ÇARESİZLİĞİN GÖLGESİNDEKİ UMUT

0
971


İlk karşılaşmamızda:

“Adım V….., soyadımsa hâla P…..” diyen danışanımın hâla kelimesini niçin kullanma gereği duyduğunu anlamaya çalışırken, kendisi çoktan elleriyle yüzünü kapatıp, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamıştı bile…

Ben de büyük bir ciddiyetle:

“Henüz görüşmemize başlamadan önce eğer siz de uygun bulursanız burada bir süre sakinleşmenizi öneriyorum. Paylaşmak için hazır hissederseniz, ben yan odada olacağım.” diyerek yanından ayrılmıştım. Çünkü aksi takdirde gözyaşlarını istemeden onaylayarak tamamıyla çaresiz bir durumda bulunduğuna inanmasına vesile olacaktım.

Bizler sorunlara odaklandığımız zaman onları kibrit alevi gibi büyütebilmekteyiz. Bu durumda problemlere meta (öte) düzeyde bakamayarak balığın suyun varlığını fark edemeyişi gibi çözümleri görebilmemiz daha da güçleşmekte ve hatta problemlerin bir parçası haline gelebilmekteyiz.

 

 

“Sorunlar kendi ürettiği sorunlarla çözülemezler.

Einstein

 

 

İşte asıl mesele de buradadır; problemlerin nedenleri üzerinde gerektiği kadar inceleme yaptıktan sonra tarafsızca ve ağırlıklı olarak “Nasıl çözülebilir? ” sorusuna cevap bulabilmektedir.

Kendisini daha iyi hissettiğinde konuşmamızı sürdürdüğümüz bayanın hiç olmazsa ağlama hali geçmiş görünüyordu. Sadece güzel yeşil gözlerinin kızarmış olduğu fark edilmekteydi. Sarışın, genç, orta boylu, güzel yüzlü kadın eşinin nasıl kendisini aldatıp, terk ettiğini ve kesin olarak boşanmak üzere olduklarını anlatırken bir ara durdu:

“Göğsümde…” dedi. “Uzun zamandır dayanılmaz bir ağrı var, sanki iğneler batıyormuş gibi…”

Yaşadıklarından sonra neredeyse tamamen dış dünya ile bağlantısını kesmiş, en yakın dostları da dahil olmak üzere herkesten ayrı, sessiz bir yaşamı seçmişti. Akrabalarıysa evliliğinin bitişinden ve tek çocuğunun babasız kalışından tamamen kendisini sorumlu tutmaktaydı. Genç kadın bütün bunlardan söz ederken başı devamlı bir suçlu gibi eğik duruyordu. Ona bakarken bir sözün gerçeğe dönüşen çehresini görüyor gibiydim:

 

 

“Dışarıda neler olup bittiğinden çok asıl mesele kendi içimizde neler olup bittiğidir.”

Louise L.Hay

 

Düşüncelerimiz bütün evreni etkileyebilecek güçte birer enerji olduğu gibi evrende hiçbir düşünce kaybolmayarak ortak bilinç alanında her varlık tarafından algılanabilmektedir. Dolayısıyla şahsiyetimizle ve hayatımızla alakalı izlenimleri bilebilmemiz için kendimizle olan münasebetimizi değerlendirmemiz yeterlidir;

Eğer biz kendimizi herhangi bir sebeple suçlu gibi görüyorsak, çevremizdekiler çok geçmeden bizi yargılayabilecek nedenler edinecektir. Kendimizin sevilmeye layık olmadığını düşünüyorsak hak ettiğimiz sevgiyi bulmamız aynı derecede zorlaşacaktır. Güvensizlik, öfke, korku… gibi hisler içerisindeysek etrafımızdaki insanlar ve yaşam bunu bir şekilde algılamakta gecikmeyecektir.

Para ve statü gibi her konu ile ilişkilerimiz için de bu gerçek aynı şekilde tezahür edecektir. Eğer yoksulluğu onur verici, takdire şayan bir nitelik olarak görüyorsak yoksulluk bir türlü yakamızı bırakmayı istemeyecektir. Şayet başarının mutsuzluk getireceğine dair bir inanç taşıyorsak bu kez de başarımızın önündeki engellerin hiç eksilmediğine tanıklık edeceğiz.

Bütün bunlardan başka her deneyimin ardından yaşadığımız duyguların bedenimizde şekil, renk ve ısı olarak bir kaydı bulunmaktadır. Genç kadın duyduğu ağrıyı simsiyah, taş gibi ve soğuk şeklinde tarif ederek, kalbinin içinde hissettiğini söylerken aslında sevgi merkezinin incindiğini ifade etmek istemişti. Çoğunlukla yoğun duyguları “çakra bölgesi” denilen enerji bedenimizin ana noktalarında hissederken omuz, kol veya bacakta algılıyorsak sınırlı bir etki gücünün mevcut bulunduğunu söyleyebiliriz.

Bugün Kirlian fotoğrafçılıkla bilimsel olarak görüntülenebilen bir enerji bedenine sahip olduğumuz bilinmektedir. Bu enerji beden evrenden gelen enerjileri omurganın tabanından, başın tepesine doğru sıralanan 7 ayrı çakra (Şakra) adı verilen giriş kapılarından alarak varlığını sürdürmektedir. Enerjiler solunum ve düşünce ile vücudumuza alınarak, bedenimizi yumurtaya benzeyen bir ışık huzmesi (Aura) şeklinde kuşatmaktadır.

 

Chakraların Adları ve Enerji Renkleri :

7 -Tepe Chakrası Mor

6 -Alın Chakrası Lacivert

5 -Boğaz Chakrası Mavi

4 -Kalp Chakrası Yeşil

3 -Solar Plexus Chakrası Sarı

2 -Hara Chakrası Turuncu

1 -Kök Chakrası Kırmızı

 

Genellikle kök çakrasında (1.çakra) yaşanan sağlık sorunları ruhsal ve dış dünya arasında denge sağlanamadığında, bilinçaltı merkezinde (2.çakra) ve boğazda (5.çakra) hissedilen ağrılar yeteneklerini ortaya koymada, düşüncelerini ifada etmede engeller olduğunda, göbeğin üstünde (3.çakra) ise ailesel sorunlarla baş edememe halinde, göğüs ve kalpteki (4.çakra) hastalıklar, sevgi yoksunluğu, üçüncü gözde (6.çakra ) ise anlayış ve kabullenme güçlüğü çekildiğinde ortaya çıkmaktadır. Bu bölgelerde algılanan his pozitif yönde olduğu takdirde zihinsel olarak bu duyguyu bütün bedene yayarak etki gücünü arttırmak mümkün olduğu gibi negatif yöndeyse (sıkıntı, öfke, acı, ağrı…) bedenin dışına taşındığını imgeleyerek, etkisini azaltmak da mümkündür.

Göğsündeki ağrının neredeyse hiç dinmediğinden yakınan bayan bu konuda yaptırdığı tıbbi tetkikler neticesinde kendisinde hiçbir hastalığın bulunmadığını aktardı. Bu nedenle çalışmamıza ilk geliş amacı son zamanlarda içmeye başladığı sigarayı bırakarak göğsündeki ağrıları bu şekilde hafifletme umuduydu. Ancak konuştukça sigara içiyor olmasının yaşadıklarının sonuçlarından biri olduğunu, asıl olanın sevgisizliğe isyan ve ayrılığa duyduğu öfkeyle ilişkisini kendisi de anlamıştı. Bazen düşüncelerimiz ve duygularımız farklı söylemlerde bulunduğu takdirde düşüncelerden çok duyguların sesine kulak vermek bizleri çözüme daha çok yaklaştırmaktadır.

Danışanımın geçmişine doğru yaptığımız yolculukta anne, babasının bitmeyen kavgalarından ve o zamandan beri içinden söküp atamadığı; “Ya yalnız kalırsam” endişesinden söz etmesi ilginçti. Çünkü yıllar sonra evlenip, benzer bir aile çatışması yaşarken ve boşanmanın eşiğinde olduğu bugün de hissettiği duygu aynıydı:

“Ya yalnız kalırsam?”

Hiçbir tesadüfe veya aksaklığa yer olmayacak kadar büyük bir düzen içinde hüküm süren ve hiçbir varlığın boşuna yaratılmadığı, hiçbir şeyin nedensiz yaşatılmadığına tanıklık ettiğimiz kâinatta kendi hayat amacımız doğrultusunda tekâmül eden canlılar olarak hepimizin karşılaştığı kısırdöngüleri aslında ne anlama gelmekteydi? Bu tekrar eden olaylar ve sonuçları bizi ısrarla hangi zihinsel çukurlarımızdan kurtararak hangi basamaklara eriştirmeye çalışmaktaydı?

Bu nedenle güzel yüzlü genç kadınla birlikte erişmeye çalıştığımız öncelikli basamak, düşünceleri, duyguları, zekâsı, yetenekleri, iyi niyeti, vicdanı, ruhu, enerji bedeni ile her an bir ve bütün olduğundan hiçbir surette yalnız kalmasının mümkün olamayacağı, insanlık ailesinin bir ferdi olarak daima evrendeki ahengin bir parçasını oluşturacağını anlaması yönünde oldu.

Sevgisizliğin yüreğinde açtığı yaraları, sevildiğini hissettiği mutlu anları hatırlatarak onarmaya başladıkça bir üst basamağa daha adım atıyordu; sevilmeye layık olduğuna dair inanca… Zira sevmeye kendisinden başlamadıkça bunu nasıl başkalarından bekleyebilir ve onlara nasıl sunmayı başarabilirdi?

Sonunda bilinçaltı ve hipnotik tekniklerle yaptığımız uzun çalışmaların ardından artık geçmişiyle ilgili süregelen içsel hesaplaşmalarının bittiğini, yaşadıklarını ve ayrıldığı eşini hatırladığında önceden olduğu kadar öfke duymadığını söylerken kendisi de geldiği noktaya şaşırmış görünüyordu. Çünkü daha ilk temasımızdan birkaç gün sonra beni arayarak mevcut ağrılarının iki kat arttığını, evde yüksek sesle ağlamalarının başladığını söyleyen ve bireysel çalışmanın şahsına umduğu faydayı sağlayamadığını belirterek görüşmeyi sonlandırmak isteyen de kendisiydi. Ben de ona dilediği seçimleri dilediği şekilde yapabilecek irade ve hürriyete sahip bulunduğunu anlatarak rahatlatmıştım. Zamanla bastırılmış duygularının ortaya çıkmasından ibaret geçici, kısa süreli bir boşalma dönemi yaşadığını anladığında ise görüşmelere kaldığımız yerden devam etmeye başlamıştık.

Geçmişi ve bugünüyle barışmasının ardından sıra dışarıdaki hayatla uzlaşmasına gelmişti. Çünkü artık tıpkı bir kaplumbağa gibi dilediğinde sığınabilecek güvenli bir benliğe ve gerektiğinde başını kabuğundan kolaylıkla dışarı çıkarabilecek cesarete sahipti. Bu konuda nasıl bir başlangıç yapmak istediğini kendisine sorduğumda da:

“Bir zamanlar yaptığım gibi her akşamüstü sahilde yürümek istiyorum, saatlerce ve hiç umursamadan…”diye konuştu.

Ben de:

“Seni engelleyen ne kaldı?” dediğimde gülümseyerek söz verir gibi başını salladı.

O gün ayrılmadan önce yanında getirmiş olduğu küçük kızıyla da bir süre özel olarak konuşma fırsatım oldu. Küçüğe hakkında hiçbir şey bilmiyormuş gibi önce kim olduğu, nerede oturduğu ve kaç yaşında olduğuyla ilgili sorular sordum.

Çocuklarda en sevimli bulduğum özelliklerden biri konuşurken bazen cümleleri tamamlamak gereği duymayışları ve yüksekçe bir yere oturup arkalarına yaslandıklarında ayaklarının bir türlü yere değmeyişleriydi. Büyük deri sandalyenin üzerinde adeta bir biblo gibi duran küçük kızla daha sonra neler yapmakta olduğuyla ilgili kısa bir sohbet ettik:

“Bazen okul okuyorum, bazen de evdeyim. Anneme yardım da ediyorum başka bir şey yok.”

“Arkadaşınla oynamıyor musun?”

“Dışarıya pek çıkmadığımız için benim hiç mahalle arkadaşım yok ki…”

“Bundan sonra annenle çıkıp gezsen, yeni arkadaşlarınla oynasan senin için nasıl olurdu?”

“Çok fazla da çıkmayalım, evimize hırsızlar girmesin!”

Sonradan annesinden öğrendiğime göre evlerine aylar önce bir defa hırsız girmiş ancak bu konunun çocuğun yanında fazlasıyla konuşulmuş olması, onu hep aynı şekilde olacağını düşünmeye itecek derecede etkilemişti. Saçları iki yana toplanmış, çekimser ama annesi gibi güler yüzlü, yedi yaşındaki sevimli çocukla yaptığımız kısa konuşmadan mevcut tablonun bir çocuğun dünyasına nasıl bir yansıma yaptığını anlamak hiç de zor olmamıştı.

Bir sonraki karşılaşmamızda kendi adına olduğu kadar çocuğu için de yaşamına bıraktığı yerden dahil olma kararını kesin olarak veren genç kadın, sahil yürüyüşlerinin kendisi için diriltici etkisinden büyük bir coşkuyla bahsetti. Onun bu coşkulu anlatımı bana da görevini yapmanın huzurunu hissettirmişti. O gün çıkarken kendisine özel bir kitap vermek istediğimi söylediğimde o da benim için bir hediye aldığını belirterek dedi:

“Biliyor musunuz, siz benim karşıma çıkmış en büyük armağansınız.”

Sanki içimde hissettiğim huzur çoğaldı, bütün bedenimi sardı.

Aradan üç ay gibi bir süre geçtikten sonra kendisini gayet iyi hissettiğini ve yeni ortamlara rahatlıkla girebildiğini kaydetmesine rağmen ağrılarının tam olarak geçmediğinden bahsetmesi üzerine yeniden buluşma kararı aldık.

Bu kez de içinde kendisini huzursuz eden boşluk duygusundan ve gelecekle ilgili eskiden beri varolan özellikle maddi sıkıntı yaşama korkusundan söz ettiği için daha çok geleceğe ait planları ve hayalleri üzerinde durduk. Geçmişinde yarınlarına taşıyacak kadar umut ışığının olmaması olumlu hayaller kurmasını zorlaştırıyordu. Fakat ev sahibi olmak istemesiyle ilgili yaşadığı son gelişmeler ve çocuğunu okutma ideali onu içindeki boşluğu dolduracak derecede de heyecanlandırmaktaydı.

Çalışmamızdan bir süre sonra bizzat kendisinden eşiyle ayrıldığı günden beri bu kadar sağlıklı ve ağrısız bir dönem geçirmediğini öğrendiğimde ise yine o aynı huzuru hissettim ve kendi kendime şöyle dedim:

“İyi ki onu tanıdığım ilk gün hemen ağlamaya başladığında çaresizliğine ortak olmadım.”

Bu sırada aklıma Virginia Satirn’in bir sözü geldi:

“Danışılan bir rehber olarak eğer sen de karşındaki insana inanmazsan ona kim inanabilir ki?”

Genç, sağlıklı ve güçlü kadın adına, bugünün sevimli, atkuyruklu küçüğü, yarının yetişkin, güler yüzlü genç kızı nâmına inanıyorum ki; bu güzel değişim de sadece küçük bir başlangıçtan ibaret ve her çaresizliğin gölgesinde saklı duran bir umut var, inanıyorum…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

AYNADAKİ SEVGİ

Bilge adam sordu,

Hızlı adımlarla yürüyen delikanlıya:

“Nereye gidiyorsun böyle acele?”

“Sevgiyi aramaya” diye cevapladı genç.

Onu nasıl bulacağını sorduğunda bilge,

“İnsanların çehrelerine baktıkça,

Yüreklerini tanıdıkça…” dedi delikanlı da.

Bilge bu defa tebessümle sordu:

“Kendini yeterince tanıyabildin mi?”

Ve elindekini gence uzatarak

Usulca gözden kayboldu.

Delikanlı uzun uzun

Avucuna bırakılan aynadan

Kendi sûretini seyretti.

Sonra da sûretin ardındaki sîreti…

 

 

 

 

 

 

 

ASLI HATİCE ARUSAN
Psiko-zihin Uzmanı

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız