VARLIK ve ZAMAN

0
806

Doç.Dr. Haluk BERKMEN

Varlık hakkında eskiden beri birçok düşünce üretilmiştir. Felsefenin temel konularından biri olan varlık konusu hakkında konuşmak demek varlık bilimi yapmak demektir ki bu bilime Ontoloji denir. Ontoloji bilimi bizim düşünsel üretimimiz olmayan alanla ilgilenir. Bizim düşünsel üretimimizle ilgilenen bilime ise Epistemoloji denir. Yani ontoloji varlık bilimi ise epistemoloji “bilgi bilimi“dir. Ancak, hemen belirteyim ki ontoloji ve epistemoloji birbirlerinden bağımsız değildirler. Birbirlerini etkilerler ve dönüştürürler. Yani, insan kendi dışında olanı sadece algılamakla kalmaz, aynı zamanda yorumlar.

Töz Nedir?
Duyularla algılanan ontolojiye ait olsa da bu algılanan, her ne ise, daima bir yorumu da beraberinde getirdiğinden epistemolojiye ait olur. Örneğin, bilim adamları gözlemlerinde uzayda yeni bir tür yıldız ortaya çıkarsalar derhal o yıldızın oluşumu veya nitelikleri ile ilgili yeni modeller üretmeye başlarlar. Gözlenen yıldız ontolojiye ait olsa da onun hakkında üretilen modeller veya yorumlar epistemolojiye aittir. Bu açıdan baktığımızda “varlık” tek tek nesneler olarak algımızın konusu olması bakımından ontolojiye, onun mahiyeti ve özellikleri hakkında yapılan yorumlar içerdiğinde epistemolojiye aittir. Nesnelerin kaynağı olan varlık alanına “
Töz” diyoruz. Töz kavramı insanın düşünce ürünü olduğundan epistemolojik bir kavramdır. Yani, biz tözü bizatihi, nesneleri algıladığımız gibi algılayamıyoruz. Tözün varlığını varsayıyoruz. Olması “gerektiği” sonucuna varıyoruz. Yani TÖZ zorunlu olarak vardır.

Nesneler için asıl kaynak, cevher veya töz ise insanlar için asıl kaynak, Ruh‘tur. Fakat ruhsal alan ile töz alanı farklı iki alan değildir. Bize, insan olarak ruh kavramı töz kavramından daha yakın geliyor. Şu halde töz ile ruh eşdeğer (birbirleri yerine kullanılabilen) kavramlardır.

Ontolojide kalırsak şu soruya ontolojik olarak yanıt verebilir miyiz? Tözün dışında, yani varlık alanı dışında, töz olmayan farklı bir alan olabilir mi? Vereceğimiz her yanıt varlık alanına ait olacaktır. Çünkü “evet vardır” desek töz dışı bir alanının varlığından söz etmiş oluruz ki o da varlık alanına ait olur. “Hayır, tözün dışında başka alan yoktur” desek, varlık alanını onaylamış oluruz.

Şu halde varlık alanının dışında farklı bir alan yoktur ve varlığın karşıtı da yoktur. Fakat mantıken her kavram, karşıtı ile birlikte bir çift halinde oluşur. Şu halde varlığın karşıtı olması gerekmez mi? Varlığın karşıtından söz etmek demek, onu zorunlu varlık olmaktan çıkarıp, keyfi hale getirmektir. Çünkü tek zorunlu iken iki bir seçim getirir. Bu da o ikili şeyin zorunlu olmasını ortadan kaldırır.

İyi ve Kötü Hem Vardır-Hem Yoktur
Biraz da epistemolojinin araştırma konularına bakalım. Epistemolojinin 3 tane araştırma konusu vardır. 1. Etik (ahlâk) konusu 2. Estetik konusu ve 3. Mantık konusu. Her üç konuya ortak bir isim vermek gerekirse “Değerler alanı” diyebiliriz.
Etiğin yani ahlâkın temel yargısı iyi-kötü ayırımıdır. Ahlâklı kişiler aynı zamanda iyidir. Ahlâksız kişiler ise kötüdür. Estetik konusunun temel yargısı güzel-çirkin ayırımıdır. Mantık konusunun temel yargısı ise doğru-yanlış ayırımıdır. Her üç yargı ikili mantığa dayanıyor. İyinin karşıtı kötü, güzelin karşıtı çirkin ve doğrunun karşıtı yanlış. Bu karşıtlar ontolojik olarak varlıkları var mıdır? Hayır yoktur. Çünkü doğada iyi ve kötü nesneler yoktur. Bizim onlara verdiğimiz değer sonucu iyi veya kötü olurlar. Keza, doğada güzel-çirkin ayırımı da yoktur. Biz kendi kültürümüz ve şahsi bakış açımızın etkisiyle güzel çirkin ayırımı yaparız. Peki ya doğru-yanlış? Doğada ne doğru vardır ne de yanlış. Doğa vardır ve ne doğrudur ne de yanlış. Doğru-yanlış bizim aklımızın ürünü bir yargı çifti olup, yani epistemolojinin temel aletidir, aletidir diyorum, çünkü ayırımcı rasyonel aklın çalışması için mantığa ihtiyacı vardır ve yorum yapabilmek için, kısaca düşünmek için mantık kullanmak şarttır.

Her ne kadar düşüncede ayrılan karşıt kavramlar değer içerseler de, yaşantımızı “pozitif değerler” üzerine kurmamızda fayda vardır. Yani bir seçim söz konusu olduğunda iyiyi, güzeli ve doğruyu seçmek gerekir. Böylece hem kendimize hem de çevremize yararlı ve hayırlı davranışlar içine girmiş oluruz.

Aristo Mantığı
Karşıt kavramları içeren ikili mantığa Aristo mantığı denir. Bir bütünü iki ayrı parçaya ayırmaya kadim Yunan felsefesinde “dikotomi” adı verilmiştir. Bu ayırımda bir parçaya ait olan diğer parçaya ait olamaz. Kavram çiftleri için de durum budur. Bu tür bir ayırım ya karşıt veya tamamlayıcı olabilir ama üst üste, girişim halinde olamaz. Aristo mantığının en temel ilkesi özdeşlik ilkesidir. Bu ilkeye göre bir şey yalnızca kendi olabilir. Yani, A ancak A olabilir ve A’dan başka herhangi bir şey olamaz. Böylece bir bütün parçalara ayrıldığında her parça yalıtık ve bağımsız bir birim olur.

Bütünsel Alan
Varlık bütünsel bir alandır ve bu alanın karşıtı yoktur. Yani, parçalanamaz. Parçalara bölünse de bu bölümler yalıtık ve bağımsız birimler olamaz. Çünkü parçalara yalıtık ve bağımsız birimler olarak bakmak demek, parçalar arası ortak noktaların bulunmadığını ve girişim olmadığını iddia etmek demektir. Oysaki her parça diğer parçalara muhtaçtır ve var olması diğer parçalar sayesinde olur. Diğer parçalar olmasa kendisi de var olamaz.

Hayvanlar birbirleri ve bitkilerle beslenir. Bitkiler havadaki gazla, ışıkla ve yerdeki minarelerle ve suyla beslenir. İnsanlar hepsiyle beslenir. Demek ki fiziksel olarak doğa içi içe ve girişim halindedir. Evren de öyledir. Dünyamız güneşin etrafında döner, güneş Samanyolu gök adasının içindedir. Bu gök adası da daha büyük bir sisteme bağlı olarak varlığını sürdürmektedir. Mikro dünya da aynı durumda sürekli girişim halindedir. Kuantum kuramı göstermiştir ki mikro âlemde madde denilen nesneler hem dalgadırlar hem parçacık. Yani iki zıt özellik aynı nesnede bulabilmektedir. Bu durum Aristo mantığına ters düşmektedir.

Şu halde ileri sürülen kavram ile onun karşıt kavramının aynı anda doğru olmalarına izin vermek gerekir.Yani bir kavram hem kendi hem karşıtı olabilmelidir. Çünkü doğada, yani ontolojik alanda girişim vardır ve kesin ayırımlar söz konusu değildir. Fakat Aristo mantığında bir kavram hem kendi hem de karşıtı olamaz. Örneğin bir insan hem kısa boylu hem uzun boylu olamaz. Ancak bir diğer insana göre (göreli olarak) kısa veya uzun boylu olabilir. Aristo mantığında görelilik yerine mutlaklık geçerlidir. Oysa ki doğaya yönelik olan her kavram görelidir. Benzer şekilde, bir önerme hem doğru hem yanlış olamaz. Çünkü bu kabul özdeşlik ilkesine aykırıdır. Demek ki Aristo mantığı doğaya uygun değildir ve ontolojik alan için farklı bir mantığa gerek vardır.

Klasik Yunan düşünürleri doğada gözlem ve deney yapmakla pek ilgilenmezlerdi. Onlar düşüncede ideal bir dünya ve ideal kavramlarla ilgilenirlerdi. Göreli olanla değil, mutlak olanla ilgileniyorlardı. Zaten, mutlaklık içeren “ideal” sözü “idea” dan türer ki düşünce demektir. Demek ki kadim yunan felsefi doğadan kopuk idealar üzerine kurulu bir felsefe ve mantıktır. 16’cı yüzyıldan itibaren gelişen felsefe ise doğada yapılan deney ve gözlemlerden büyük çapta yararlanmıştır. Aristonun dikotomi mantığı doğanın mantığı ile uyuşmamaktadır. Doğada ayırım değil, birliktelik ve bütünlük vardır. Doğaya uygun yeni bir mantık gerekli olduğu ortaya çıkmaktadır.

Hem-Hem Mantığı
Bu mantığa “Hem-hem mantığı” diyelim. Modern fizik bilimlerine ve özellikle Kuantum kuramında Hem-hem mantığına uygun düşen önermeler bulunmaktadır. Örneğin belirsizlik ve olasılık ilkeleri hem-hem mantığına uygun ilkelerdir.

Kuantum kuramının belirsizlik ilkesine göre bir elektronun (atom altı parçacığın) uzaydaki yerini kesin olarak bilmek istersek onun momentumu (hızı) hakkında kesin bilgiye ulaşamayız. Yani, atom altı parçacıkların yerini kesinlikle saptamak istersek belli bir anda onun fotoğrafını çekmek zorundayız. Bunun anlamı belli bir anda zamanı durdurmuş olmamızdır. Çekilen fotoğraf hep aynı anı bize gösterdiğinden fotoğraf çekmekle zaman durmuş olur. Nesneleri maddeleştirmek zamanı durdurmak yani varlığı dondurmak ve hareketi yok etmek demektir.

Hareketi yok etmek istemiyorsak nesneleri madde olarak değil dalga olarak tanımlamamız gerekir. Çünkü dalga bir noktada yoğunlaşmış bir nesne olmayıp yaygın bir yapıya sahiptir. Her var olan nesne hareket edebiliyorsa onun dalgasal özelliğinden dolayıdır. Demek ki nesneler hem maddedir hem de dalga. Bu iki kavram ne karşıttır ne de bitişik, fakat birbirlerini tamamlayıcıdırlar. Yani nesnelerde bu iki özellik yan yana değil, üst üstedir. Biri üste çıktığında diğeri altta kalıyor ve kayboluyor. Nesneleri ya dalga veya parçacık olarak algılayabiliyoruz ama her iki özellik aynı deneyde ortaya çıkmıyor.

An Kavramı
Kuantum kuramına göre zaman sürekli ve ölçülebilen bir değişken değildir. Sadece süreksiz ve noktasal ‘an’ kavramı mevcuttur. İki an arasındaki süreyi doldurmak ve zamanın akış yönünü saptamak bize düşmektedir. Zaman yönü bize bırakılmış ise zamanın akış yönü geçmişten geleceğe doğru olabileceği gibi, tam aksi yönde gelecekten geçmişe doğru da olabilir. Geçmişten geleceğe doğru tek yönlü akan zaman kavramı yerine, her iki yönde akabilen tersinir zaman anlayışına varmak “Hem-hem mantığını” kabullenmemizi gerektirmektedir.

Ontolojik olan an kavramıdır. Zaman kavramı ise epistemolojiktir. Yani, zaman kavramı bizim beynimizin ve düşüncemizin ürünüdür. Evrende ontolojik zaman peşpeşe dizilen süreksiz anlardan oluşur ama her an bir önceki ve bir sonraki ana dalgasal olarak bağlıdır. Yani zaman hem süreklidir hem süreksiz. Bu durum ancak hem-hem mantığı ile anlaşılabilir.

Zamanın tersinmez olarak geçmişten geleceğe doğru akmasını nasıl açıklayabiliriz? Bir an önce geçmiş gitmiştir. Zaman kavramı ontolojik değil epistemolojik bir kavramdır. Geçmiş yaşamıyoruz, sadece hatırlıyoruz. Yani, belleğimizden bir imgeyi sanki varmış gibi kabul ediyoruz. Şu andaki durumla biraz önceki durumu yan yana getirdiğimizde zamanın geçmişten geleceğe doğru aktığı sonucuna varıyoruz. Yan yana getirmek dikotomi yapmaktır. Yani, Aristo mantığı ile düşünmektir. Oysaki hem-hem mantığına göre yan yana getirmek yerine üst üste getirmemiz gerekir. Hem-hem mantığı geçmişi ret etmez. Hem geçmişin hem de şu andaki durumun eşit derecede önemli olduğunu kabul eder. Şu an varsa şu anın gereği yapılırken geçmişle bağların koparılmaması gerekir. İşte, kültür ancak bu şekilde gelişir. Geçmişle bağlar koparıldığında kültür zayıflar ve çöker.

Şu an hem geçmişten hem de gelecekten etkilenir. Her ikisinden etkilenir çünkü zaman dalgasının bir ucu geçmişe diğer ucu geleceğe bağlıdır. Şu an ise dalgayı oluşturan birçok parçacıktan bir tanesidir. Bu durumu göz önüne getirmek için bir tren katarını düşünün. Katar peşpeşe bağlı vagonlardan oluşmuştur. Fakat her vagon kendi başına bir bütündür. Katar dalgayı, vagon ise parçacığı simgeler. Biz birey olarak bir vagonda bulunuruz. Ancak vagonun içini ve dışını görürüz. Katarın kendisini göremeyiz ama onun varlığını kabul ederiz. Vagonun içinde kaldığımız sürece vagon ontolojik, katar epistemolojik birer kavram durumundadırlar.

Tek’lik-Bir’lik-Vahdet
Şu “varlık” konusuna geri dönecek olursak, varlık ontolojik, yokluk epistemolojik olmaktadır. Çünkü yokluk gözlenemez, ancak düşünülebilir. Hem-hem mantığına göre varlık hem vardır hem yoktur. Benzer şekilde Allah kavramı da hem ontolojik hem epistemolojiktir. Allah kavramına önce tenzih ile yaklaşılır. Yani, Allah ona, şuna, buna benzemez. Önce ret edilerek yokluğa ulaşılır. Bu adım epistemolojiktir. Çünkü tenzih etmek ancak akıl yoluyla olur. Gözlem yoluyla olmaz. Gözlem yoluyla ulaşılan sonuçlar ontolojiktir. Allah önce tenzihle sonra da teşbihle tanımlanır.
Önce hiçbir var olana benzemediği söylenir, sonra da onun 99 isminden (Ema-ül Hüsnalardan) söz edilir. Demek ki, önce epistemolojik yaklaşım, sonra da ontolojik yaklaşım gereklidir. Çünkü ontoloji sayesinde Allah’ın varlığı onaylanmış olur. Allah bir töz olarak asıl cevherdir ve bölünemez. nasıl ki Töz veya Ruh zorunlu varlık ise Allah da zorunlu varlıktır. Keyfi olarak “ben inanmıyorum” demek bir bakıma kendini de keyfi varlık olarak görmek demektir. Oysa ki biz ruh-beden bütünlüğü olarak bu maddi dünyada zorunlu olarak varız. “Ben bugün yok olacağım yarın beliririm” diyemeyiz. Varlık alanı içinde yer değiştirebiliriz ama yok olamayız.

Bu görüş bizi Muhiddin İbnül Arabi’nin Vahdet-i Vücud felsefesine götürür. Vahdet-i Vücûd felsefesi varlığın tekliği demek olup, farklı yaklaşımların yapay ayırımlar oluşturduklarını ve hakikatin teklikte aranması gerektiğini savunur. İç ile dış arasındaki birliği ve bütünlüğü vurgularken tümellerden söz eder. Tümeller, yani idealar dışta var olmayan ama insanın zihninde gerçeklikleri bulunan epistemolojik şeylerdir. Tümellerin bu iki özelliğini Vahdet-i Vücûd felsefesinde adı çok geçen Ayan-i Sabite kavramında bulmaktayız. Ayan-ı sabiteler, belirgin sabit sıfatlar veya ilahi isimler ikili doğaya sahiptirler. Hem Tanrı’nın güzel isimleri (Esma-ül Hüsna) hem de var olanların hakikatleridir.

Demek ki, kaynak olan Töz veya Ruh veya Allah kavramı dışında her var olan ikilemle tanımlanabilir. Sadece Töz/Ruh/Allah teklikle tanımlanır. Bu tekliğe “ehadiyet” denir. Ehad, bölünemez tek olandır. Vahit ise ayırımlı tekliktir. Yani, nesneler bu dünyada tek olarak bulunabilirler. Her insan tektir ve kendinin bire-bir kopyası yoktur. Bu bakımdan her insan vahittir ama ehad değildir. Ayan-ı Sabiteler de vahittirler. Her biri kendi başına bir tümeldir ama birden fazla olduklarından ehad olamazlar.

Ancak, onların ikili yapısı da vardır. Bu yapı üst üste binmiş bir yapıdır. Çünkü bir yüzleri Allah’a diğer yüzleri insan dönüktür. Bir yüzleri belirgin olduğunda diğer yüzleri görünmez olur. İnsanlara dönük yüzleri birtakım tümelleri belirlediğinde Allah’a ait tümeller yok olur. Peki nedir bu tümeller? Bu tümellere “kategorya” denir. Yani her nesnenin olmazsa olmaz özellikleri durumundadırlar. Töz ise bir kategorya değildir çünkü iki yöne dönük yüzü yoktur.

Dokuz Kategori
Dokuz adet tümelden (kategoriden) söz edilir. Bunlar: 1. Nicelik, 2. Nitelik, 3. İlişki, 4. Mekân, 5. Zaman, 6. Durum, 7. Sahiplik, 8. Hareket ve 9. İstek

Kadim düşünürler ilk kategori olarak “Töz” kavramını ileri sürmüş olsalar da, tözün gözlenmesi mümkün olmadığından bir kategori olarak tanımlanamayacağı görüşündeyim.
Yukarıdaki kategoriler üzerine düşünürsek aslında sayının dokuzdan daha az olduğu sonucuna varabiliriz. Öncelikle nicelik gerekli midir? Her var olan vahit olduğundan “nicelik” insan ürünüdür. Bir fabrikada aynı nesneden binlerce aynı nesne üretebiliriz. Ama, doğa böyle davranmıyor. Her var olan biraz farklı var oluyor. Aynı ağaçtan toplanan elmalar birbirlerinin tıpatıp eşiti değildir. Sadece birbirlerine benzerler. Şu halde “nicelik” bir tümel değildir. Ama pratik olarak bizim düşüncemizle üretilebilir. Matematik sayılar da insan üretimidirler. Onlar da epistemolojik kavramlardır.

Bir de hareket ve zaman kavramlarına bakalım. Zaman ve hareket birbirlerinden bağımsız tümeller değildir. Biri olmadan diğeri var olamaz. Klasik fizikte onlar ayrı kabul edilseler de Kuantum fiziğinde ayrı değildirler. Çünkü Kuantum kuramına göre zaman sadece statik anlardan ibarettir. Şu halde ya hareket veya zaman kategorisini kabullenmek yeterlidir.

İstek de bir tümel olup olmadığı tartışılır. Çünkü istek insan ürünüdür. Ontolojik değildir. Doğa istemez, nasılsa öyledir. Ama, doğa var olmayı ister. Bu bakımdan varlık varsa istek de olmalıdır. Varlık ise bir kategori değildir. Çünkü bir idea değildir. Varlık ontolojiktir. Eğer varlık zorunlu olarak varsa diğer kategoriler (tümeller) keyfi veya “olası” duruma dönüşürler. Olasılık bir çeşit kategorilerin zorunlu yönüdür. Yani “olasılık” hem ontolojiktir, hem epistemolojik. Ontolojiktir, çünkü gözlenir. Epistemolojiktir çünkü hesaplanır.

Demek ki olasılık var olanların zorunlu bir özelliğidir. Var olanlar zorunlu olarak var değildirler sadece varlık zorunludur. Var olanlar valığın titreşimlerinden veya yerel yoğunluklarından ibarettirler. Yoğunluk farkları farklı nesnelerin oluşumuna olanak sağlarlar. Ama bu olanak zorunlu olduğundan, farklı nesnelerin ortaya çıkması da zorunludur. Şimdi neden doğada birbirine tıpatıp aynı iki nesnenin oluşmadığını anlamış ve açıklamış oluyoruz.

Görelilik Zorunludur
Farklı nesnelerin ortaya çıkması sonucu görelilik de zorunlu olur. Çünkü iki nesne aynı ise tepkileri de aynı olur. Yani doğa makina gibi tek tür üretim yapmaya başlar. İki farklı nesne tıpatıp aynı olmadıklarından birinin algısı diğerinden farklı olmak zorundadır. Böylece görelilik ortaya çıkar. Görelilik kuramında zaman ve mekân nesnenin hızına göre değişir. Bu da gösteriyor ki hız kavramı (kategorisi) esas alınırsa ne zaman ne de mekân kategorisine gerek vardır. Fakat hız görelidir. Neye göre veya kime göre hızlı veya yavaş?

Görelilik en ez iki adet nesne veya gözlemci gerektirir. Tek bir gözlemci kendinden başka bir şey gözleyemeyeceğinden onun tek bir varlığı olabilir. Fakat var olmak için istek de gerekli olduğundan varlık varlığını sürdürmek için zorunlu olarak çokluğu oluşturmuştur. Bu bakımdan Kuran’da “Küntü kenzen” ayeti vardır ve Allah’ın kendi varlığını sürdürmesi için bilinmek istediği yazılıdır. Burada, dikkat edin, “istek” vardır. Sonsuz ve bütünsel varlık, varlığını sürdürmek için kendine ait fakat birey olan ve bir miktar kendi isteği bulunan çokluğu yaratmak zorunda kalmıştır.

Cüzi ve Külli İrade
Her var olan nesne bir miktar “istek” sahibidir. Bu duruma “cüzi irade” denir. Yani, parçanın isteği veya iradesi olmalıdır. Ehadiyetin iradesi ise kendi varlığını sürdürmekten ibaret olup bu isteğe “külli irade” denir. Demek ki, var olanların var oluş nedeni bütünsel varlığın varlığını sürdürmektir. Onun için her var olan varlık alanında bir süre vardır ve bir süre sonra ehadiyet alanına geri döner. Ama tümüyle yok oluş yoktur. Sadece enerji yoğunluğunda değişiklik ve dönüşüm vardır. Madde olarak yoğun enerji şeklinden daha ince ruhsal enerjiye dönüşür. Ama o ruhsal enerji varlığını sürdürmek için yeniden yerel yoğunluklar oluşturarak madde denen yapıların oluşumunu sağlar. Bu döngü sürekli ve aynı zamanda kesiklidir. Yani bitmez ama her var olan bir diğer var olandan farklıdır. Bu bakımdan varlık hem süreklidir hem süreksiz. Çelişkiye düşmeden anlayabilmek için Hem-hem mantığını kullanmak gerekir.

İkili Mantık Çelişki Yaratır
İkili mantık içinde kalanlar bu konularda çelişkiye düşerler. İkili düşündüklerinden varlık varsa yokluk da olmalıdır sonucuna ulaşırlar. İyilik varsa kötülük de olmalıdır derler. Hem-hem mantığına göre her davranış hem iyidir hem kötü. Birine göre iyi olan bir diğerine göre kötü olabilir. Örneğin bankaların kişilere borç vermesi hem iyidir hem kötü. İyidir çünkü bu sayede insanlar eksiklerini tamamlarlar. Kötüdür çünkü insanları daha çok harcamaya ve daha çok istek içinde bulunmaya iterler. Eğer istekler külli iradenin (varlığın) var olması yönünde ise mesele yok. Ama kişilerin bencil isteklerini tatmin yönünde ise varlığın varlığını sürdürmesine hizmet etmeyeceğinden sorun oluşturur. Fakat, Hem-hem mantığı içinde isek kişiler de bütünsel varlığın parçası olduklarından, kendilerine dönük kişisel istekler de bir bakıma bütüne yarar.

Tümel Olanın Birimleri
Yerel olarak bakarsak ayırımlı değerler oluşur. Tümel olarak bakarsak bu değerler yok olur. Ne demek yok olur? Tümellerin insani yüzleri kayb olur, yerine Tanrısal yüzleri belirir, demek. Yani kategoryalar kaybolur, Esma-i Hüsnalar belirir. Bunlar da Tanrı’nın güzel isimleri olduğundan her olayda Tanrı isteği olduğu anlaşılır. İşte, bu yüzdendir ki “
Allah’ın isteği olur” denmektedir. Bu istek de insan isteği gibi olsa da tüm insanları kapsar. Çünkü her bir insan o tümel enerjiden oluşmuş küçük bir parçadır. Tümel enerji bu parçalar arasında ayırım yapmaz. Çünkü hepsi kendine ait, eşit derecede önemlidir.
Varlığın tek isteği ayırımsız olarak varlığını sürdürmektir. Bunun için farklılık gibi görünen ayırımlara yerel olarak izin verir. Temelde herhangi bir ayırım söz konusu değildir.

LEAVE A REPLY

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız