ÖZGÜRLÜK VE BAŞARI ÜZERİNE

0
1056

Bir bayan; yıllarca istemediği halde yürüttüğü evliliğini sürdürmeyi seçmiş, aynı zamanda bir anne olarak iki çocuğuna da baba olmak zorunda kalmış ve ardından eşiyle ayrılığı seçmesine rağmen uzun yıllar o soyadını taşımaya devam ederek tek başına olmaktan korkup sonuna dek direnmiş ama sonunda kalakalmış; kendisiyle…

Onu ilk olarak bir yardım derneğinde tanımıştım sonra psikolojiyle ilgili meraklı sorularıyla. Aslında merak eden ve soru sorabilen azınlıktaki insanlardan birisiydi ve hareketli, enerjik, konuşkan yapısı bizi kısa zamanda iyi birer arkadaş yapıvermişti. Ailesi, okumasından önce kendisi istemediğini kaydettiği halde evlilik yapmasını uygun gördüğünden ilköğreniminden sonra okuyamamış ancak daha sonrasında dışarıdan öğrenimini sürdürürken bir yandan da iş hayatını yürütebilmeyi başarabilen bir bayandı. Dedi:

“Geçmişimde ne eksikse inşallah Allah’ın da yardımıyla hepsini teker teker bulup tamamlanacağım; hak ettiğim sevgi, hak ettiğim güven ve gerçek ben…”

Bir ara bir yanlışlık yapıp hangi iş deneyimlerinin olduğunu sormuştum. Sonra cevaplar yağmur gibi gelmişti; pastane işletmenliği, tekstil, kreş işletmenliği, dikiş öğretmenliği vs. ve nihayet müteahhitlik. Şaka gibiydi ama gerçekti. Sonunda seçtiği müteahhitlik mesleği ise annesinden kendisine bir miras gibiydi. Önce bu birlikteliğin gücüyle başlayıp ardından kendi binalarını inşa etmeye başlamıştı. Hatta bu uğurda bir ara şehir dahi değiştirerek tek başına bir yazlık beldede, yeni bir ev ve büro açarak villalar inşa etmeye başlamıştı. Orada kendisine misafir olduğumda da sabah çok erken kalkan ve gece geç saatlerde elinde dosyalarla uyuya kalan bir kadın görmüştüm. İki çocuğu içindi tüm mücadelesi… Birisi üniversitede okuyor diğeri ise yine kendisi gibi inşaatlar yapıyordu. Yaz sıcağında, denizi görebilen bir evde oturmasına rağmen ona sadece bir resim gibi karşıdan bakmakla yetiniyordu. Sonraysa ısrarlarım sonucu birlikte denize girebildik ve sahilde bir süre gezintiye çıktık. Dedi:

“ Ben galiba yaşama da karşıdan bir resme bakar gibi bakıyorum ve durmadan binalar dikmeye çalışıyorum oysa ruhum tam bir virane…”

Bu söz üzerine pek konuşmadık öylece yürüdük tüm sahil boyunca, o kendisiyle ve denizle uzunca içsel bir sohbete başlamıştı ki; ben de onları rahatsız etmek istemedim.

Eskilerin bilgeliğinde ifrat ve tefrit adlı iki kavram geçer ki; pek çoğumuz duymuşuzdur. Bazen dengede olmayı başaramadığımızda büyüklerimiz bizi kenara çekerek şöyle uyarırlardı:

“İfrat veya tefritte olma; orta yolda ol…”

İşte asıl bu anda Hz. Resul’ün(S.A.V) sözü son vurucu noktayı koyardı:

“Orta yolda olun, istikametten ayrılmayın.”

Hadis

Tek başınalıktan yıllar yılı kaçan bir kişi, şimdi ise bunun ispatını tüm kâinata yaparcasına hırsla çalışıyor, çalışıyor ve çalışıyordu. Aslında gören gözler için cidden başarmıştı ve artık bir kanıta ne gerek vardı? Hepsinden önemlisi kime kanıtlamak zorunda hissediyordu? Sordum:

“Bu ispat kimin için?” Hiç düşünmeden dedi:

“Kendim için… Galiba herkes başardığımı görüyor ve takdir ediyorken bir ben bu gerçeği göremiyorum. Bir ben kendimle övünemiyorum hatta gelen övgüleri de nedense hep duymamazlıktan geliveriyorum…”

O gün sahilden ayrılmak istemedim. Sonra yalnız olarak da dolaşmak istediğimi belirterek güneşin batışını bekleyinceye dek orada kaldım. Durup dalgaları seyretmek ve seslerini dinlemek ne kadar dinlendiriciydi. Fiziksel yorgunluklardan çok ruhsal yorgunluklarımızı iyileştirmemiz hep daha büyük bir emek gerektiriyordu. Oysa Yüce Yaradan’ın bile bize yüklediğinin ötesinde yükleri sahiplenip duruyorduk. Sahi biz bunu bize neden yapıyorduk?

“Temelde değersiz ve işe yaramaz hissettiğimizden daha değerli ve özel olabilmek için mi?”

“Hep güçlüyü oynayarak güçsüz olmaktan deliler gibi korktuğumuz için mi?”

Bu sorular mavi suları da coşturmuş olsa gerekti ki; dalgalar karşımda hindi gibi kabarıp durmaya başlamıştı. Her seferinde başka bir renk ve şekil armonisi sergiliyorlardı; büyüleyiciydi. Bir keresinde bir ressama hep sürekli deniz resimleri çizdiği tabloları görüp merakla nedenini sormuştum. O da bana şöyle demişti:

“Tablolara bir daha bak; benzer görünse de aslında hiçbirisi aynı değil. Bazen fırçayı elime almadan önce sahildeki bir banka oturur ve saatlerce seyrederim maviliği. Hatta bir keresinde dalgaları çizebilmek için tam on iki saat yani tüm gün boyunca bulunduğum yerde kalakalmışım, zamanın nasıl geçtiğini hiç fark etmeden.”

İşte dedim, yaşam yani O’nun bize armağan ettikleri karşımızda öylece kollarını açmış bizi bekliyordu; görmemizi, işitmemizi, tatmamızı, koklamamızı ve dokunmamızı… Ancak bunu sadece bazılarımız fark edebiliyordu. Bazılarımızınsa kendimize kendimizi ispat gibi, güçlü olduğumuzu tüm kâinata haykırmak gibi yapılacak çok daha önemli işleri mevcuttu. Ama yadsınamaz bir gerçek daha vardı:

“ Esirgeyen ve Bağışlayandı O ve aynı zamanda hiçbir güzelliği sevgili kullarından esirgemeyendi O…!”

Güzel, sempatik, enerji dolu ve hiç durmadan çalışan arkadaşıma baktığımda aslında kendimi görüyordum. Özellikle son konuda ben de farksız değildim ki… Belki benim tek farkım daha kolay fark edebilmemdi ve çözümün ne olduğunu kısa sürede görebilmemdi. Aslında gerek dostlarımız gerekse de seçtiğimiz hayat arkadaşımız aslında bizim birer aynamız gibidir yani bizde ne varsa aynıyla yahut çok benzeriyle onlarda da mevcuttur. Hatta bu konuda küçük bir test de yapabiliriz:

En önemli üç karakter özelliğim Arkadaşımın en önemli üç karakteristik yanı

1.

2.

3.

Neden üstteki satırlar benzerdir peki? Neden benzer benzeri çeker?

İşte cevap; çünkü Yaradan neyi düşünüp hayal edersek ve aynada kendimizi nasıl görüyorsak bize aynısını vermektedir ki; böylece güzel düşünmeyi, güzeli düşlemeyi gerçekleştirelim ve ötesi kendimizle ilişkimizi artık düzeltebilelim diye. Yaşadığımız her şeyin dönüp dolaşıp kendimizle ilişkimizde düğümlenmesi de ne enteresan bir buluşma noktasıdır. Oysa çoğu insan yaşadığı hayattan da, şikâyet ettiklerinden de, çözüm sandıklarından da dışarıdaki bir şeyler veya dışarıdaki birileri sorumluymuş zanneder. Tabii bu koskoca bir zandır, gerçekse çok yakınında olanla alakalıdır; adı her anıldığında duyup cevap veren ve bedenine her dokunduğunda hissettiği kişiyle yani bizzat kendisiyle alakalı… Simyacı romanının başkahramanı gibi bir hazineyi arar durur insan ki; tüm bu arayış sonunda o saklı hazinenin yanı başında olduğunu anlamak içindir. Bulmak için kaybolmak, bulmak için çok çalışıp çok yol tepmek gerektiğine inandırır nedense kişi kendisini. Sonunda gerçekten yorulduğu ve bıktığı bir günde de o görünmez sandığı gerçeği bir anda görüverir…

Hayatında iş konusunda durmaksızın çalışan arkadaşımla karşılıklı bir karar almıştık; birlikte gezip eğlenirken kesinlikle işten güçten söz etmeyeceğimize dair. Özellikle Pazar sabahları çıkıp her hafta farklı bir yerde yaptığımız kahvaltılar ikimiz için de görev formundan ve rutin hayatımızdan çıkmayı başardığımız çok özel zaman dilimleriydi. İkimiz de ailemizden bağımsız evlerde yaşıyorduk ve kapısını araladığımızda kendimize ait olan bir yaşamı araladığımızı bilmenin getirdiği farkındalıkla pazar yani tatil gününde de yaşamımızdaki en öncelikli kişiye zaman ayırmayı seçiyorduk; kendimize… Bu sıralamanın gerçekleşmesi ise geride ömrün bir kısmının feda edilmiş olmasının bir sonucuydu.

Bir gün bana dönüp yorgun sesiyle şöyle sordu:

“Neden işle ilgili başarılarıma rağmen özel hayatımda aynı başarıyı gösteremiyorum?”

“Neden o doğru insan karşıma bir türlü çıkmıyor?”

Güzel arkadaşıma kendisi için doğru insanın kim olduğunu sorduğumdaysa adam akıllı bir cevap alamadığımı gördüm. Yani tıpkı pek çok insan gibi kendisi de aslında bu konuda hayıflanıp durmaktan “ideal eş” kim olabilir üzerinde yeterince oturup düşünmemişti. Düşün istersen artık, dediğimi hatırlıyorum.

Düşünmek… Nedense kutsal kitabımızda sayısız kez tembih edilmesine karşın ne kadar az önemsediğimiz bir eylemdir. Çoğu zaman onu boş ve anlamsız bile bulabiliriz. Tabii boş ve anlamsız şekildeki mevzulara odaklarsak elbette böyle tanımlanabilir ama düşünsenize; düşünme gemisini bir kaptan gibi yönlendirdiğimizde ve düşlerimize açıldığımızda ne büyük bir heyecan, ne büyük bir cesaret ve sonunda ne büyük bir sevap söz konusu olabilir. Bir radyo programımda bir gün bu konuyu şöyle özetlemiştim; hayal kurmak aslında bir ibadettir.

İşte yine bir liste daha yapılabilir:

İdeal eşimin özellikleri Ben kimim?

 

1.

2.

3.

4.

5.

Şayet yukarıdaki listede -ki daha uzun ve ayrıntılı olabilirse iyi olur- ideal eş tanımı belirgin olmasına rağmen kendi kimliğime ilişkin yetersizlikler mevcut ise öyleyse dönüp yine bendeki eksik olanı tamamlamalıyım ki; benzer benzeri yaşamına dahil edebilsin. Örneğin; eşimin özgüven sahibi birisi olmasını beklerken kendimde bunu eksik görüyorsam öyleyse önce bunu iç dünyamda tamamlayabilmem gerekir. Sakin birini hayal ediyorsam öncelikle yavaş ve sakin bir kişi olabilmeyi başarabilmeliyim. Zira ben bende olmayanı istersem bu adil olmaz, değil mi?

Özel hayatında neyi istediğini bu vesile ile ilk defa enine boyuna düşünmeyi seçen arkadaşım hayatında bugüne dek karşısına çıkmış olan erkeklerin hep benzer özellikleri olduğunu vurguladı; genellikle hepsi ya onu sınırlayıp, baskıcı davranışlar sergileyen karakterde yahut da tüm sorumlulukları kendisine yığan gölge bir karakterde idi. Evliliğinin bitiş nedeni de zaten buydu; hem kadın hem erkek olmak mecburiyetiyle evi yönetmek gereği ve bunun sonucunda gelen ruhsal yorgunluk. Artık dengeli ve kendisini destekleyen bir ilişki yaşamak istediğini kaydederken bazen de bundan böyle hep özgür olarak hayatını sürdürmeye kararlı olduğunu da yinelemesi aslında ne kadar kararsız ve çelişkili olduğunu ortaya koyuyordu. Aslında bundan sonra da aynı yorgunluk ya da kısıtlamayı yaşayacağını sanan tarafıydı, o korku duyan yanı. Oysa her şey onun zihnine kazılmış yazılım gibi olmak zorunda değildi ve her erkek onun sistemindeki gibi olmak durumunda da değildi. Büyüme sürecinde özellikle abisinin kendisinden geride olmasını isteyen ve kendisini aşağı çeken davranışlarda bulunması onun erkeklerle ilgili genel bir tanım ve çerçeve çizmesine neden olmuştu. Ancak bir başka gerçek daha vardı; artık tüm yaşadıklarının geçmişte kaldığı… Buna benzer bir durumu bir başka arkadaşımda da gözlemlemiştim ve yurtdışındaki erkek arkadaşının bir an önce yanında olmak istediğini söylemesine karşın ona şöyle sormak gereği duymuştum:

“Aslında kimden kaçmaya çalışıyorsun?”

Önce biraz garipsedi ve şaşırdı, sonra aynı şaşkın ifadeyle dedi:

“Bilmem, galiba anne ve babamdan…”

Tabii yukarıdaki sebebe bakarsak bu söz konusu ilişkinin neden devam edemeyip bir anda hüsranla bittiğini anlamak da mümkün olacaktır.

Bu arada özgürlükle ilgili yanlış bir toplumsal algımız bulunmaktadır. Bizler özgürlüğü hep sınırsız ve olağanüstü cazip bir kavram olarak anlamayı seçeriz. Oysa gerçekte özgürlük tam anlamıyla nedir ve özgür kime denir?

Yaşlı bir terapist bir gün biz öğrencilerine şöyle söylemişti:

“Özgürlük, yaşamın planına kafa tutmak; özgürlük yalnızlığı göze almak demektir.”

İtiraf etmeliyim ki; o güne dek hiç böyle düşünmemiştim. Yaşlı ve bilge terapist o salonda hepimize bu heyecan verici görünen kavramın gerçek tanımına ilişkin de bir hikaye anlatmıştı:

“Öğrenci ustaya sorar:

Söyle bana nedir özgürlük?

Hangi özgürlük? diye sorar usta:

İlk özgürlük ahmaklıktır. Binicisini kişneyerek üstünden atan soylu beygire benzer. Ama ardından daha da gerilir zincirleri.

İkinci özgürlük pişmanlıktır. Gemi karaya oturduktan sonra tahliye sandalına bineceği yerde enkazda kalan dümenciye benzer.

Üçüncü özgürlük iç görüdür. Ahmaklık ve pişmanlığın ardından gelir. Rüzgârda salınan başağa benzer, zayıf olduğunda eğilmeyi bildiği için ayakta kalır.

Hepsi bu mu? der öğrenci.

Usta yanıtlar:

Kimileri ruhlarının gerçeğini aradığını söyler. Oysa Daha Büyük Bir Ruh onlar aracılığıyla düşünmekte ve aramaktadır. Tıpkı doğa gibi o da pek çok hata kaldırır ama hile yapmaya kalkışanları da yenileriyle değiştirir. Düşünmelerine izin verdiklerineyse sınırlı bir özgürlük tanır. Ve kendini ona bırakan yüzücüyü taşıyan ırmak gibi alır onları, karşı kıyıya taşır.”

Aynıyla aktardım bu hikayeyi arkadaşıma, beraber sessizce içimizde derinleştik. Sonra sabahtan akşama dek başarılı olmak için çalışan kendisiyle o Pazar kahvaltısında sohbet edip tartıştık:

“Sahi gerçekte başarı nedir ve başarılı kime denir?”

İkimiz de artık cevabın içine sadece yetenekli olduğu bir konuda çuvalla para kazanmak ve ayakta alkışlanmanın sığamayacağı konusunda hemfikirdik. Sonunda birlikte bu kelimeye sıkı bir ilave daha yapmayı seçtik:

“Başarı en başta mutlu bir aile kurabilmek, paylaşmayı öğrenerek bu mutluluğu beraberce çoğalta çoğalta sonuna dek sürdürebilmek ve nihayet yeni neslin zihin dünyasında doğru bir model olabilmeyi gerçekleştirebilmektir.”

O sabahki kahvaltımız takriben kaç saat sürdü hiç bilmiyorum ama konuştuklarımız ikimiz için de zamanla sınırsız bir değere sahipti, bundan emindim.

ASLI HATİCE ARUSAN
Psiko-zihin Uzmanı

LEAVE A REPLY

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız