YARADILIŞIN ESTETİĞİ

0
925

Doç. Dr. Haluk Berkmen

Eski dönemlerden beri insan yaradılış hakkında sorular sormuş bu konuda pek çok düşünceler üretilmiştir. Son bir iki asırdır tekniğin gelişmesiyle yeni aletler insanlığın hizmetine girmiştir. Bu aletlerden mikroskop en küçük mikro alemi, teleskop ise en büyük ve uzak makro alemi gözler önüne sermiştir. Eskiden sadece hayal edip gözümüzde canlandırdığımız oluşumlar, şimdi resmi çekilip bizlere sunulmaktadır. Karşılaştığımız görüntüler bizleri hayretten hayrete düşürmekte, evrende ne büyük bir düzen bulunduğu ve her yaratılmış olanın ne derece güzel olduğu anlaşılmaktadır.
Güzellik, biliyorsunuz insandan insana ve kültürden kültüre değişir. Benim güzel bulduğumu siz bulmayabilirsiniz. Bir kültürün güzel dediğine diğer bir kültür çirkin diyebilir. Oysa ki
‘estetik’ denince evrensel bir güzellikten ve her insanda, her kültürde aynı etkileri, aynı beğeni duygularını uyandıran bir güzellikten söz edilmektedir. Soyut ve düşünsel bir “estetik” kavramı çok eski dönemlerden beri ileri sürüle gelmiştir. Mesela Eflatun (Platon) estetik değerin insandan bağımsız bir ‘idea’ olduğu ve bunun soyut olarak var olduğunu ileri sürmüştür. Güzellik kavramında bir değer yargısı vardır. Oysaki estetik kavramında değer yargısından ziyada doğal bir yansıma vardır. Her insan için algılanabilir bir güzellik kavramıdır estetik. Eğer her insan estetiği kavrayabiliyorsa, demek ki yaradılıştan estetiği algılama ve özümseme yeteneğine sahiptir.
İnsan doğa içinde var olan ve bulunduğu toplumun kültüründen etkilenen bir varlıktır. Güzellik her ne kadar zamana ve mekana bağımlı kültürel bir değer olsa da estetik denilen soyut kavramın dışa vurmuş halinden başka bir şey değildir. İster doğal isterse yapay olsun bir olguya güzel diyebilmemiz için mutlaka duyu organlarımızın filtresinden geçmesi gerekir. Bir resmi görmeden ona güzel diyemeyiz. Bir müziği duymadan ona güzel diyemeyiz. Şu halde estetik ile güzellik arasındaki temel fark estetiğin soyut, güzelliğin ise somut birer kavram olduğudur. Eğer birçok kişi estetik konusunda anlaşıyorsa bunun nedeni kendi yaradılışlarında bulunan bir estetik yapının zihinsel modellerine yansımış olmasından dolayıdır. Güzellik kavramı her ne kadar çevre ve toplum tarafından
“ortak kültür” olarak insana işlenmiş olsa da estetik kavramının yaradılıştan gelen bir yapısı, bir özelliği de vardır. Şu halde evrensel bir yaklaşım yapmak istersek kültürler arası veya farklı kültürlerde ortak olan özelliği bulup çıkarmamız gerekir.
Günümüzün kültürü bizi doğal olandan uzaklaştırmaktadır. Ancak, şuuru açık ve farkındalığı yüksek insanlar doğadaki her yaratıkta, canlı veya cansız, derin bir estetik bulunduğunu algılamaktadırlar. Kültürel değer yargılarından arınmış bu estetik anlayışının temelinde yatan ortak özellik nedir? Kısaca ifade etmek gerekirse her yaradılmış olanda bulunan temel özellik nedir? Bu özelliğe
Simetri (bakışıklık) demek yerinde olur sanırım. Önce bakışıklığın bir tanımını yapayım. Eğer bir nesne veya olguya (fenomene), uygulanan herhangi bir etkinin sonucunda değişmeyen, aynı kalan, bir yapı varsa o yapıda gizli veya açık bir bakışıklık bulunması gerekir. Birçok bakışıklık açıktır, kolayca algılanabilir, ancak bazı tür bakışıklıklar gizli ve örtülüdür. Kolayca algılanamazlar. Açık bakışıklığa örnek kar kristalleridir.

Genelde 6 uçlu olan kar kristallerinde 60 derecelik çevirme simetrisi vardır. Yani her 60 derecelik çevirmeden sonra kristal gene eski halinde gözükür. Nadiren kar kristallerinde 30 derecelik bir simetri görülür. Kar kristallerinde herkesçe beğenilen estetik bir yapı olduğu kuşkusuzdur. Ayrıca insan tarafından değil, doğa tarafından estetik bir simetri içinde yaratılan ve süratle erimelerine rağmen her gördüğümüzde bizi hayran bırakan bu kar kristalleri, simetri ile güzellik arasındaki bağı açıkça ortaya koymaktadırlar.

Bir diğer açık simetri güneş sistemi ile atom modeli arasındaki benzerliktir. Gezegenler güneşin etrafında periyodik yörüngelerde dolanırlar. Atomda da benzer şekilde elektronlar çekirdek etrafında dönerler. Yani en küçük oluşum ile en büyük oluşumlardan biri olan güneş sisteminde benzer bir yapı bulunmaktadır. Dönme hareketine rağmen her ikisinde değişmeyen, aynı olan, bir yapı vardır. Bu bakımdan atom ile güneş sistemi simetriktirler. Her iki sistemin en bariz özelliği her ikisinde de dönme hareketinin bulunuşudur.

Solda bir galaksi ve sağda atom modelini görmekteyiz.

Sadece güneş sistemi değil, içinde binlerce güneş sistemi bulunduran galaksiler de dönme hareketi içerirler. Aynı dönme simetrisini galaksilerde de bulmaktayız. Galaksilerdeki madde miktarının hesabı yapılabilmektedir. Bu hesap sonunda galaksiyi bir arada dağılmadan tutacak madde miktarının bulunmadığı sonucu ortaya çıkmıştır. Ya merkezde bizim göremediğimiz ‘kara delik’ adını verdiğimiz bir ölü yıldız olmalıdır veya başka bir kuvvettin iş başında olması gerekir. Bu başka kuvveti oluşturan maddeye bilim adamları karanlık madde’ adını takmışlardır. Karanlık madde kara delik değildir. Zira ‘kara delik’ den farklı bir yapıda olduğu sanılmaktadır. Maddenin görünen kısmı çekici özelliğe sahiptir. Gravitasyon adı verilmiş olan her maddede bulunan çekici kuvveti hepimiz biliyoruz. Fakat, bir de görünmeyen madde vardır ki ona “Karanlık madde” denmektedir. Karanlık madde doğrudan görülmese de dolaylı olarak haritası çıkarılmıştır.
Karanlık maddenin önemli bir özelliği itici oluşudur. Yani, anti-gravitasyon diyebileceğimiz itici bir kuvvet içermektedir. Bir bakıma evrenin iskeleti de denebilir. Çünkü, karanlık madde sayesinde evren genişlemekte ve karanlık madde sayesinde galaksiler bir araya toplanıp büyük bir kütle oluşmaları engellenmektedir. Gökte gördüğümüz bu yıldızlar, ki her biri milyonlarca yıldız içeren gök adalarıdır, serpiştirilmiş olarak görülüyorlarsa karanlık madde sayesindedir. Bu görülen resim
“Gravitasyon mercek” denilen özellik sayesinde oluşturulmuştur. Resim göğün sadece belli bir bölgesini içermektedir.

Şu halde evrendeki düzenli yapıyı oluşturan simetrik ve gizli bir yapı bulunmaktadır. Her boyutta ve her bölgede bu gizli simetri mevcuttur. Ancak, düzgün bir çizgisellik içeren simetri kendi üzerine dönerek çoğaldığında karmaşa ortaya çıkmaktadır. Demek ki, Kozmostan Kaosa ve Kaostan Kozmosa sürekli bir geçiş bulunmaktadır. Eğer bu geçiş olmasa ne çeşitlilik ne de gelişim olabilirdi.

Evrendeki bu simetriyi veya bakışıklığı ilk görüp yaşama uygulayan Mevlana Celaleddin Rumi olmuştur. Türkistan’ın Belh şehrinde doğup (1207-1273) Konya’ya göç etmiş olan Mevlana hem şiir söylüyor hem de müzik eşliğinde dönerek dans ediyordu. Sema denilen bu dönüşte Mevlana ilahi simetriyi yansıtarak, tüm evrende en temel hareketin dönme hareketi olduğunu sezgisel olarak göstermiştir.
Mevlevilikte hem müzik, hem şiir hem, de dans vardır ama hepsi de ilahi iletişim kurmak ve Hak’tan aldığını halka vermek içindir. Sema ayininde dönen dervişler gezegenleri, yerinde sabit kalan şeyh ise güneşi simgeler. Sema ayini adeta evrendeki simetrinin yer yüzündeki yansıması gibidir. Bu simetriye ezoterik bir açıklama yapmak gerekirse şöyle diyebiliriz:
“Aşağısı yukarıya, yukarısı aşağıya benzer.” Yani yaradılış tek bir prensipten, tek bir kavramdan kaynaklanmıştır. Diğer tüm yaratıklar o tek prensibin bir tekrarı bir yansıması gibidir. Bu yaradılış olgusunu suya düşen bir taşın oluşturduğu dalgalara benzetebiliriz. Nasıl ki suya düşen taştan oluşan dalgalar halka halka hep aynı yapıda fakat farklı büyüklükte iseler, aynı şekilde her yaradılmış olan aynı özelliklere sahiptir. Sadece büyüklük farkları vardır. Ancak, temelde çok büyük bir simetri, çok büyük bir benzeşme vardır. Bize parça gibi görünen, aslında bütünün tüm özelliklerini taşıyan ve onun bilgisini içeren bir oluşumdur.

Mevlana insanlar arasındaki etkileşim ile insan ile yaradan arsındaki etkileşim arasında bir simetri olduğunu görmüştür. Mevlana “Evrende her varlığı bir arada tutan ve aralarındaki ilişkilerin temelini oluşturan Aşk’tır demiştir.” Bu aşk maddi bir bedensel istekten doğmaz. Tamamen ruhun bir özelliğidir. Mevlana’ya şiir yazdırtan, sema yaptıran ve ney çaldıran bu aşktır. Onu anlayabilmek için ruhsal enerjiyi güçlendirmek gerekir. Genelde Mevlana’nın anlaşılamamış olmasının nedeni insanların ruh enerjilerini kullanmak istememelerinden dolayıdır.

Her insanda ruh vardır. Dış şartlar ne olursa olsun insan ruhu değişmez. Dingindir ve durudur. Sufilerin bir sözü vardır: “İnsanda Tanrısal sırlar gizlidir. Bu nedenle kendini bilen Rabbini bilir” sözü en küçük birimin dahi bütündeki tüm bilgileri içerdiğini kast etmektedir. Evrendeki bu gizli simetriye sahip olup onu yaşayabilmek için, bu simetriyi kırmadan bütünsel olarak algılamak gerekir. Evrensel simetriyi kırmadan algılamak demek o anı akıl ve mantık yürütmeden, çevremize nesnel olarak bakmadan global olarak algılamak demektir.
Kendimize bir nesne olarak baktığımız sürece kendimizi anlayamayız. Sadece kendimize değil topluma, dünyaya hatta evrene dahi bu şekilde tümel (parçalara ayırmadan) bakabilmeliyiz. Bu yeteneği geliştirmekte meditasyonun büyük yadımı vardır. Meditasyon bir sabır denemesidir. Durumu olduğu gibi kabullenmek, ruhsal kanalın açılmasını teslimiyet içinde beklemek gerekir. Kabul ve teslimiyeti pasif bir tembellik değildir. Aksine, aktif bir gayret göstererek farkındalık düzeyini yükseltmek demektir. Somut bir örnek olarak Anadolu şairimiz Yunus Emre’den bir şiir aktarmak istiyorum.

Ben burda seyreder iken, acep sırra erdim Ahi
Bir siz dahi görün, Dostu bende gördüm Ahi.

Bende baktım bende gördüm, benim ile ben olanı
Suretime can verenin kim idüğün bildim Ahi.

Ben isteyip buldum onu, ol ben ise ya ben hani,
Seçemezem ondan beni, bir kez ol oldum Ahi.

Yunus kim öldürür seni, veren alır yine cânı,
Bu canlara hükmedeni, kim olduğun bildim Ahi.

Yunus Emre aktif bir gayret içinde “Ben isteyip buldum onu” diyor ve Dost’u kendinde görüyor. Ancak Dost kendisi ile birleşince kendi benliği de kayboluyor. “Ol ben ise ya ben hani” derken kendi benliğini kaybettiğini, arayıp bulamadığını belirtiyor. Ardından da gizli simetriye ulaşmış olduğunu şu sözlerle ifade ediyor: “Seçemezem ondan beni, bir kez ol oldum Ahi”. İnsandaki gizli simetrinin canda değil ruhta olduğunu ise son mısralarında belirtiyor. “Yunus kim öldürür seni” derken “Yunus senin ruhun ölümsüzdür” demek istiyor ve ölümle ruhun değil canın öleceğini “veren alır gine canı” sözleriyle ifade ediyor.
İnsan bilincinin daha üst bir seviyeye çıkmasına
‘Kozmik Bilinç’ denmektedir. Kozmik bilince ulaşan insanlarda dürüstlük, olgun bir kişilik ve ileri bir sezgi gücü gelişir. Sezgisel olarak ulaşılan hakikatlere tereddütsüz bir güven vardır. Sufiler bu türden bir bilgiye ‘İlm-i-Yakin’ demişlerdir. Bu bilgide şüphe, tereddüt ve güvensizlik yoktur. Zira gözlenen bir gerçek değil bizzat yaşanıp paylaşılan bir gerçek söz konusudur. Ancak böylesine bütünsel bir gerçeği dile getirmek ve kavramlarla ifade etmek de pek mümkün değildir. Bu bakımdan Kozmik Bilince sahip kişiler kendi gerçeklerini sanatın yardımıyla ifade ederler. Sanatta yaradılışın estetiğini yansıtmak mümkündür.

LEAVE A REPLY

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız