Her zaman aynı cümleler tekrarlanır bayramlar için “Nerde o bizim zamanımızdaki bayramlar”… Evet her nesil aynı şeylerden şikayetçi. Yeni bayramlar eski bayramlar kadar tat vermiyormuş. Acaba gerçekten tat vermiyor mu? Yoksa biz içimizdeki…
Yazar : M.Nuri Yılmaz
Her zaman aynı cümleler tekrarlanır bayramlar için “Nerdeee o bizim zamanımızdaki bayramlar”… Evet her nesil aynı şeylerden şikayetçi. Yeni bayramlar eski bayramlar kadar tat vermiyormuş.
Acaba gerçekten tat vermiyor mu? Yoksa biz içimizdeki çocuğu mu öldürdükte bayramlardan zevk alamıyoruz? İnsanların zevk anlayışı farklılaşmış olabilir mi?
Bazen düşünüyorum da biz aslında gençlerimize “siz eğlenmeyi bilmiyorsunuz” diyoruz ve onların bizim gibi olmasını istiyoruz.
Şimdiki gençlerin oyunlarını beğenmiyoruz. Konuşmalarını, davranışlarını, büyüklerine saygı anlayışlarını, giyinişlerini beğenmiyoruz. Sürekli eleştiriyoruz.
Düşünüyorum da şimdi bir genci balonlarla süslenmiş, arkasına sıra konulmuş bir at arabasına bindirip, sokak aralarında gezip gelmenin ne gibi bir çekiciliği olabilir ki? Biz internette gezinen (kendi deyimleri ile sörf yapan), gondola veya “ranger”e binen çocukları anlamadan onların bizi anlamalarını bekliyoruz. Aslında bizim onları anlamamız çok kolay olması lazım. Biz onların dönemini gördük, ancak onlar bizim dönemimizi görmediler. Onlar bizi anlamıyorlarsa nedeni biraz da bizim onları anlamaya çalışmamamız olabilir mi?
Her neyse…
Gene de eski bayramların tadı bir başka idi değil mi?
Şimdiki gibi Bayram namazına gidilirken giyilen yeni elbiselerle başlardı bayramlıklarımız ve el öpme bayramlaşma törenlerimiz vardı. Büyüklerimizin ellerini öpüp harçlıklarımızı aldıktan sonra annemize ve babamızın yüzüne bakardık bize izin verseler de Eskiçarşı gitsek diye.
Eskiçarşı böyle ıssız bir yer değildi. Bütün çocuklar orada toplanmış, her taraf kalabalık. Satıcılar hariç her yer çocuk… Çarşıda çocuk sesinden başka bir şey yok. Şimdiki gibi cafcaflı ve albenili olmasa da metalden yapılmış pıt pıt tabancalarımız vardı. Kağıda mercimek büyüklüğünde dizilmiş patlayıcılar patlamak için sıralarını beklerlerdi. Bazen de sırasını kaçırıp patlamayanlar da olurdu.
Sonra çivili mantar tabancalarımız vardı. Önce mantarı sıkıştırmak için mantarı tabancanın ağzına koyar ve bir yere vururduk. Arkasından bir patlama… ne kadar zevk verirdi bize. Tabanca yoksa halka şeklinde kıvrılmış telde mantarı patlatmakta ideal bir yöntemdi. Çatçatlar, altı patlarlar, kız kaçıranlar vardı ve patlama seslerin çocukların sevinç seslerine karışırdı.
O patlayıcılarla büyüyen bizler “tehlikeli” diye çocuklarımıza oynatmıyoruz onlarla ama oturup anlatırken o zamanda bunları yaparken ne kadar eğlendiğimizi anlatıyoruz onlara. Sonra da “yasak” diyoruz ve bizi anlamalarını bekliyoruz.
“Aliye” çikolataları vardı o zaman dört köşe…. Bıkıncaya kadar yerdik. Pamuk şekerler, elma şekerleri, horoz şekerler, meme şekerleri hep çocuklar içindi. Parası olan düdüğü çalardı. Hem de gerçek düdüğü… Parası olana her şey vardı.
Hasan Amca’nın sattığı su muhallebisi vardı. Tepsi tepsi satardı o günlerde. Tepsilerin etrafında toplanırdık, beyaz muhallebi tatsız olurdu, ona tadını üzerine döktüğü kırmızı renkli şekerli su verirdi. Kalın dudakları vardı Hasan Amcanın… Ve muhallebi de “Hasan Amcanın su muhallebisi” idi benim için başka kimse onun kadar güzel yapamazdı. Zaten başka kimsenin yaptığını bilmiyorum.
Sinemalarımız vardı o zamanlar. Bayramda bize özel olurlardı ve mutlaka giderdik. Tıklım tıklım olurdu sinema ve biz çocuklar doldururduk o gün sinemaları. Çok ama çok mutlu olurduk.
Babam at arabalarından söz eder kendi zamanını anlatırken. Ben hiç görmedim at arabasına binildiğini. Arabalar süslenir, oturmak için sıralar konurmuş ve Yenimahalle’ye veya “Büyük Meydan Mektebi” ne doğru tur attırılırmış, arabacı da parasını çıkarırmış o gün. Yani herkes mutluymuş. Bu masalda mutsuz karakter yokmuş.
Köylerimizin bayramı da bir başka olurdu hani…
Bayram namazına köy ve yakın çevre köylerde yaşayan insanlar gelirler, namazdan sonra bayramlaşılır, evlerden getirilen yemekler, camide bütün köylülerin katılımı ile yenirdi. Çocuklar için çok büyük değişiklikti bu ve hepsi evlerine gidip yemekleri alıp gelirken değişik bir haz yaşarlardı. Bu gün hala bu geleneğimizi yaşatan köylerimiz mevcut.
Yakın zamana kadar köylerde bayram günlerinde salıncaklar kurulurdu ki üzerine beş-on kişinin bindiği büyük salıncaklar. Köyün büyükleri hiç erinmezler (üşenmezler, “aman kim yapacak şimdi” demezler) çocuklar için salıncağı kurarlardı. Çünkü eğlenmek çocukların hakkı idi. Çünkü bayram en çok çocuklara geliyordu. İki başta bulunanlar ayakta salıncağı sallarlar diğerleri de oturdukları yerden ayakta olanlara şarkılar söylerlerdi. Salıncağın ipi kopardı bazen. Olsun gene de gelip bağlayıverirlerdi büyükleri.
“Şıngırşak” denilen ortadaki direğin üzerine yatay şekilde oturtulmuş bir kalasın iki ucuna karınlarını koyarak binilen ve daire şeklinde dönen bir başka salıncak kurulurdu bazı köylere. Gene büyükler kurardı onu çocuklar için ama gece büyüklerde binerdi ona. Bir kere bir taraftaki vururdu ayağını yere, sonra diğeri. Etrafa toplanmış insanlar sıranın kendisine gelmesini beklerlerdi. Çocuklar o zamanda kavga ederlerdi ama kendi aralarında çözülürdü olaylar, şimdiki gibi büyüklere intikal etmezdi.
Bugün sadece birkaç köyde oynanan eskiden daha yaygın olan “Deve oyunu vardı”. Köyün genç erkekleri hava karardıktan evlerinde kadın kıyafetlerini giyer, tanınmamak içinde yüzlerini örtelerdi. İki kişi merdiveni iki uçtan başlarına takar ve merdivenin ortasına hey (diğer bölgelerde “hev”) koyarlar, üzeri örtülürdü. Baş taraftaki eline deveye benzetilmiş bir sopa alır böylece deve tamamlanmış olurdu. Devenin yularından tutmuş sakallı bir dede bir elinde defi, diğer elinde uzun sopası şarkılar söyler kız kılığındaki gençleri oynatırdı. Çevrede onları izleyenler kızları çalmaya çelişir o sopası ile engel olurdu. Sonra ev ev, köy köy dolaşırlardı. Devenin gittiği her yere neşe de giderdi. Kimi ev harçlık, kimisi pirinç, kimisi yağ, bir diğeri kuruyemiş verirdi. Herkes elinde olanı verirdi. Önemli olan eğlenmekti. Gençler daha sonra alınan harçlıkları paylaşır, pilavı pişirttirir ve çerezleri yiyerek güzel bir gece geçirirlerdi.
Yavaş yavaş köy dışında bulunan akrabalar ve tanıdıklar evlerde toplanmaya başlamışlardır. Öğle ezanı ile camide toplanılır. Namazdan sonra –köyden köye değişir- camide, köyün türbesin, mezarlığında, merasında toplanılır. Hangi köyün neresi uygunsa bir araya gelinir ve her evden biraz bişi ile biraz helva getirilir. Helvalar bir deri üzerinde toplanır ve karıştırılırken bir yanda da Kur’an okunur ve dua edilir. Karıştırılan helvanın bereketleneceğine inanılır. Bişilerin içine konulan helvalar orada bulunanlara dağıtılır ve evlere gelen misafirlere ikramlarda bulunulur.
Aslında bu köye gelip zirata katılma aynı zamanda bir iadeyi ziyaret gibidir. Çünkü köy sakinleri genellikle bayram namazına ilçeye (şehere) inerler ve tanıdıklarının evlerinde bayram yemeğini yerlermiş. Bu bazen akraba, bazen tanıdık olurmuş. Eskiden her köyün indiği bir esnaf dükkanı olur pazarın kurulduğu günlerde onlarda o esnafın evinde yemek yerlermiş. Anlatılana göre on – on beş sofra kurulurmuş bazen.
Böyle imiş eskiden bayramlar. Şimdi ne evlerimiz on sofra kurmaya uygun, ne de biz on – on beş sofra kuracak kadar işgüzar. Hemen şikayet ederiz ya belimizden ya bacağımızdan. Eskiler ya şikayet etmiyorlardı ya da biz duymadık geçmişte kaldı.
Ama şunu yine söylüyoruz…..
“Nerdeee o bizim zamanımızdaki bayramlar”…
Kurban Bayramınız Kutlu olsun…