Zaman tünelinden geçerek nostalji alemine doğru seyahat etmek ister misiniz?..
Geçmişten fotoğraflar..
Maziden izler..
Evet, bir zamanlar yaşadıklarımı ve çoğunuzun da yaşadığını tahmin ettiğim güzellikleri sizlerle paylaşayım..
Bunların hemen hepsini yaşı bizler kadar olan kişiler de mutlaka hatırlayacaktır..
Biliyor musunuz değerli dostlar, Aziz İstanbul’un güzide semti Fatih’de doğup büyüyen bendeniz Sami Özey, okuldan eve geldiğimde istisnai durumlar hariç, anahtarla kapıyı hiç açmadım!..
Hatta babam da pek anahtar taşımazdı..
Annem hep evdeydi çünkü..
Çoğu ev hanımı olan annelerimiz çalışmazdı.. Böyle bir adet yoktu.. Ya da çok azdı..
Kapımızın anahtarı vardı elbette..
10-12 cm boyunda sarı renkliydi..
Ve cebe girecek gibi de değildi..
Anneler, babalar, çocuklarıyla birlikte gezerdi.. Birlikte yaşama kültürü üst seviyedeydi.. Komşu ve akraba ziyaretlerinde evvelden randevu filan alınmazdı.. Çat kapı, gidilirdi.. Protokol işlemezdi.. Kompleks, yok denecek kadar azdı.. O zamanki yıllarda uzaktan gelen misafiri evde yatırma adeti olduğundan herkesin yüklüğünde mutlaka koyun yününden birkaç yer yatağı bulunurdu..
Evet dostlar, o tarihlerde en büyük eğlencemiz sokaklarda oynamaktı..
“Sokakta oynamak” diye bir kavram vardı, çünkü..
O zamanki sokaklar şimdilerde olduğu gibi E-5 görünümlü değildi..Tek tük araba geçerdi ve oyun keyfimizi bozmazdı..
Kısacası; o zamanın çocuklarının kafaları rahattı..
Yaz aylarında en büyük zevkimiz ailelerimizle birlikte yazlık sinemalara gitmekti..
Sinemalar umumiyetle bahçeliydi.. Çoğunun etrafı ağaçlarla çevriliydi.. Film aralarında buz gibi 0limpos gazozu ve Frigo dondurma satılırdı.. Leblebi çekirdek eşliğinde gerçekleşen komşu muhabbetleri de film başlamadan önce yapılan rutin işlerden biriydi.. Sinemada herkes birbirini tanırdı zira..
Radyolar da pek revaçtaydı o yıllar!.. Evdeki radyomuzun markası Erres’ti.. Fransız malıydı.. Ahşap kısmını kardeşimle birlikte parlatıp dururduk….
Yurttan Sesler Korosu, Nida Tüfekçi ve Neriman Altındağ Tüfekçi marifetiyle Anadolu’nun bağrından kopup gelen türküleri bizlere sevdirmişti..
Kulaklarımız İstanbul Radyosu’ndan yapılan anonslara alışıktı..
Spiker; “sevgili dinleyiciler, Mualla Mukadder Atakan’dan ‘Hicaz’ makamında şarkılar dinleyeceksiniz!..” deyince, ya da; “Ahmet Üstün, ‘Muhayyer’ makamında şarkılarla karşınızda olacak!..” diye anons yaptığında ne kadar da mutlu olurduk..
Devam ederdi spiker sunuma..
Sanatçının saz arkadaşları; Ahmet Yatman, Selahattin Pınar, Şerif İçli, Necati Tokyay, Ercüment Batanay, Şükrü Tunar, Sadun Aksüt, Mustafa Kandıralı, Yorgo Bacanoz, Aleko Bacanoz, vs..
Her biri bir efsaneydi bu sazendelerin!..
Çoğu da bestekardı..
Hepsi tarih oldular..
0rhan Boran ve Yuki isimli program çok meşhurdu..
Yıldız Kenter, Müşfik Kenter, Şükran Güngör ve Çolpan İlhan’ın oynadıkları Uğurlugiller isimli skeç belki 10 yıldan fazla sürmüştü..
Yine radyonun en sevilen programlarının başında “Arkası Yarın” dizileri gelirdi.. Unutulmayan dünya klasiklerini takip etmek başlı başına keyifti.. Radyo Tiyatrosu da insanların ilgiyle takip ettikleri programlardandı..
Cafe’lerde, AVM’ler de buluşmazdık o yıllar!.. Pastane, tatlıcı, dondurmacı dükkanları vardı.. Revani, şambaba, tulumba, dilber dudağı, irmik helvası, yemek sofralarının vaz geçilmez tatlılarındandı..
Okula arkadaşlarla gider, birlikte çıkar, yürüyerek gelirdik.. Servis filan da yoktu.. Tabanvay kültürüne herkes alışıktı..
Ayakkabılarımız en ekstra köseleden olmasına rağmen çok yürümemizden dolayı çabuk eskirdi..
Peki, eskiyen ayakkabılarımızı ne mi yapardık?..
Atmazdık tabi ki.. Ayakkabı tamircileri vardı İstanbul sokaklarında.. 0turdukları küçücük dükkanda önlerinde saya makinesi, arkalarında ise koyun pöstekisi olan tamirci sakallı dedeler..
Şimdi varlar mı acaba?..
Belki tek tük..
Evlere temizlikçi kadın gelmezdi o yıllar..
İstanbullu hanımların öyle bir alışkanlığı yoktu..
Evin temizliğini anneler ya da evin kızları yapardı..
Camlar öyle bir ovulurdu ki pırıl pırıl parlardı..
Hey gidi yıllar..
Çocukluk yıllarımda grantualet insanlar vardı İstanbul caddelerinde.. Ancak müptezel görüntülerle karşılaşılmazdı.. Hanımlar, başı açık, başı kapalı, kardeşane bir şekilde yaşayıp dururdu..
O zamanın erkeklerinde ve hanımlarında dövme yaptırmak gibi bir adet de yoktu.. Yine özellikle o zamanın hanımları, şimdilerde olduğu gibi ellerinde sigarayla yollarda yürümezlerdi..
İnsanlar yerlere pek tükürmezlerdi..
Evlerinin önlerine çöp çıkarmazlardı..
Boyasız ayakkabılarla, ütüsüz pantolonlarla sokağa çıkmak ayıp sayılırdı.. İnsanlar traşlarına, azami dikkat ederlerdi..
Hoş kokular sürerlerdi..
Mesela; Cuma günlerinde ve Bayram sabahlarında Fatih Camii’ne girdiğim an envai çeşit güzel kokulardan adeta mest olurdum..
Keza Beyoğlu‘nda bir sinemaya gitmek de önemli derecede şık olmayı gerektirirdi o zamanlar..
Mahallemizdeki komşu teyzeler annemiz gibiydi.
Arkadaşlarımızın anneleri çocuklarına verdiği yiyecekten “göz hakkı” deyip mutlaka bizlere de gönderirdi..
Oyun esnasında komşu teyze tarafından pencereden bir sürahi su ve bir bardak uzatılır, hepimiz aynı bardaktan kana kana içerdik..
Cebimizdeki paraya arkadaşlarımız da ortaktı..
Ne kadar garip değil mi?.. Para sanki herkese aitti.. Sokaklarımız evimiz kadar güvenli idi.. Hırsızlık yok denecek kadar azdı..
Karakol nedir bilmezdik.. Polisler gelmezdi kavgalarımıza.. Zabıtlar tutulmazdı.. Sonra, kavgalarda da öyle falçata, döner bıçağı, filan kullanılmazdı.. Masum, çocukumsu kavgalar.. En fazla saç çekilir, tekme atılırdı.. Hemen de ayırırlardı zaten..
Misket oynamaktan, topaç çevirmekten, parmaklarımız yara olur ama yine de mikrop kapmazdık.. Yere düşerdik, alnımız şişerdi, büyüklerimiz ekmek çiğner basardı alnımıza..Ultrason’lara, emar’lara, alışık değildik.. Bu kelimeleri tanımazdık bile..
0 vakitler YGS, LYS, SBS gibi fayda getirmediğine inandığım sistemler yoktu.. Hele YÖK kayıplardaydı.. Servetlerine servet katan dershanelerin de hayatımızda yeri yoktu.. Buna mukabil, on parmaklı ve F klavyeli daktilo kursları pek modaydı.. Ve bu kurslarda ne dostluklar kurulurdu, ne arkadaşlıklar oluşurdu, bir bilseniz..
O zaman ki satıcılar, müşterilerine ne satarlarsa, terazilerinin ibreleri daima müşteriden taraf olurdu.. Bir kilo domates isteyen mutlaka elli gram da fazlasını alırdı..
Velhasıl kul hakkından çekinen, hepsinden önemlisi Halik-i Zülcelal’den korkan, O’nun emirlerine uymanın gayretinde olan, gani gönüllü insanların yaşadığı yıllarda yaşamak ne kadar da güzelmiş..
Değerli dostlar; o vakitleri, o anları, kısacası çocukluğumu yaşadığım o samimi yılları, inanın çok özlüyorum..
Bakıyorum da, şimdi, sokaklar, caddeler, ruhsuzlaştı.. Hayatı sadece yiyip içip alış veriş yapmaktan ibaret sanan bir insan topluluğu oluştu ve sanki kasten oluşturuldu..
Mat, gri, donuk, ekseni sevgi olmayan betonarmelere esir olduk!..
Ahşabın müşfik ve sevecenliğinden uzaklaştık..
Apartmanlarda komşular birbirlerini bile tanımıyor..
Alt katta oturan kim?..
Üstte barınan necidir?..
Kimin nesi, kimin fesidir?..
Bilmiyor!..
En tuhafı; tanımak için de bir gayret sarf etmiyor..
Netice-i kelam; reklamlarla yaşayan, manadan kopuk, maddeyi ve markayı ön planda tutan, beyni, ruhu, iğdiş edilmiş insanlar olduk çoğumuz!..
Birbirimize yabancı..
Birbirimizden selamı bile esirgeyen..
Ve de takıntılarımızla yaşayan!..
İyi de neden böyle olduk?..
Doğrusu çözemiyorum!..
Ancak, şunu hissediyorum;
Biz böyle bir fotoğrafı herhalde hak ettik..
*
SAMİ ÖZEY
www.gencgelisim.com