resmin beslenme alanlarına dönüşüyordu. Yolu üzerindeki her nesneden hareketle öteki âlemlere ulaşmanın hazzını almaya başladı.
Sala sesinin duygulara yüklediği anlamlarla, çan seslerin duygulara yüklediği anlamların kendi için farklılığını hissedebiliyordu. Mor yatak örtüsünün, yatak odasının beyaz rengini mora dönüştürmenin fiziksel anlamı, yansıyor ışığın yansıdığı bölgenin rengini yansıyan nesneden aldığı gerçeği idi. Bunu da anlayabiliyordu. Fakat beyaz duvarı mor görmenin, beyazı mor göstermenin göstergesini çözmüş değildi. “Göz boyama” deyimini yazarak mor menekşe resminin karşısına geçmek istedi. Fakat göz boyama kavramı, gözünü boyamak isteyip önce para diyen fotoğrafçılığın yaygınlaşması teknolojinin gereği olarak insanların onlara daha kolay, daha çabuk ve daha ucuz ulaşması gerekirken, her şeye rağmen para diyen zihniyet yüzünden teknolojik nimetlerin insanları sömürü aracı olarak kullanmaktan öteye geçmiyor.
Yaratıcı bölgenin dördüncü bölümü manuel pozlandırma bölümü. Tüm pozlama kontrolü fotoğrafı çekenin elinde. Makine fotoğrafı çekilecek nesneden gelen ışığa göre, düşük pozlamayı gösteriyorsa, ens-tantane hızını azaltmak, daha büyük diyafram ayarla-ma işaretini vererek fotoğrafçıya yardımcı oluyor. Yine makinenin akıllı uyarısı, Aşırı pozlama işareti veriyorsa, enstantane hızını artır, veya daha düşük diyafram ayarla şeklinde oluyor.
Son mod, manzara fotoğrafları ve kalabalık gruplar için tercih edilen bölgeydi. Aynı zamanda en uzak nokta ile en yakın noktalarının netliği içinde önemli bir bölümdü. En çok hoşuna giden bölümlerden biriydi. Manzara fotoğrafı çekmek onun vazgeçilmezlerinden biriydi.
İkinci fotoğrafçıya verdiği birinci filmde Aydın Bey’lerin bahçesinde çektiği çiçekler çok net çıkmıştı. Böylece öğrenerek, deneyerek kontrollü fotoğraf çekmenin ekranında görülen netlik ve renk güzelliği fotoğraflarda olmamıştı. Bu kendi hatası değildi. Sorun fotoğrafın filmden karta geçmesi sırasında olup bitenlerdeydi. İkinci fotoğrafçıyı tercih etmesinin nedeni birinci fotoğrafçının her şeye rağmen, önce para diyen anlayışta olmasıydı. O anlayışta olanlarla iş yapmak hoşuna gitmiyordu. İnsan, ÖNCE İNSAN demeliydi.
Yeşil zemin üzerinde mor menekşenin orta yerindeki koyuluk karasineğe benziyordu. Geneline bakıldığında orta yaşlarda bir şempanzenin yarı gülüşlü bakışına benzetilebilir. Yavru şempanzenin gülerek bakışı ile yaşlı şempanzenin gülerek bakışı arasında önemli bir ayrım vardır. En masum gülüşlü yüz yavru şempanzededir. Her varlığın yavrusu masumdur, sevimlidir, güzeldir, estetiktir, cana yakındır. İnsan yavrusu da başlangıcında hep cana yakındır. Her insanın sevgisini kazanır, ilgisini görür. Büyüdükçe ilgilenenlerin ve sevenlerin sayısı azalır seçicilik ön plana çıkar. Daha da büyüdükçe seçilmezler grubunda yerini alır, başka gezegenlerden gelmiş gibi dışlanarak kabuğuna çekilir çekilebilirse. Kaplumbağanın kabuğuna çekilmesi, salyangozun kabuğuna çekilmesi nasıl ki varlıklarını sürdürme nedenleri oluyorsa Gagavuz Türklerinin Avrupa kıtasında var olma nedenleri de kabuğuna çekilme stratejisini uygulamış olmalarıdır. Her savaş ve kargaşa döneminde aynı taktiği uygulayarak var olma nedenlerini benimsemiş ve içselleştirmişler. Yaşlı insanların kabuklarına çekilmeleri içselleştirebilecekleri gerçekleridir. Gülüşleri, tebessümleri yaşlı şempanzenin ifadelerine benzerlerini yansıtabilir. O da doğanın davranış biçimlerine yaptığı etkilerdir. Doğa her varlığı eğer, bakar, kırar döker yakar fakat her davranışında bir hikmet gizlidir. Bolluk ve bereket verir olumsuz tavırlarının ardından.
En üst, üçüncü katın balkonunda deterjanla halı yıkayıp, deterjanlı suyunu oturduğu binanın bahçesinin çimlerine gönderen, düşünce ile üst üçüncü katta müzik setini sonuna kadar açıp bulunduğu sitenin hepsine aynı müziği dinleten düşünce tarzlarına ne söyleyeceğini bildiği halde söyleyemeyip, “La havle” çekmesi ayrı bir toplumsal sorunun yansımasıydı. Toplumsal sorunların çözümünde, sanatçıların görüş ve önerilerinin son derece önemli ve isabetli olacağına inanıyordu. Bu inanç giderek daha da güçleniyordu. Uyuşturucu madde ile mücadelede başarısızlığın nedenini, teşhisin ve sloganın yanlışlığında gören sanatçıya hayran kalmıştı. Adam diyordu ki, ne uyuşturucusu kardeşim. “Madde öldürücü, öldürücü… Önce adını doğru koyun.”
Toplumsal güzellikleri, toplumsal ahlakı ve toplumsal ilişkileri, doğrulukla, tanımlamadan toplumsal huzura kavuşmanın güçlülüğünü yeni yeni algılar olmuştu. Yaşamın kendisi bir sanattır diyerek, toplumsal yaşamı tüm sanatların birlikte oluşturduğu sanat yelpazesine benzetmeye çalıştı. İnancı ile fikri, tüm bir anlayış birlikteliği oluşturmuştu. Bu birlikteliğin şerefine, inancın özünü bir kez daha büyük harflerle yazdı.
yazan: Hüseyin Ergül kaynak: akis kitap