KAPADOKYA Gezi Rehberi

0
896

 

Soğuktu hava… Fakat bir gezginin kafasına koyduğu yere gitmesini hava koşulları engelleyemezdi! Kaptım biletimi ve “Bekle beni Kapadokya!” dedim.

1 saat 10 dakikalık uçuşun ardından Nevşehir Kapadokya Havalimanı’na inmiştim. Türk Hava Yolları’nın ücretli servis sistemi sayesinde otelime kolaylıkla ulaşacaktım. Akşam vakti Nevşehir’e geldiğim için karanlık nedeniyle servis aracının penceresinden çevreyi göremiyordum. Havalimanı da şehre baya uzak bir noktaya yapılmış, git – git bitmiyordu.

Şehir merkezine geldiğimizde, “sokakta in – cin top oynuyordu” bile diyemeyeceğim kadar ıssızlık dikkatimi çekmişti. Göreme’ye ulaştığımızda ise kayaların eteklerinde ve içinde yer alan otellerin ışıkları içimi ısıttı. Servis aracının belli noktalarda yolcu indireceğini sanırken, otellerin önüne kadar götürmesi benim için ekstra bir sürpriz olmuştu.

Yazılarımda otel ismi vermemeye dikkat ederim. Bu kuralım katı değil, esnektir. Eğer çok kötü hizmet aldığım bir otel olursa ismini vermek zorunda kalırım ki, benim yaptığım hatayı diğer gezginler de yapmasınlar. Fakat bu gezimde çok beğendiğim ve hizmetinden memnun kaldığım, fiyatı da çok makul olan otelimi yazmaya karar verdim. Çünkü öyle sıcak bir ortam sundular ki, akraba ziyaretine gitmiş gibi hissettim ve onları anmazsam haklarını yiyeceğimi düşündüm.

Eski bir Rum evi olan View Cave Hotel’e gelip odamı görünce kendimi tarihte yolculuk eder gibi hissettim. Kaya odam yüz yılı aşkın geçmişiyle kim bilir ne yaşanmışlıklara şahit olmuştu. Keşke dili olsa da o kemerli yüksek tavanıyla, kandil koymak için simetrik oyuklarıyla bana anlatsa ve ben de yazsam diye düşündüm.

Geniş odamda ilk gece tarihin kollarında aldığım uykumun ardından güneşli ama soğuk bir güne “merhaba” dedim.

Çubuğunuzu Ödünç Alabilir miyim?

Otelin ikinci katına kahvaltı yapmak üzere çıktım. Manzara gözlerimi alarak beni nefessiz bıraktı. Sarı ve kahverengi arasında yumuşacık bir tonda kayalıklara oyulmuş yerleşim yerleri, sanki dünyada değil de yeni keşfedilmiş bir gezegendeymişim gibi hissettirmişti bana.

Kahvaltıdan sonra o gün nereleri gezeceğimle ilgili hazırladığım notlara bakarak kafam karışırken, otelin bir görevlisi elinde bir kağıtla gelerek, “yardım ister misiniz?” diye sordu. Tabii ki yardım isterdim! Masaya oturup elindeki haritadan katılabileceğim tur alternatiflerini gösterdi. Araç kiralamadığım için çoğu yer tursuz ulaşamayacağım şekildeydi. Kapadokya’yı üç bölgeye ayırıp “Kırmızı Tur”, “Yeşil Tur” ve “Mavi Tur” olarak adlandırmışlardı. İlk gün için “Yeşil Tur”u seçerek yola koyuldum.

Bir minibüsün içinde Güney Koreli, Amerikalı, Çinli, Şilili, Hintli, Rus ve bir de benim gibi Türk olursa ne olur? Fıkra gibi bir şey çıkmaz mı?

İlk durağımız Göreme’yi tepeden panoramik olarak görülecek noktaydı. Kahverengi ve sarı arasındaki o yumuşak tona gözlerim doyamıyordu. Bir de birbirlerinin fotoğraflarını çekip duran çekik gözlü turistleri saymazsam olmaz! Hele o selfie çubuğuyla kendilerinin fotoğraf çekimini yapanları görünce bir çubuk da benim almam gerektiğine karar verdim. Hem böylece manzarayı daha geniş açıdan alabilirdim. İtiraf ediyorum, “Pardon, çubuğunuzu ödünç alabilir miyim?” dememek için kendimi zor tuttum.

Yerin Dibine Girdim!

İkinci durağımız Derinkuyu Yeraltı Şehri’ydi. Kapadokya’nın 36 yeraltı şehrinin en büyüğü olan “Derinkuyu Yeraltı Şehri” 8 katlı olup turizme 1967 yılında açılmıştı. Yeraltı şehrine inmeden önce klostrofobi, astım, kalp rahatsızlığı olanların turun bu bölümüne katılmamasını rica ettiler. Neden böyle bir uyarı yaptıklarını yerin altına girmeden önce anlamamıştım. Fakat o dar oyuktan içeri girip iki büklüm olarak dar koridorlardan geçerken bu uyarının haklılığını anladım.

Önümde yürüyen 2 metre boyundaki Amerikalı iki büklüm eğilmesi yetmeyerek, dizlerini de bükmüş, neredeyse emekliyordu. “Şu anda uzun boylu olmak en büyük ceza değil mi?” dedim. Adamcağız zoraki gülümsedi ama hâlinden memnun olmadığı belliydi.

Bir odaya çıkınca doğrulabildik. Yerde daire şeklinde bir oyuk vardı. Rehberimiz bu oyuğun tandır olduğunu ve yeraltı şehrinde yaşayanların burada geceleri ekmek yaptığını, en üst kattaki bu alanın havalandırma nedeniyle seçildiğini söyledi. Gündüz ekmek yapmamalarının nedeninin düşmanın dumanı görüp yeraltı şehrinin varlığını öğrenme riski olduğunu belirtti.

Nasıl bir düşmandı ki, insanlar gün yüzüne hasret, yerin kat kat dibinde yaşamaya razı oluyordu! Tabii tek bir noktadan gün yüzünün görülüp, gece mi, gündüz mü anlaşıldığı bölümü de anlatmalıyım. Fazla büyük olmayan bir oyuktan güneş ışınları cömertçe girmek istese de kısıtlı olarak görülüyordu.

Yerin dibine daha da girince buranın ne kadar büyük bir şehir olduğunu daha iyi anladım. Öyle ki, hayvanları otlatmaya çıkıp düşmana yem olmak istemeyen zavallı insanlar, ahırı bile yeraltı şehrine yapmışlardı. Kiliseler, şapeller, mezarlıklar, aklınıza gelebilecek her şey yer altındaydı.

Suları bile güvenliydi. Kaynaktan çıkan suyun dışarı ile hiçbir bağlantısı yoktu. Böylece düşmanın zehir atıp kendilerini zehirlemelerini önlüyorlardı.

Kimi zaman yerlerde sürünerek, kimi zaman dar koridordan geçmek için karşı yönden gelen grubu bekleyerek bu şehirde uzunca zaman geçirmiştik. Nihayet gün yüzüne çıktığımızda düşmandan kaçarak yerin yüzlerce metre altında yaşayan insanları düşünerek halime şükrettim.

Sıradaki noktamız Ihlara Vadisi’ydi. Yeşilliklerin içerisinde kaybolmanın yanı sıra kayalara oyulmuş eski yerleşim yerleri de hayal gücünüzün gelişmesini sağlıyordu. Belki depremlerden dolayı kayaların içindeki bu yerleşim yerlerinin birbiri ile bağlantısı kalmamış, aralara kocaman kaya parçaları düşmüştü.

Gavur

Ihlara Vadisi’nin içerisinde o kadar çok kilise vardı ki… Hıristiyanlığın Anadolu’da ne kadar yaygın olduğunu Kapadokya gezimde çok iyi anlamaya başlamıştım. Rehberimiz sürekli 1923 yılında Lozan Barış Antlaşması’na ek olarak yapılan sözleşme uyarınca Yunanistan – Türkiye Nüfus Mübadelesi’nden bahsediyordu. Buna göre din esas alınarak iki ülke arasında bir nüfus değişimi yapılmıştı. Dolayısıyla Türkiye’deki tüm Ortodoks Hıristiyanlar Yunanistan’a gönderilirken, Yunanistan’daki Müslümanlar da Türkiye’ye gönderilmişti. Kapadokya’daki tüm kiliselerin boş kalmasının nedeni buydu.

Yabancılar nüfus mübadelesiyle ilgili rehberin anlattıklarını can kulağıyla dinlerlerken, ben de anne tarafımın Selanik göçmeni olduğu ve mübadele ile Türkiye’ye geldiklerinden bahsettim. Kimse yüzlerce, belki de binlerce yıldır bulunduğu toprağı sırf dini farklı diye terk etmek istemezdi…

Kim mübadele yolunda gemide doğum yapmak ister, kim yolda telef olur, kim atın üzerinde saatlerce gidecek kadar geniş olan topraklarını bırakıp bir toprak dam altında sıfırdan başlamak isterdi? Bir de kim gittiği ülkede dini aynı olmasına rağmen “gavur” damgası yer, doğduğu topraklarda da dini farklı diye aynı şekilde “gavur” diye anılmayı arzu ederdi? Önemli olan insan olmaktı. Bazen kendi irademiz dışındaki büyük etkenler nedeniyle hayatımız böyle değişiyor ve tarihe anlatacak konular çıkıyordu…

Bu düşüncelerle sağ yanımda akan yemyeşil ırmağın gürül gürül sesi ve ağaçların yemyeşil dallarını göğe yükselttikleri manzarayla yürümeye devam ediyordum. Yolun sonuna geldiğimde temiz havayla ciğerlerim daha da açılmış, kilometrelerce yürüyen ayaklarımın yorgunluğu vız geliyordu!

Minibüsümüze binip çok uzak olmayan Selime Katedrali’ne geldiğimizde üzeri yosunla kaplı kayalıklarla karşılaştım. Kahverengi ve sarı arasında bir renk olan bu kayalıkları üzerlerindeki yosun nedeniyle yumuşacık bir süngere benzetmiştim.

Zamanında bölgedeki Ortodoks Hıristiyan halkın, Selime Katedrali’nden çıkan kararlara harfiyen uyduğu biliniyordu. Bölgedeki din adamları da bu katedralde yetiştiriliyor ve Kapadokya’daki dini kuruluşların en büyükleri arasında yer alıyordu.

Günümüze sadece kalıntıları kalan bu katedrale giderken dik yokuşları çıkmak dizleri biraz zorlasa da, zirvedeki manzara ile tüm yorgunluğunuzu unutuyordunuz.

Ateşli Kebap

Güneş batmak üzere bize veda ederken yola çıktık. Güvercin Kayaları’nı da görmeden Kapadokya’dan ayrılmak olmazdı. Güvercinlerin yuvalarını yaptıkları ve özgürce kanat çırptıkları kayalıklar insana özgürlük hissini tüm hücrelerine kadar hissettiriyordu.

Günü noktalamadan önce ise karnımı doyurmam gerekiyordu. Kapadokya’nın testi kebabının meşhur olduğunu duymuştum. Lokantalarda da testi kebabı yapıldığı, görünür yerlere testiler koymaları ile anlaşılıyordu.

Kapadokya, Anadolu’da gördüğüm en pahalı şehirdi. Türk’ten çok turistin olması nedeniyle kendinizi Anadolu’da gibi hissetmezken, gördüğünüz fiyatları döviz kurundan çevrilmiş gibi düşünmeniz de kaçınılmazdı. Çoğu yerde bir tabak yemeğin bedeli, İstanbul’da boğaz manzarası eşliğinde yiyeceğiniz bir porsiyon balık ile eşdeğerdi.

Bir de o kadar çok Uzakdoğulu turist vardı ki, Anadolu mutfağı kalmamış, Uzakdoğu mutfakları açılmıştı. Kapısında ve penceresinde Çince ve Korece yazıların olduğu kağıtların asıldığı bir lokantanın camekanında soğan, yumurta, noodlelar yan yana dizilmişti. İçeride Uzakdoğu mutfağına özel bir tava olan koca bir Wokun başındaki bıyıklı amcanın yemek yapışı bana sürrealist resmin bir parçasıymışım gibi hissettirmişti.

Sonunda orta halli bir lokantaya girip testi kebabı sipariş ettim. Alengirli olsun, gösteri yapayım diye düşünen lokanta sahibi testiyi ateşler içindeki koca bir altlıkla önüme getirdi. Sonradan anlayacaktım normalde testi kebabının böyle ateşler içinde getirilmesi şeklinde bir adet olmadığını. Zaten çok aç olmama rağmen yemeğin tadını da beğenmemiştim. Otantik ve anne sevgisi katılmış bir testi kebabı yesem eminim ki o yemek üzerine roman bile yazardım. Ama ticaret aşkıyla fahiş fiyatlar ve fabrikasyon üretim nedeniyle güzelim “testi kebabı”ndan hakkını vererek bahsedemiyordum. Kebap ateşler içinde de olsa, benim damak tadı ateşimi harlayamadı… Keyfim kaçınca güzeller güzeli otelime dönüp uyuyarak ertesi güne hazırlanma vaktimin geldiğini anladım.

Mantardan Aşk

Sabah enerji dolu olarak kalkıp yeni güne hazır olduğumu hissettim. Yüksek tavanlı odamdaki eşyalarımı toparlayıp tarihe veda ettikten sonra kahvaltı için ikinci kata çıktım. Salona girer girmez yüzüme vuran sıcaklık ile tüm hücrelerim coştu. Sobanın verdiği sıcaklıkta sanki sevgi vardı.

Manzarayı seyrederek kahvaltı yaparken, oteldeki görevli genç bir çocuk sobada pişmiş patates ikram edebileceğini belirtti. Kendimi evimde gibi hissetmeme neden olan bu teklifle coşmuştum. Nevşehir’in meşhur patatesini sobada pişince yemek de ayrı güzeldi!

Karnımı doyurduktan sonra “Kırmızı Tur” için hazırdım. Bakalım ne maceralar yaşayacaktım!

O günkü tur grubumda İngilizce bilmeyen bir Kolombiyalı, Jeju Adası’nda ekoloji rehberliği yapan bir Koreli ve kızı, birkaç Çinli, bebekli bir Hintli aile, Pakistanlı bir çift, Dubaili bir çift vardı. Yine eğlenceli olacaktı. Grubumuz rengarenkti!

İlk durağımız Uçhisar’dı. Yüksek bir tepeye kurulan bu kale ile düşman istilalarına karşı şehri korumak amaçlanmıştı. Kapadokya’nın en yüksek noktası olarak buradan tüm şehir görülebiliyordu. Fakat zamanımız kısıtlı ve göreceğimiz alanlar çok olduğundan tepeye çıkamadık.

Bir sonraki durağımız Göreme Açıkhava Müzesi’ydi. Kayseri Piskoposu Aziz Basil tarafından 4. Yüzyılda dini eğitim ve yaşam merkezi olarak kurulan bu alanda Hıristiyanlar 1923 yılına kadar yaşamışlardı. Kaba bir hesapla 1.000 yılı aşkın bir süre diyebiliriz.

Girişin sol tarafında rahibelerin manastırı, tam karşısında da erkek öğrencilerin manastırı bulunuyordu. Alan kiliseler ve şapellerle doluydu. Uzun ve çevresinde 50 kişinin yemek yiyeceği taştan masaların olduğu yemekhaneler ise yemeğin insanları birleştirici etkisinin tarihle bile değişmediğini kanıtlıyordu.

Buradaki hayata en azından bir hafta şahit olup yazmayı çok istedim. Çok uzaklardan gelen bir tarih, çok yakın bir tarihte bitmişti. Nüfus mübadelesiyle Yunanistan’a giden bu manastırın sakinleri burada nasıl yaşamışlardı?

Şarap içip, patates yiyip, dua edip münzevi bir hayat sürmüş olmalılardı. Hayal etmeye çalıştım… Kayalara baktım… Burnuma tütsü kokusu geldi. Bir kilisede ayin vardı. Ortodoks kilise müziği çınladı kulağımda. Bir koro söylüyordu bu ilahiyi… Manastırda eğitim alan erkekler olsa gerekti. Siyah giysilere bürünmüş bir rahibe elinde bir sepet dolusu patatesle yanımdan geçti… Gözlerimi açınca tüm bunların bir hayal olduğunu ve 100 yıla yakın bir süre önce son bulduğunu anladım.

Salvador Dali Devrentli Olsa

Buradan ayrıldıktan sonra “Aşk Vadisi”ne geçecektik. Buraya neden “Aşk Vadisi” dendiğini oraya gidince anlayacağımız söylendi. Uzakdoğulular her gördüklerine çekik gözlerini kocaman açarak “Aaaa” diyor ve çok komik gözüküyorlardı. Onların bu heyecanlı nidaları karşısında kendimi pek sakin buldum.

Vadiye vardığımızda ucu kalın, mantar gibi görünen dikey kayalar gördük. Hayal gücü biraz çalıştırılırsa “Aşk Vadisi” isminin anlamı çözülebilirdi.

Bu kadar taşın, kayaların arasında çömlekçilik de gelişmişti. Avanos, çömleğin merkeziydi. Kızılırmak’ın kıyısında yer alan bu yerleşim merkezinde kızıl toprağın tüm nimetlerinden yararlanılıyordu. İki dakikada yapılan vazolar, kurutulup el işçiliği dehasıyla ince ince işlenerek harika eserler çıkarılıyordu.

Kapadokya kesinlikle insanın hayal gücünü geliştiren bir yerdi. Bir sonraki durağımız olan Devrent Hayal Vadisi işte bunun resmi kanıtıydı. Rüzgarın, yağmurun, karın etkisiyle şekilden şekle giren kayaların kimi köpek suratına, kimi düşünen insana, kimi dişçi koltuğuna, kimi deveye, kimi dile benziyordu. Salvador Dali’yi anıp durdum. Gerçeküstü resimlerini üretirken, Devrent Vadisi’ni görse kim bilir ne ilham alırdı… Belki de doğduğu ya da doyduğu yerin vatanı olmadığını, ait hissettiği yerin vatanı olduğunu söyleyip, kendini Devrent’e ait hissederek “Ben Devrentliyim” bile diyebilirdi!

Bir Fotoğrafta Dünya

Sırada Peribacası oluşumunun en iyi göründüğü yerlerden Paşabağ Peribacaları vardı. Geniş bir alanda yürüyüş yollarından geçerek mantar formlu bu doğa harikasını izlemek inanılmaz zevkliydi. Bir ara tur grubumuz fotoğraf çekilmek için bir araya geldi. Ben de aralarına girdim. Bizi rengarenk ve farklı milletlerden gören Türkler de aramıza girdi. Fotoğrafımızı çeken rehberimizin eline sürekli bir fotoğraf makinesi veriliyordu. Neredeyse kar topu gibi büyüyordu grubumuz.

O kadar alakasız kişiler girmişti ki… Adamın biri elinde kediyle girerken, diğer taraftan başka bir adam elinde dondurmayla girmiş, orta kısımlara doğru Türk kadınlar nasıl olduysa gruba dahil olup poz vermiş, başka biri arkamda durduk yere şemsiye açmış, birkaç Türk gelmiş en arkadaki Çinliye sarılmış, devenin başını çeken biri onu da fotoğrafa dahil ederken hayvanın salyası öndeki Pakistanlı’nın şapkasına akmış, birkaç Uzakdoğulu gelip zafer işaretleri yaparken, bir de zenci gelip Hintlinin bebeğini kucağına almıştı. Keşke o fotoğrafı alabilseydim ama elimde yok. Çok komik bir andı. Dünya bir fotoğrafta buluşmuştu!

Kapadokya’ya gelip “Üç Güzeller” ile fotoğraf çektirmeyen, bu bölgeye geldiğini kanıtlayamazmış. Güneşin batışını burada seyrederken ben de bir fotoğraf çekildim ve “işte buraya geldiğimin kanıtı” dedim.

Gece İstanbul’a dönerken, havaalanında gördüğüm uzun kuyruk ile buranın ne kadar ünlü ve görülesi bir yer olduğunu bir kez daha düşündüm. Belki bir daha görüşürdük, kim bilir…

 

 

*

Seren Muyan

www.gencgelisim.com

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz
Lütfen adınızı yazınız