Öğrenmeye doyamadığım yarım asırlık yaşamımda, tanrımın bu konudaki bonkörlüğüne hep müteşekkir oldum. Yaşayarak öğrendim. Onca farklı coğrafya, onca farklı kültürde, yaşamanın aslında ne keyifli olduğunu ama bunu sağlamanın nesillere malolabileceğini anladım…
Yazar : Ata Kemal Şahin
aksahin@atakemalsahin.com
Öğrenmeye doyamadığım yarım asırlık yaşamımda, tanrımın bu konudaki bonkörlüğüne hep müteşekkir oldum. Yaşayarak öğrendim. Onca farklı coğrafya, onca farklı kültürde, yaşamanın aslında ne keyifli olduğunu ama bunu sağlamanın nesillere malolabileceğini anladım.
İnsanların birbirini kandırmadığı, haklarına tecavüz etmediği, bireysel değil toplumsal mutluluğu hedeflediği yaşamların bireyi olmanın ne keyifli olduğunu tüm hücrelerimde hissettim. Öğrendiklerimi kendi insanlarımla paylaştığım gibi, farklı kültürlerin insanlarına da bizleri anlattım.
Bir adres sorduğumda o adresi bulacağımdan emin olabilmek için benimle gelmeye kalkan, arabam arızalandığında, “kardeşim yardıma ihtiyacın var mı?” diye arka arkaya dizilen iyi yürekli insanlara sahip Tahran’dan sonra bir insanlık dersini de Ürdün Haşimi Krallığı’nda aldım. İngiltere’den 1946 yılında bağımsızlığını ilan eden, nüfusunun yarısı Filistinli olan bu Arap ülkesinin 1,5 milyon nüfuslu başkenti Amman beni hep etkileyen bir şehir olmuştur. Bir Arap ülkesinde kar zinciri satıldığını gördüğümde çok şaşırmıştım.
Amman deniz seviyesinden 775 mt yükseklikte kışı da yaşayan bir şehirdir. Yazlar da gün içinde sıcak ama serin akşamlara sahiptir. Bir Ağustos ziyaretimde Kraliçe Rania caddesindeki otelimden Balad’a yani şehir merkezine inmiştim. Oldum olası farklı insan manzaralarını izlemeyi severim. Yüzlere bakarak iç dünyalarına seyahat ederim. Bazen de konuşurum o yüzlerle. Beni şaşırtan yolculuklar olur derinlere. Kendimden de bir şeyler anlatarak teşvik ederim onları.
Çok sıcaktı o gün de. Dükkan kenarlarından, nereye gittiğimi bilmeksizin yürüyordum. Bana gülümseyen çocuklarla ben de şakalaşıyordum. Avrupa’da sırıtan esmer tenim, Arap ülkelerinde bana inanılmaz bir konfor sunuyordu. Kimse beni turist sanıp bacaklarıma yapışmıyordu. Bazen de Arapça bir şeyler soruyorlardı. Ben ingilizce konuşunca da çok şaşırıyorlardı. Belli ki kimlik arayışındaki bir yurttaşları olduğumu düşünüyorlardı.
Sıcağın baskısına dayanamayıp, hemen her köşedeki meşrubat dükkanlarından birine yanaştım. Kocaman cam damacanalarda, limonata olduğunu düşündüğüm sarı bir içecek ve su vardı. O sarı içeceği çekmedi canım. Ben su istedim. Buz gibiydi. Kana kana içtim. Satıcının yüzünde bir gülümseme vardı beni izlerken. Arapça bir şeyler söylüyordu. Ben de gülümsedim O’na. Bedelini sorduğumda hayatımın yeni dersi verilmeye başlamıştı. Ücretsizdi içtiğim su! Gülümseme de yanında hediyeydi. Dükkanın arkasında oturan daha genç olan bir Arap, ingilizce konuştuğumu görünce öne çıktı. Limonatanın ücretli olduğunu ama çok susayıp, terleyen ve de parası olmayan insanlar için suyun parasız olduğunu söyledi yarım yamalak ingilizcesiyle. Ne kadar süre konuşamadığımı, o gönlü zengin insana bakakaldığımı bilmiyorum. Derinliklerimde yıllar öncesine, güney sahillerimize gittim. Az ilerisindeki çeşmenin sularının neden akmadığını sorduğum bir büfe sahibi büyük bir pervasızlıkla, “vanasını kapatıyoruz, yoksa kimse bizden meşrubat içmez” demişti. “Ya parası yoksa” dediğimde, verecek bir cevabı yoktu! Umursamıyordu da! Hatıralarım ışık hızıyla beni ziyaret ederken, genç Arap gülen kara gözleriyle beni izlemeye devam ediyordu. Sanki, “senin için daha başka ne yapabilirim?” demeye çalışıyordu. Ellerinden sıktım ve O’na 20 dinar verdim. Bana verdiği insanlık dersinin bedeli ödenemezdi aslında. O fakir gönlünde ne büyük bir zenginlik taşıyordu ve parayla satın alınmazdı. “İyi ki yaşıyorum” dediğim günlerden biriydi o gün.